Rejimin konsolide olmaması başka bir siyasal rejime geçiş için umut var diyor. Ancak sosyalistlerin ve Kürtlerin ısrarla altını çizdiği hususu bir kez daha hatırlatacak olursak, bu geçiş için karından konuşmalarla çizilen ufuk 1990’ların ya da 2000’lerin otoriterliğini normalleştirme riski barındırıyor.
ALİ RIZA GÜNGEN
Son yıllarda çokça anılan bir kavram, konsolidasyon. Pekişme ve sağlamlaşma anlamlarına sahip bu kavram siyasal söylemlerde eski halesinden sıyrıldı. 2000’lerin sonunda demokratikleşme ile kullanılırken, artık oy blokunun sağlamlaşması ya da yeni siyasal rejimin devamı bağlamında sarf edilen cümlelerde daha sık göze çarpıyor.
Konsolidasyon 2000’lerde Türkiye demokrasisinin çağ atlayamamasını tasvir için kullanılırken, şimdilerde Erdoğan yönetiminin son dört yılda bir türlü kendi geleceğini garanti altına alamadığını ima ediyor. O zaman kendisini yeniden üreten bu ara dönemin mekanizmaları ve kurumları nasıl anlaşılmalı? Durumun bize gösterdiği üzere sınıflandırma, bilhassa küresel Güney ülkeleri söz konusu olduğunda son derece netameli bir iş. Bazı sosyal bilimcilerin uzunca bir süredir Türkiye’nin de içinde yer aldığı ara formları tasvir ve açıklama ile meşgul olduklarını söyleyebiliriz, ancak rejim sınıflandırmalarında zaman zaman acele ettiklerini ve özledikleri dönüşümü muhalif aktörlerin eylemlerine ve tercihlerine bazen hiç yoktan atfettiklerini görmemiz gerekiyor. Üç soru üzerinden bu tarz beklentiler doğrultusundaki tahlillerin ufkumuzu otoriterlikle sınırlandırıyor olduklarını hatırlatmaya çalışacağım.
ERDOĞAN YÖNETİMİNİN ÖNGÖRDÜĞÜ MODEL 2023 SEÇİMLERİNE KADAR İŞLEYEBİLİR Mİ?
Enflasyon oranından küresel finansal koşullara her gösterge ve gelişme 2021’de alınmış “model” tesisi kararlarının iki yanlış hesapla malul olduğunu gösteriyor. “Madem elde rezerv kalmadı, Türk lirası dibi gördü, bu durumda ihracat avantajından faydalanmalı ve inşaatın ötesine geçmeli, bir milli endüstri yaratmalıyız” düşüncesi, pandemi sonrası toparlanma süreci doğru okunmadığı için çıkmaza giriyor. Tedarik zincirlerindeki aksamalar Türkiye’nin yeni Çin olma hevesini kamçılıyorsa da iki yıldır aralıklarla devam eden sorunlar ve maliyet artışları büyük ticaret ortaklarında ve küresel merkezlerde sert fiyat artışlarına yol açtı. Fiyat artışları da bu coğrafyalarda sıkı para politikası tercihinin öne alınmasını getirdi.
İki Karadeniz komşusunda hem enerji fiyatlarını kamçılayan hem de küresel gıda krizi ihtimalini yükselten bir savaş sürerken bazı sektörlerin uluslararası pazarlarda boşlukları doldurmaya aday olması bir kalkınma modeli ortaya koymaya yetmiyor. Ayrıca fiyat şokları Erdoğan yönetiminin toplumsal desteğini aşındırıyor. Para politikasıyla bir yandan büyüme kamçılanıp öte yandan alınan palyatif önlemlerle bankacılık sektörüne rekor kar yazdırılabilir, ama buradan ileri teknoloji yoğunluklu sanayileşme değil, emek yoğun sektörlerde canlanma çıkıyor.
Herkesin bildiği, Erdoğan yönetiminin bilip de ikrar etmediği hususları bir tarafa bırakırsak modelin dayanıklılığı kısmına dair gözlemcilerin hatasını vurgulayabiliriz. Ana akım muhalefetin ve onlara akıl veren iktisatçıların görmezden geldiği nokta şu: bu kadar büyük çalkantılara karşın Erdoğan yönetimi 2023 baharına kadar dayanma ve Erdoğan’ı yıkıntılar içinde ayakta kalmış bir figür olarak sunmaya kadir. Süregiden siyasi baskı arka planında muhalefet bir “olay” (TÜİK ya da SADAT kapısına gitme ve gündem belirlemenin ötesinde iktidardakileri zorlayacak bir toplumsal hareketlilik) yaratamazsa seçim sath-ı mailinde bugünkünden ne kadar daha avantajlı olacağı tartışmalı.
REJİMİN KONSOLİDE OLAMAMASI NASIL İMKANLAR SUNUYOR?
Türkiye’de akademi koridorlarının dışına taştıkça yaldızları dökülen rekabetçi otoriterlik kavramı üzerine son bir haftadır yayımlanan değerlendirmelerde altı çizildiği üzere herkesin yaşadığı cehennemi betimleyip, sorunlu bir taksonomiye sarılan siyaset bilimciler aslında pek bir şey de söylememiş oluyorlar. Buna karşın akıllarda şu soru yer etmiş olsa gerek: Sonrasında ne olacak? Rejimin konsolide olamaması (ya da mevcut konsolidasyon arayışı) yeni bir siyasal rejime geçişin kapısını aralıyorken nereye yol alacağız?
Rekabetçi otoriterlik kadar yüklü bir kavramın vaadi iktidar değişikliğini takiben otoriterlikten arınma, prosedürel ve liberal demokrasiye geçiş. Ancak popüler siyasal imgelemde “otoriter dönüş”ün 2010’larla özdeşleştirilmesi büyük bir yanılsamaya vesile olup önceki devlet biçiminin otoriter karakterini (yine ana akım yazında vekaletçi demokrasi, kısıtlı demokrasi vb. ile tarif edilse de) küçümsemeye çabucak uzanıveriyor.
Kısacası rejimin konsolide olmaması başka bir siyasal rejime geçiş için umut var diyor. Ancak sosyalistlerin ve Kürtlerin ısrarla altını çizdiği hususu bir kez daha hatırlatacak olursak, bu geçiş için karından konuşmalarla çizilen ufuk 1990’ların ya da 2000’lerin otoriterliğini normalleştirme riski barındırıyor.
2016 sonrasında safra atarcasına görevden uzaklaştırılan polis ve hakimlerin toplam emniyet ve yargı mensuplarına oranları ve göreve başlama tarihleri bize 2000’lerde doludizgin bir güvenlik devletinin kurulmakta olduğunu göstermişti. Örneğin, binlerce siyasi tutsağın yargılandığı davalarla karakterize olmuş 2000’ler midir geçiş sonrası hedef? Yoksa işkencenin sıradan kabul edildiği ve insanların kaybedildiği 1990’lar mıdır ufuk? Ya da grevlerin ulusal güvenlik gerekçesiyle yasaklanabildiği bir anayasa mıdır varılacak menzil? Siyaset bilimciler elbette daha fazla demokrasi istiyor olabilirler, ancak pratik ve siyasi sonuçlara odaklanalım. Ana akım muhalefet geçmişi hatırlamak istemiyor, helalleşmeyi öne çıkarıyor, otoriterliği son on yılla özdeşleştiriyorken, önceki otoriter devleti de normalleştiriyor, siyasal değişim isteğini tek bir kulvara akıtıyor olmasın.
HANGİ DEMOKRASİ, HANGİ OTORİTERLİK?
Televizyonlarda bir gün İstanbul Sözleşmesi, ertesi gün kıta sahanlığı tartışanları dikkate almıyor olabiliriz. Ancak doğrudan muhalefete seslenen ve kendisini onun parçası olarak tanımlayan iktisatçılar ve siyaset bilimciler de son yıllarda kötü bir performans sergiliyorlar.
2018-19 krizi iktidarın daha da yıpranmasına yol açtı ve fakat düşmesine varacak bir tür devlet krizine ya da (sınırlı işçi eylemlerine, aktif kadın hareketi ve direngen Kürt muhalefetine karşın) toplumsal hareketliliğe evrilmedi. İktidara yakın sermaye gruplarının emek-yoğun yatırımlarının önünü açan, askeri-sınai bir atılım hayaline uzanan, küçük ve orta boy işletmelere sürekli nefes borusu temin eden müdahalecilik iktisadi tutarsızlıklara karşın bir süre daha devam ettirilebilir. İktisat kitaplarında Erdoğan tarzı müdahaleciliğin yerinin bulunmaması, yönelimin dayanıklılığının sorgulanmasına yol açmalı ancak aynı zamanda o iktisat kitaplarının ne kadar kalıptan çıkmış olduğunun da göstergesini sunduğu anlaşılmalı.
Türkiye’nin rejiminin kötü yanlarını betimleyerek ve son on ya da yirmi yılındaki bazı düzenlemeleri okuyucuya anlatarak akademik performans kriterlerini yerine getiren bazı siyaset bilimcilerin kavramsal sakızlarını bir kenara bırakmayacaklarını biliyoruz. Ancak rekabetçi otoriterlik ile birlikte gelen ya da kavramın parçası olduğu söylemsel paketin Türkiye’nin önceki on yıllardaki otoriterliğini normalleştirdiğini ya da bundan on ila on beş yıl öncesinin tartışmasını hatırlatacak olursam “demokratik konsolidasyon” ile birlikte geniş halk kesimlerinin aktif siyasete katılımının zinhar uzak durulacak bir tehlike olarak gösterilebildiğini hatırlamak elzem.
İktisatçıların her çalkantı sonrası “bu sefer bitti” aceleciliği de siyaset bilimcilerin Erdoğan tarzı otoriterliğin 1980 sonrası dönemdeki köklerini ve 2000’lerdeki serpilmesini görmezden gelişi de 2023 ve sonrasında olacaklara dair tartışmayı boğuyor. Bu gidişle geçiş sonrası olsa olsa otoriterliğin bir formunun pekiştirilmesi yaşanacak ki onun adı da restorasyon. Bu restorasyon girişiminin milliyetçi bir blok tepesinde sembolik ya da proaktif bir sağcı ama “sosyal demokrat” isimle mi yeni adımları atacağı, yoksa muhafazakar bir siyasetçiyle mi kampanya yürüteceği tartışıladursun, hem iktisatçılar hem de siyaset bilimcilere ekonominin demokratikleştirilmesini, kamusal müdahale ve planlamayı merkeze almayan bir demokratikleşmenin mümkün olmayacağını hatırlatmış olalım. Otoriterlik analizi yapanlara nasıl bir demokrasi arzuladıklarını da tekrar soralım.
Not: Bu vesileyle rekabetçi otoriterlik üzerine son bir haftada yayımlanan değerli dört yazıya dikkat çekmiş olayım:
Taha Parla: Rekabetçi otoriterlik safsatası (t24 – 8 Haziran 2022)
Hasret Dikici Bilgin: Rekabetçi otoriterlik safsata mı? (t24 – 10 Haziran 2022)
Ahmet Bekmen: Bir eleştiri: Ana akım siyaset bilimi içinde rekabetçi otoriterlik (mavidefter – 10 Haziran 2022)
Can Cemgil: Rekabetçi otoriterliğin bilimselliği ve kategorilerin emperyalizmi (t24 – 14 Haziran 2022)
Bu yazı 17 Haziran 2022’de Gazete Duvar’da yayımlamıştır.
Fotoğraf: m31 Frankfurt a. Main Germany 2012 / KamiSilenceAction