Sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok yerinde otoriter ve baskıcı rejimlerin dayattığı siyaset anlayışı da bu değil mi zaten: Siyaseti mahallelerin birbirleriyle çatışması üzerinden kurgulamak, muhalif siyaseti de belirli bir mahallenin bekçiliğine sıkıştırmak.


AHMET BEKMEN

Aslında hiç âdetim değildir. Twitter’ı (“X” demek bana saçma geliyor, Elon Musk kusura bakmasın) az kullanırım, nadiren attığım mesajlara gelen cevaplara da cevap yetiştirmem. İşte herkesin bir “farklı günü” olur ya, herhalde benimki de o güne denk geldi ve İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünün üniversite kapılarını herkese açma kararı çerçevesinde gelişen tartışmalara bir twitle giriverdim. Ve tahmin edilebileceği gibi, twitter üzerinden işin içinden çıkamadığım için kendimi bu yazıyı yazarken buldum.

Hakaret ve karalamaları ciddiyet süzgecinin çöp tarafında bırakacak olursak, durumun kendisi, gelen cevap ve reaksiyonlar önemli olduğunu düşündüğüm konuları ortaya çıkardı. Rektörlüğün aldığı karar işin bir yönü. Üniversiteler yüksek bir baskıyla zapturapt altında tutulurken, böylesi bir kararla birden demokratikleşeceğini, kamusal alan haline dönüşeceğini veya özlemini çektiğimiz halk-üniversite buluşmasının sağlanabileceğini düşünmek elbette saflık olur. İşin bu kısmı böyle, ben daha çok buna karşı gelişen tepkilerin içerik ve niteliğiyle ilgileneceğim.  Dolayısıyla akademik değil, siyasi bir bakış açısıyla yazacağım. Siyasal muhalefet üzerine düşünmeye dair örnek bir vaka haline geldiği için bu karar çerçevesinde gelişen tepkileri ele almayı önemli buluyorum.

 

Bugünden başlayalım…

İÜ Rektörlüğünün aldığı karara gelen tepkilerin ağırlığı güvenlik kaygılı. Üniversite kapılarının halka açık olması bir güvenlik kaygısı çerçevesinde ele alınıyor. Bunun bir gerçekliği var mı? Elbette var. Üniversitenin kapılarının açılması özellikle kadın öğrenciler açısından birçok olumsuz olayın gündeme gelmesine yol açabilir. Kaygılar gerçeğe dönüşebilir ve bu ihtimaller karşısında ortaya konacak her türden reaksiyon anlamlıdır. İş “herkesin derslere elini kolunu sallaya sallaya girmesine”, provokasyona, tacize, okula ticari turist kafileleri sokmaya gelirse, elbette tüm bileşenler bir araya gelelim ve ne gerekiyorsa yapalım.

Bir de başka, daha “bulanık” bir kesim var. Bu kesim açısından dert gayet tanımlı: kendi mahallesini, hayat tarzını, güvenlik alanını korumak, “halkın” ve “Afgan’ın” giremediği alanını “steril” tutmak. Çoğunlukla da bu farklı kaygılar birbirinin içine geçiyor ve ortaya bir “kaygı ve endişeler yumağı” çıkıyor.

Sorun bu karışım halindeki kaygı ve beklentilerinin muhalif düşünmeye hâkim hale gelmesiyle başlıyor. Sorun “halk” dendiğinde akla gelen ilk şeyin baskı, taciz, şiddet olması. Sorun üniversitelerin, ironiktir ki bu sefer “muhalifler” tarafından bir güvenlik söylemi ile kurgulanması. Sorun muhalif siyasetin, tam da iktidar mahfillerinin istedikleri gibi, bir “mahalle savunusu” üzerinden ele alınması. Sorun “kültür savaşlarına” teslimiyet. Ve bunun dışında bir muhalefet olanağının ve üniversite tahayyülünün akla gelmemesi.

 

1990’lara bir flashback

Ben 1990’lardaki “Koordinasyon kuşağı”ndan geliyorum. 2000’ler itibariyle de üniversitede çalışmaya başladım ve hala ordayım. Dolayısıyla mesele benim açımdan hem bir kuşak hem de bir üniversite tahayyülü meselesi.

1990’larda öğrenci hareketi polis, İslamcı ve faşistlerin yoğun baskısı altındaydı. Bıçaklanmaktan gözaltında işkencelere kadar uzanan birçok olaya hepimiz şahit olduk. Bu ahval ve şerait içerisinde verilen mücadelenin önemli bir bölümü elbette “faşizme karşı mücadele” çerçevesi içinde yürütüldü. Bu boğucu dönemin eziyetini fiziksel ve ruhsal olarak çeken birçok dönemdaşım varken bu konuda ayrıntılı laf etmek bana düşmez. Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Bu saldırılar üniversite kapılarının “ultra” korunduğu dönemde yaşandı. Yani “güvenlik tedbirleri” güvenlik anlamına gelmedi. Bugün bu anlama geleceğini düşünmek için farklı nedenler olduğu kanaatinde de değilim.

Velhasıl kelam dönem gerçekten zorluydu. Fakat bizim mücadelemiz ana aksını eğitimin paralı hale getirilmesine ve sermayenin üniversite modeline karşı olmak oluşturuyordu. Harçların yükseltilmesine, üniversitelerin emekçi çocuklarına kapatılmasına karşı olduğumuz gibi, dayatılan bir üniversite modeli karşısında farklı bir üniversiteyi de tahayyül etmeye çalışıyorduk aklımızın yettiği ölçüde. Anlatmaya, ikna etmeye çabalıyorduk. Bir ölçüde beceriyorduk da.

Yani: Devletin ve devletin sivil baskı aygıtlarının doğrudan tehdidi altında iken dahi üniversiteye dair tahayyülümüzü bununla sınırlamıyorduk. Çok “zeki” olduğumuz için mi? Elbette, hayır. Üniversite tahayyülümüzü siyasi tahayyülümüz belirlediği için.

O zaman da “azdık”, o zaman da baskı çoktu ve birçoğumuz bunu “kemiklerinde” fiilen hissediyordu. O zaman da halkın birçoğu İslamcı ve faşist partilere oy veriyordu. “Şeriat geldi geliyor” kaygısı bugünden çok daha fazla gündemdeydi. İnsanların “gözaltında kaybedildiği”, devletin çetelerinin her yerde cirit attığı bir zamandı.

Ama ötekileştirilmeyi kabul etmedik. Bu halkın dışında “zararlı unsurlar” olarak gösterilmeyi kabul etmedik. Aksine, “halk biziz, siz kim oluyorsunuz!” deme cüretini gösterdik. Çok “cesur” olduğumuz için mi? Birçok arkadaşımız gerçekten çok cesurdu ama sebep bu değildi. Biz “siyaset yapmak” istiyorduk, sebep buydu.

Ve siyaset yapmanın temel bir kuralı vardı: Halkı “terk etmeyeceksiniz.”

 

Ve bugüne geri dönüş…

Bu yazdığım “ucuz popülizm” olarak görülebilir. Ben olmadığı kanaatindeyim. Siyaset, daha doğrusu sol siyaset, halkın içinde bulunduğu –ve sizin beğenmediğiniz- bir durumdan bir imkân çıkarmak ve onun peşine düşmektir. Bunu yapmıyorsanız “kendi mahallenizi”, “kendi çıkarlarınızı”, “kendi hayat tarzınızı” korumaya ayarlanmışsınız demektir. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok yerinde otoriter ve baskıcı rejimlerin dayattığı siyaset anlayışı da bu değil mi zaten?: Siyaseti mahallelerin birbirleriyle çatışması üzerinden kurgulamak, muhalif siyaseti de belirli bir mahallenin bekçiliğine sıkıştırmak.

Haksızlık etmemek adına şunu da eklemem gerekir: Evet 90’larda “azdık” ama “örgütlüydük”, bu da bize üniversitede oluşabilecek olumsuzluklara müdahil olma gücü veriyordu. Buradan hareketle “eh, işte örgütlenin siz de” diyerek kestirip atmayacağım. İçinde bulunduğumuz dönemde sadece üniversite bileşenleri için değil, toplumun diğer kesimleri için de örgütlenmenin, örgütlü hareket edebilmenin ne kadar zor olduğu aşikâr zira.

Altını çizmek istediğim husus da bu zaten: Bu örgütsüzlük, bu muktedir olmama hali solu hayatın her alanında ana akımlaşan kaygı ve endişelere mahkûm ediyor, siyasal tahayyülünü belirliyor. “Herkes elini kolunu sallayarak sınıflara, derslere mi girsin” diyenlere, “hayır öyle olmasın, ama halkın ücretsiz faydalanabileceği dersler olsun” diyemiyoruz. “Kampüsü mangal alanına dönüştürürler” diyenlere, “neden ‘halk’ deyince aklınıza sadece mangal geliyor?” diye karşılık veremiyoruz. “Üniversite sınav kazanıp orada olmayı hak eden öğrencilerin yeridir” diyenlere, “hayır, durum o değil, şirketler de üniversitede. Onlar kendi ar-ge çalışmalarını yaparlarken küçük üretici çeşitli sorunlarının çözümü için neden üniversiteye gelemesin?” demek aklımıza gelmiyor. Ve benzeri cevapları ardı ardına dizerek farklı bir üniversite-toplum ilişkisini öneremez hale geliyoruz.

“Hoca, iyi diyorsun da, koyun can derdinde sense et” dendiğini duyar gibiyim. Haklı olabilirsiniz, bu kaygıları gözardı edecek kadar kör olmamak gerekir. Ama bunu diyenler de şu soruyu cevaplamalı: “Güvenliğin” üniversite duvarlarını yükselterek, kapılarını iyice “X-Ray”leyerek sağlanabileceğinden emin misiniz? 90’lardaki deneyimimiz bize durumun böyle olmayabileceğini gösterdi maalesef.

Velhasıl kelam söylemek istediğim, muhalif bir siyasetin “halk korkusu” üzerinden kurulmaması gerektiğidir. Siyasal muhalefet bu korkuyu besleyen güvenlik ve “mahalle” kaygılarına teslim edildikçe, bu kaygılar tüm hayat tahayyülümüzü teslim aldıkça kazanan “biz” olmayacağız.

Çünkü “biz” halkı terk edemeyiz. Ettiğimizde kaybederiz.

Gezi’de duvarlara yazılan şu sözü unutmayalım: “Korkma la, biziz, halk.”

 

Bu içeriği paylaş: