İçinde bulunduğu halktan ve sosyal ilişkilerden rahatsız olmayan, onu değiştirmek ve dönüştürmek için çabalamayan bir sol politikanın dönüp dolaşacağı yer sıkışıp kaldığı başlangıç noktası, kendi yağında kavrulmasıdır. Bekmen “halkı terk etmemelisiniz” diye uyarıyor, ben tam tersi istikametten yanayım; sol politikanın sıfır noktası “halkı terk emekten” başlar.
ENDER ŞİAR ARGIN
Ahmet Bekmen Hoca, Mavi Defter’de “duvarsız üniversite” tartışmalarına dair ufuk açıcı bir yazı kaleme almış. “Üniversitelerin halka açılması” gibi (provokatif) bir duyuruyla İstanbul Üniversitesi için ilan edilen “duvarsız üniversite” uygulamasının sosyal medyada yarattığı infialin muhalif ayağına, solun bu meselede açığa çıkan “endişeli muhafazakarlığına” işaret etmiş.
Gerçekten de bir süredir Bekmen’in işaret ettiği gibi “güvenlik kaygılarına”, mahallesini koruma refleksine göre hareket eden, kaygılı ve sinik bir sol muhafazakarlığa, muhayyel/ütopik fikriyattan arınmış-silahsızlandırılmış bir sıkışmanın içindeki iddiasızlığa karşı sol tahayyülü hatırlatmak için önemli uyarılar içeriyor yazı. Elbette üniversite tartışmasıyla sınırlı değil, Türkiye gibi sol “geleneğin” ve “gelenekçiliğin” etkili olduğu coğrafyalar için kuşkusuz üzerine gidilmesi gereken bir mevzu bu.
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim; Bekmen’in bütün uyarılarına katılıyorum, ancak vardığımız sonuçlarda ayrışıyoruz. Çünkü ben, aynı anda kamusal üniversite anlayışı, üniversitenin bilgi üretiminin emekçilerle buluşmasının önündeki duvarların yıkılması, her üniversitenin kent hakkı ve kültürünün bir parçası olarak savunulmasıyla birlikte AKP’nin ve üniversite rektörlüğünün aldığı kararın anti-demokratik olduğunu, dolayısıyla karşı çıkmak gerektiğini, kararın siyasal ajandasının ve ufkunun bizim üniversite tahayyülümüzle örtüşmediğini, üniversiteyi öğrencilerine ve daha da önemlisi yoksul emekçi sınıfların çocuklarına kapatan muktedirin aynı zamanda açamayacağını, niyetin de bu olmadığını savunuyorum.
Pratik bir sorun olarak siyaset
Bekmen’in muhalif siyaset/öğrenci siyaseti için “güvenlik kaygısı” yerine önerdiği motivasyonun “güç ilişkisini” göz ardı etmeye de meyyal olması gibi bir tehlikeyi içermesiyle başlayalım. Birkaç soru: Bekmen’in önerisi, yanı başında cereyan eden üniversite tepkiselliğini bir tür güç siyasetinin inşa alanı değil de “kültürel çatışmanın konforlu alanı” olarak gören kolaycılığa da kapı açıyor olabilir mi? O zaman da ortaya “güvenli” alanlarında siyaset yapmakla suçlanan “muhalif öğrencilere” çekilen bir cesaret kılıcı, ilkesel olarak doğru ancak mukadder olmaktan öteye gidemeyen, tutarlı iddialar, ilkeler, talepler manzumesi çıkabilir mi?
“Güç ilişkisini” görmezden gelirsek eğer, öğrencilerin kayda değer bir bölümünün çok yalın bir sorunun; “üniversite-halk buluşmasını, tahayyül ettiğimiz üniversite pratiğini AKP ve atadığı üniversite memurlarının tepeden inme kararları gerçekleştirebilir mi?” etrafında bir yanıt aradığını göz ardı etmiş olmaz mıyız? Politikanın yalnızca tahayyül edilenle uyuşan bir yol-yordam tasviri, bir ilkeler dökümanı değil de muayyen saldırılara yanıtlar üretme yeteneği olduğunu, nazari değil pratik bir “inşa” eylemi olduğunu görmezden gelirsek eğer, öğrencilerin yönlendirilmesi gereken ilk tepkilerini ve reflekslerini (yabancı düşmanı, seçkinci vb.) tutarlı ve politik söylemlerle kuşatan “solun”, öğrenci siyasetinin, bir siyaset faaliyeti olarak “belirleme” iddiasını da gölgelemiş olmaz mıyız?
Siyasetin, tahayyül edilen üniversitenin yalnızca iddialarla değil, bugünkü imkan ve olasılıklarla nasıl inşa edilebileceğine dair pratik bir sorunla da ilgili olduğunu unutursak eğer, aynı sol siyasetin, tepkilerin/eylemlerin çizgisini demokratik üniversite, karar alma süreçlerinde söz hakkı, üniversitelerin metalaştırılmasına ve öğrencisizleştirilmesine, sermaye yağmasına açılmasına karşı mücadele vb. gündemlere bükmek için gösterdiği çabayı ve karşılığında aldığı son derece olumlu sonuçları (“solcu” olmayan onlarca topluluğun da katıldığı ortak eylemin açıklamasına, öğrencilerin üzerinde uzlaştığı pankartın sloganına bakınız) da görmezden gelmiş olmaz mıyız?
Edebiyat Fakültesi başta olmak üzere üniversite hareketinin tarihsel merkezlerinden birinin, yani bütün bir Beyazıt’ın her gün iktidar provokasyonlarıyla terörize edilirken, solun üniversitelerdeki varlığı polis, faşist çeteler, tarikat örgütlenmeleri ile tasfiye edilirken (maalesef öğrenciler yanlarında “hocalarını” bile göremezken) tepeden inme bir karara karşı üniversitelerini koruma refleksiyle hareket eden, “demokratik üniversite” talebini büyütme imkanı bulan öğrencilerin gösterdiği muhalif tepkileri “egemen siyasete” angaje olmakla, “güvenlik tedbiri” talep etmekle sınırlı görürsek eğer, Mehdi’yi bekler gibi beklediğimiz iddialara, tahayyüle öğrenci hareketini/sol muhalefeti yakınlaştırmış olur muyuz?
Bekmen, kendi üniversite kuşağının en azından bir “üniversite tahayyülüne” sahip olduğunu, mevcut vaziyetin ise o noktadan uzak olduğunu söylüyor. Kuşkusuz doğru. O zaman, örgütleri dağıtılmış, üniversite kapıları üzerine kapatılmış, tekellerin kalifiye işgücü pazarı yapılan kampüslerinin müşterisi kılınmış öğrenci kuşağının, şimdi, “üniversite bileşenlerine sorulmadan alınan hiçbir kararı tanımıyoruz” gibi son derece kritik bir sınır çizgisi çekmesini, “ama uygulamanın özü bizden yana olabilir” gibi bir kuşkuculukla karşılamanın sorunlu bir refleks olmadığından emin miyiz?
Ahmet hoca son derece doğru sorularla iddialarımızı hatırlamamızı öneriyor. Ancak iddia ile mevcudiyet arasındaki ilişkiyi koparırsanız eğer, AKP’nin aldığı her karara “gerekçelerine” değil “saldırı pratiğine” bakarak haklı bir değerlendirme ölçütü koyan öğrencilerinizi “güvenli alanlarında siyaset yapma ufuksuzluğuyla” suçlama talihsizliğine savrulan bazı hocaların söylemlerine de alan açmış olursunuz. Örneğin bir gerekçe olarak milletvekillerinin halkın temsilcileri olduğuna, dolayısıyla özel bir dokunulmazlık zırhına sahip olmaması gerektiğine aklı başında hiçbir solcu itiraz etmez. Ancak AKP’nin dokunulmazlık pratiğinin, Türkiye siyasetinin başına neler açtığını “kestiremeyen” pek çok muhalif akademisyen aramızdadır, yanı başımızdadır.
YTÜ’den bir “siyaset” hatırası
Bekmen’inki kadar olmasa da kasvetli ancak daha hareketsiz bir üniversite kuşağının (2015-2020) çocuğu olarak benim de öğrencilik dönemimde gerçekleşen 2019 YTÜ Millet Bahçesi tartışmalarını anımsıyorum. Üniversitelerde sosyal tesisler yoluyla üniversiteliler ve emekçi sınıfların ortak paylaşım/üretim kültürünü yaratmak aklıselim hiçbir solcunun itiraz etmeyeceği bir taleptir. Ancak o dönem de bugünkü gibi öğrencilerin bu projeye itirazını büyütmek için, sözgelimi Esenler halkının üniversitesini mangal yapmak suretiyle işgal edeceğini düşünen YTÜ öğrencilerine projenin Esenler halkıyla ilgili olmadığını, her birimizin bu “halk” denilen soyut ve spekülatif kütlenin içinden “çıkan” öğrenciler olduğumuzu, projenin AKP’nin bir siyasi rant projesi olduğunu, üniversitelerin halkla buluşmasının AKP’nin üniversitelere dönük saldırılarının (Teknoparklar yoluyla şirket yağması, kampüs yaşamının metalaştırılması, askeri kışla yöntemleriyle özel güvenlik ve polis konuşlanması vb.) durdurulmasıyla kol kola yürümesi gerektiğini, kavgamızın “halk” ile değil üniversite rektörlüğünün iktidarın siyasi ajandasıyla üniversiteyi meclis bahçesine çeviren kararlarına karşı olması gerektiğini anlatmak için epey yorulmuştuk. Nihayetinde azımsanmayacak tepkilerle projenin “Millet Bahçesi” ön eki hasır altı edilmiş, üniversite yönetimi iktidar korkusu ve öğrenci korkusu arasında ikircikli bir tutum almak zorunda kalmıştı.
Derdimiz çok bilmişlik değil; Ahmet hocanın haklı uyarılarının, içinde bulunduğu öğrenci kitlelerine “kamusal-demokratik üniversite” anlayışını zerk etme derdindeki öğrenci siyasetinin çabasıyla birleşmesi, “siyaset” dediğimiz olayın bu kıymetli örneğinin “yetersiz” de olsa potansiyelini büyütmesidir. Politikanın tarihsel görevler, ilkeler ve siyasi yönelimler kadar somut güçler dengesine, içinde bulunulan kalabalığın, yığınların hedefini doğru saptama sorununa, “şu an şu dakika ne yapıyoruz” sorusuna cevap olduğunu da unutmamalıyız. İstanbul Üniversitesi’nin hiç de “seçkinci” olmayan, seçkinci olmadığı gerçeğini kanıtlama ihtiyacı duymayacak sosyalistlerinin, gençlik örgütlerinin somut olarak yapmaya çalıştığı budur. Mesele öğrencilerin ufkunu ve tepkisini yönlendirme kudretine sınırlı da olsa imkanı olanların, “akademi”nin bizden tarafının bu çabanın neresinde olduğu sorusudur aynı zamanda.
Son söz, Bekmen’e kategorik olarak katılmadığım tek noktaya, “halkı terk etmemek” meselesine dair. Ben “halkı sevmek” ile siyaset yapmanın doğru biçimi (genel olarak solcu olmak diyebiliriz) arasında bir nedensellik kurulamayacağını savunuyorum. Hatta solcu olmanın, Tuncay Birkan’dan fazlasıyla esinlenilmiş bir ifadeyle, halkla barışık olmamak, kavgalı olmakla eşdeğer olduğunu düşünüyorum. Sadece halk da değil ülke, millet, cemaat, vatan, gelenek, ahlak vb. bütün kurgusal, belirli tarihsel güç ilişkilerince yaratılmış “kimlik”lere mesafeli olmak, bir bit yeniği aramaktır solcu olmak. Halkın mevcudiyetine, vaziyetine, kaygılarına değil potansiyeline, yaratıcı ve üretici etkinliğine, “üreten ve yöneten halk” tasavvuruna kafayı takmaktır. Liberal özcü ve seçkinci histeriye mesafeli olmak, solcular için halkla “barışık olmayı” gerektirmez. İçinde bulunduğu halktan ve sosyal ilişkilerden rahatsız olmayan, onu değiştirmek ve dönüştürmek için çabalamayan bir sol politikanın dönüp dolaşacağı yer sıkışıp kaldığı başlangıç noktası, kendi yağında kavrulmasıdır. Bekmen “halkı terk etmemelisiniz” diye uyarıyor, ben tam tersi istikametten yanayım; sol politikanın sıfır noktası “halkı terk emekten” başlar.