§

Toplumsal hareketler ve Marksist metodoloji (3)

§


Neoliberal dönem bir bütün olarak düşünüldüğünde karşı hareketlerin ikili bir eğilimde şekillendiği söylenebilir; bunlardan ilki Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve 2008’lere kadar gelen “toplumsal devrim” ya da “toplumsal değişim” perspektifidir. Arap Baharı ile başlayan toplumsal, kitlesel ayaklanmaların ardından ise siyasal temsil alanı ve düzleminin öne çıktığı daha “yukarıdan” mücadeleler gündeme gelmiştir. Bu nedenle Hal Draper’ın “sosyalizmin iki ruhu” dediği durumun bir bakıma hala güncelliğini koruduğu söylenebilir.


YENER ÇIRACI

Bir önceki bölümde hareket oluşumunun nedenselliklerine dair bir tartışma ele alındı. Sermaye birikiminin, proleterleşme ve metalaşmanın hareket oluşumunda önemli bir rol oynadığından ve özellikle neoliberal dönemde yeni bir piyasalaştırma dalgasının ortaya çıktığından bahsedildi. Neoliberal dönüşüm sürecinin temelinde ilk birikim pratiklerinin önemli olduğu hatta bir noktaya kadar piyasalaştırma dalgasının temelini de oluşturduğuna değinildi. Bu bölüm, genel olarak neoliberal dönemde ortaya çıkan hareketleri ve hareketlerin genel eğilimlerini ele alacaktır.

Karşı Hareketler

Polanyi, piyasalaştırma sürecinin her zaman ikili bir karakter taşıdığını söyler. Bir taraftan sermaye hareketleri, piyasalaştırma süreciyle birlikte yaygınlaşır. Ancak piyasalaştırma yayıldıkça tepkisel hareketlerini de beraberinde getirir. Piyasanın insan doğasına aykırı olduğunu düşündüğü için Polanyi, yayıldığı andan itibaren “toplumun savunusu” çizgisinde hareketlerin ortaya çıkacağını söyler. Dolayısıyla piyasa yayılması “çifte hareket” olarak şekillenir.

Polanyi’nin görüşlerini Marksizm ile ilişkili biçimde daha sistematik bir noktaya taşıyan Michael Burawoy, “çifte hareket” terimini “karşı hareketler” olarak adlandırır. Burawoy da Polanyi gibi göre piyasalaştırma ile hareketler arasındaki temel bağlantı noktasının metalaştırma olduğunu düşünür. Hareketler anti-kapitalist bir içerik taşır ancak oluşumlarını sağlayan, tek başına artık değere el koyma sürecinde ortaya çıkan sömürü ilişkisi değildir. Bunun yanında metalaştırma süreci, önemli ve belki de temel bir etken olarak kendini gösterir.[1] Dolayısıyla ilk birikim ve genelleştirilmiş sermaye birikimi, bu metalaştırma sürecini artan ölçekte yeniden üreten ve hareketleri de aynı döngüsellik etrafında şekillendiren bir durumu ortaya çıkarır.

Yukarıdaki tartışma göz önüne alındığında karşı hareket teriminin spesifik bir toplumsal harekete gönderme yapmadığı, bunun yerine bir tür üst belirleyen biçimde kullanıldığı söylenebilir. Örneğin neoliberal piyasalaştırma döneminde ortaya çıkan hareketler bu çerçevede değerlendirilebilir. Elbette burada her bir hareketi tek bir pota içinde ele alma amacı yoktur. Sadece hareketler arasında bağlantı ve süreklilik ilişkisi olduğunu gösterme amacı vardır. Dolayısıyla karşı hareketler terimi konjonktürel bir nitelikten çok tarihsel bir karakter taşır ve konjonktürel olarak farklı hareketlerin niteliklerini ve deneyimlerini içinde barındırır. Bölümün geri kalanında bu hareketlerin öne çıkan özellikleri, spesifik eğilimleri ve yönelimleri ele alınacaktır.

Neoliberalizm ve Karşı Hareketler

İlk olarak bir ön kabulden hareket etmek gerekebilir; üçüncü dalga piyasalaştırma karşısında ortaya çıkan karşı hareketler özgün bir fenomen olarak değerlendirilmelidir. Bu hareketleri özgün yapan temelde iki durum söz konusudur; ilki, toprağın, emek gücüğünü ve paranın metalaştırıldığı ilk iki dalga piyasalaştırmadan farklı olarak, doğanın ve toplumsal ilişkilerin de metalaştırılmasına yol açan yeni bir dalganın ortaya çıkmasıdır. Hatta bilginin metalaştırılmasını da buna ekleyen çok sayıda araştırmacı söz konusudur.[2] İkincisi, hareketlerin küresel bir değişim ve etkileşim zeminine yönelmesidir. Elbette küreselleşme eğilimleri işçi hareketleri ya da toplumsal hareketler içinde yeni değildir. Dahası Enternasyonal doğrudan bu zeminde kurulmuştur. Ancak bugün hareketleri küresel ölçekte değerlendirmeye olanaklı kılan, kapitalist gelişimin yerel, ulusal ya da bölgesel bir düzeyden küresel bir düzeyde yerleşik hale gelmesidir. Dolayısıyla her bir hareketin hem bu yerleşiklik içinde hem de yeni iletişim teknolojileri aracılığıyla küresel nitelikte olma eğiliminin giderek arttığı söylenebilir.

Ancak tüm bu özgün durumlar hareketlerin tarihsiz ya da kökensiz olduğu anlamına gelmemektedir. Örneğin bugün karşı küreselleşme hareketleri olarak anılan hareketler çoğunlukla 1968’in devamcısı olarak sayılmakta ve gerçekten de 1968’in belirli özelliklerini taşımaktadır.[3] Dolayısıyla neoliberal dönemdeki hareketler bir taraftan piyasalaştırmanın yarattığı yeni varlık koşullarında temellenirken, aynı zamanda ilk iki dalgadan devraldıkları nitelikleri de içinde barındırmaktadır. Immanuel Wallerstein, bu anlamda 1968’in önemli bir moment olduğunu belirtir. 1968, sadece Batılı kapitalist ülkelere karşı gelişmez. Aynı zamanda “eski” sistem karşıtı hareketleri de hedef alır.[4] Ve bu, çok çeşitli sonuçları ortaya çıkarır.

Wallerstein’a göre “eski” sistem karşıtı hareketler, 19. yüzyılın işçi sınıfı hareketleri ve sosyal demokratları, devrimci hareketler ve reel sosyalizm pratikleri ve aynı zamanda ulusal kurtuluş ve milliyetçi hareketlerdir. Her ne kadar 1968’i bir yenilgi olarak değerlendirse de diğer taraftan bir dönemeç noktası olarak görür. Ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan biri, üçüncü dalgada ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin siyasal iktidar mücadelesinden uzak durmasıdır. Wallerstein, eski sistem karşıtı hareketlerin öncelikli hedefinin 1880’lerden bu yana siyasal iktidarın fethi olduğunu belirtir. Bu nedenle 1968’in parçaladığı en önemli mutabakatlardan biri bu hedefin geri plana atılmasıdır. Çünkü “yeni” hareketlere göre “eski” hareketler, kurumsallaştıkları andan itibaren çözümün değil sorunun bir parçası haline gelmiştir.[5]

Bir diğeri, Wallerstein ile benzer görüşleri paylaşan Andre Gunder Frank’ın iddiasıdır. Frank’a göre eski sistem karşıtı hareketlerin iktidar deneyimleri, siyasal üstyapıda ve toplumsal çelişkiler alanındaki sorunları çözme konusunda başarısız olmuştur. Hatta eski hareketler, yeni olarak adlandırılan hareketlerin gündeme aldığı sorunların toplumsal bellekteki yerini de silikleştirmektedir. Başka bir deyişle hem kapitalist dünya ekonomisinin iktidar biçimleri hem de eski sistem karşıtı hareketlerin iktidarı; ırk, cinsiyet, toplumsal cinsiyet gibi belirli alanlardaki mücadelelerin deneyimini, toplumsal bellekteki yerini ve tarihsel köklerini belirsiz hale getirir. Bu nedenle Frank’a göre aslında ortada “yeni” hareketler söz konusu değildir. Bunlar daha çok toplumsal belleğin yeniden inşasını hedefleyen ve bunu başarabilen hareketlerdir.[6]

Dolayısıyla eski sistem karşıtı hareketlerin etkileri ve yansımalarının bir biçimiyle neoliberal döneme de aktarıldığı söylenebilir. Yine de belirli özgün farklılıklar da söz konusudur. Örneğin neoliberalizmin sonunun tartışıldığı bugünlerde toplumsal hareketler arasındaki ayrım ve sınırların da önemli ölçüde daraldığı ya da en azından eskisi kadar keskin görünmediği söylenebilir. Başka bir deyişle, belirli bir toplumsal konu etrafında örgütlenen ya da sadece o alanla sınırlı kalan hareket sayısı oldukça azalmaktadır. Ortak kesenler, etkileşimler, ortak temalar giderek artmaktadır. Örneğin karşı küreselleşme hareketleri bir taraftan kapitalist küreselleşmeyi hedef alırken diğer taraftan farklı toplumsal hareketleri de bu çerçevede yan yana getirebilmiştir. Hareketlerin belirgin niteliği “anti-kapitalizm”dir.[7] Bu nedenle ırk, cinsiyet, toplumsal cinsiyet gibi toplumsal çelişkilerden ortaya çıkan hareketlerin hem kendi aralarında ilişkiselliği arttırdığı hem de sınıfsal çelişkiler ve hareketlerle yakınlaştığı söylenebilir. Ancak burada şunu belirtmek önemlidir; bu yakınlığı sağlayan durumlardan biri hareketlerin kendi içlerindeki ilişkiselliği ise diğeri, sermaye hareketlerinin metalaştırmayı neredeyse her birini ortak bir kesen haline getirecek kadar keskinleştirmesi, derinleştirmesidir. Dolayısıyla sermaye hareketleri ve metalaştırma sürecinin de bu tarz bir zemini ortaya çıkardığı söylenebilir.

Arap Baharı’ndaki ayaklanmalardan bu yana Marksizm ve toplumsal hareketler arasındaki ilişkiye dair tartışmalar hız kazanmıştır. Çoğu araştırmacı sınıf mücadelesi gibi merkezi bir kavramla toplumsal hareketlerin ilişkisini gündeme getirmektedir. Bir başka deyişle “sınıf mücadelesinin toplumsal hareketler aracılığıyla da verildiği” gibi tartışmalar yoğunlaşmaktadır.

Neoliberal dönem bir bütün olarak düşünüldüğünde karşı hareketlerin ikili bir eğilimde şekillendiği söylenebilir; bunlardan ilki Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve 2008’lere kadar gelen “toplumsal devrim” ya da “toplumsal değişim” perspektifidir. Arap Baharı ile başlayan toplumsal, kitlesel ayaklanmaların ardından ise siyasal temsil alanı ve düzleminin öne çıktığı daha “yukarıdan” mücadeleler gündeme gelmiştir. Bu nedenle Hal Draper’ın “sosyalizmin iki ruhu” dediği durumun bir bakıma hala güncelliğini koruduğu söylenebilir.

Bölümün geri kalan kısmı, hareketlerin belirgin eğilimlerini ve nitelikleri göz önüne alınarak üç ana dönemleştirme etrafında incelenecektir. Bunların ilki 1999-2006 arasını kapsayan karşı küreselleşme hareketleri; 2010-2015 arasında meydan hareketleri ve 2019 yılında ve sonrasında yaşanan isyanlardır.

Karşı Küreselleşme Hareketleri

Neoliberal dönemde ilk dalga hareketler, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve “Washington Konsensüsü”nün kabul edilmesinden sonraya denk gelir. “Küreselleşme” ve “yeni dünya düzeni” etrafında ilerleyen bu süreç, eski Sovyet Bloku ve üçüncü dünya ülkelerini küresel kapitalist zincire güçlü bir biçimde eklemeyi hedeflemiştir. Belirli bir döneminde kimi mücadeleler sonucunda elde edilen toplumsal ve kamusal hakların (eğitim, sağlık başta olmak üzere) piyasa ilişkilerine dahil edilmesiyle başlayan bu yeni süreç, çok daha köklü bir dönüşümü beraberinde getirmiştir. Elbette bu dönüşüm süreci karşı hareketini de oluşturmaya başlar. Bugün bu başlangıç, “karşı küreselleşme hareketleri” olarak anılmaktadır.

Karşı küreselleşme hareketlerinin oluşum sürecinin, 1996 yılında Meksika’nın Chiapas bölgesinde Zapatista’ların “Neoliberalizme Karşı ve İnsanlık İçin Kıtalararası Buluşma” çağrısıyla başladığına dair bir kabul vardır. 40 ülkeden çeşitli katılımcılar buluşmaya gelir ve ülkelerine döndüğünde karşı küreselleşme hareketlerinin oluşması için harekete geçer.[8] Ancak hareketin dönüm ya da sıçrama noktası, bilindiği gibi 1999 yılında Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’nün toplanmasına karşı yapılan eylemlerdir. “Seattle Savaşları” olarak anılan bu eylem, karşı küreselleşme hareketlerinin ortaya çıkısını tüm dünyaya duyuran bir etkiye sahip olmuştur. ABD’deki işçi sendikalarının da destek vermesiyle birlikte Seattle’da kitlesel bir gösteri meydana gelir. Yaklaşık 40 bin kişinin eyleme katıldığı belirtilmektedir.

Neoliberal dönemdeki toplumsal hareketlerin ayırt edici özelliklerinin önemli bir kısmı karşı küreselleşme hareketleri döneminde şekillenmiştir. 1960’lı yıllardaki mücadelelerin çeşitliliğinin yanına yeni çitlemelerin ortaya çıkardığı çok çeşitli pratikler de eklemlenir. Köylülerin toprağına el konulmasına yönelik köylü hareketleri, temel kamusal ihtiyaçların ve hakların özelleştirilmesine karşı gelişen hareketler, bilginin metalaştırılması ve üniversitelerdeki neoliberal dönüşüme karşı öğrenci hareketleri gibi çeşitli hareket türleri bunlar arasında yer alır. David Harvey bu çeşitliliği şöyle anlatır:

Ogoni halkının Shell Oil’ın topraklarına zarar vermesine karşı mücadeleleri; Hindistan ve Latin Amerika’da Dünya Bankası destekli baraj inşaat projelerine karşı uzun mücadeleler; biyolojik korsanlığa karşı köylü hareketleri; genetiği değiştirilmiş gıdalara karşı ve yerel üretim sisteminin güvenilirliği için mücadeleler; yerli halkların orman rezervlerine erişimini muhafaza etme ve kereste şirketlerinin faaliyetlerini gemleme savaşı; özelleştirmeye karşı siyasal mücadeleler; kalkınmakta olan ülkelerde işçi hakları veya kadın hakları hareketleri; biyolojik çeşitliliği koruma ve yaşam alanlarının yok edilmesini önleme kampanyaları; toprağa erişim kazanmayı amaçlayan köylü hareketleri; anayol veya hava alanı inşaatı karşıtı protestolar; İMF tarafından dayatılan kemer sıkma programlarına karşı abartısız yüzlerce protesto -tüm bunlar 1980’ler sırasında ve sonrasında dünyaya yayılan ve gitgide artan şekilde manşetlerde yer bulan değişken bir protesto hareketleri karmasının bir parçasıdır.[9]

Dolayısıyla karşı küreselleşme hareketleri homojen bir hareket değildir. Ancak hareketlerin dönemsel olarak tasnif edilmesini sağlayan belirli durumlar ve eğilimler vardır. Kapitalist küreselleşmeye karşı olmak bunlardan biridir. İkincisi ise aynı piyasalaştırma dalgasının küresel ölçekte benzer pratiklerle deneyimlenmesidir. Bu nedenle homojen bir hareket söz konusu olmasa da hem hareketlerin kendi içindeki ilişkiselliği hem de piyasalaştırma dalgasının yarattığı dönüşüm, bunları aynı konjonktürel durumda değerlendirmeye olanak sağlamaktadır. 1968’den 2005’e kadar toplumsal hareketlerdeki dönüşümün izini süren Fouad Kalouche ve Eric Mielants, “kimlik” hareketi olarak değerlendirilen hareketlerle, dönüşüm sürecinde ortaya çıkan diğer hareketler arasındaki etkileşimi şu şekilde anlatır:

Pek çok “kimlik” hareketi 1968’den sonra dünya sahnesinde çoğaldı ve böylece ortak motivasyona, hedef ve amaçlara sahip grup ve bireylerin bir araya gelmesi için gerekli alanı sağladı. Özellikle 1967-1968’de en güçlü dönemini yaşayan öğrenci hareketleri eğitim biçiminin dünya çapında “dönüşümüyle” ani bir şekilde sona ererken, feminist hareketler, cinsel özgürleşme hareketleri, ekolojist ve çevreci hareketler, uluslararası barış hareketleri ve dini ve etnik hareketler geçtiğimiz otuz yıl içerisinde gelişti ve süreklilik kazandı. Hareket dediğimiz bu oluşumların her biri aslında farklı yönelimlere sahip çeşitli insanların karmaşık bir gruplaşmasıydı; bu insanların kimileri, herhangi bir homojenliği kapsamak amacıyla oluşturulmayan “çatı” çerçevesindeki veya dışındaki başka yönelimlerin yanlıları ya da radikal karşıtlarıydı. Bu hareketler yalnızca heterojen değildiler, aynı zamanda sürekli bir dönüşüm içinde birbirlerine nüfuz eden hareketlerdi. “Kimlik” hareketlerinin (1968 sonrası hareketlerin) geniş çatısı altında, 1990’ların sonunda ortaya çıkmış sistem karşıtı yönelimlere sahip “yeni” hareketlerle pek çok bağlantı ve ilişkiye sahip hareketler de bulunuyor.[10]

Michael Löwy, karşı küreselleşme hareketlerinin üç ana başlık etrafında incelenebileceğini öne sürer. Bunlar “direnişin reddiyeciliği, somut talepler ve başka bir dünya ütopyası”dır.[11] Löwy’nin bahsettiği direnişin reddiyeciliği hareketlerin oluşum sürecinin başlangıcına denk düşer. Neoliberal dönüşüme ilk tepki ya da ilk itiraz olarak görülebilir. Yine de bu reddiyecilik hedefsiz ya da yönelimsiz değildir. Çoğunlukla somut talepler etrafında şekillenmiştir. Kuzey ve Güney ülkeleri arasında artan eşitsizlikler, toplumsal dışlanma, toplumsal eşitsizlik, doğanın ve çevrenin tahribatı, savaş gibi pek çok konu etrafında önemli talepler ve değişim istekleri meydana gelmiştir. Dahası sadece bununla da sınırla kalmamış, reddiyecilik ve somut talepler etrafında başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair bir ütopya da geliştirmiştir. Basitçe bir reddedişin ötesinde alternatife yönelik düşünsel tahayyül geliştirilmiş ve bu tahayyül temel gücünü hareketlerin toplumsal alandaki etkisi ve geliştirdiği ilişkilerden almıştır.

Toplumsal isyanlar, ayaklanmalar ve patlamaların uzun bir tarihi olsa da neoliberal dönemdeki ilk biçimlerinin karşı küreselleşme hareketleri döneminde ortaya çıktığı söylenebilir. Zapatistalar’ın “Artık yeter!” sloganı bunları özetler niteliktedir. En temelde neoliberal birikim sürecinin yarattığı adaletsizliğe dair önemli bir tepkisellik gündeme gelir. Toplumsal hareketler içindeki “öfke” durumu bu dönemde önemli ölçüde gözlemlenir. Hatta Löwy, hareketlerin radikalliğini ve gücünü buradan aldığını bile iddia eder. Yani bir tür boyun eğmeme, başkaldırma ve isyan etme öfkesinden.[12] Bu ise beraberinde ikili bir karakter ortaya çıkarır. Toplumsal ilişkiler geliştiren, hedefleri doğrultusunda örgütsel ve stratejik bir hat izleyen toplumsal hareketlerle, neoliberal dönüşüm sürecinin sonucunda ortaya çıkan kendiliğinden tepkisellikleri hibritleştirir. Dolayısıyla “hareketler” teriminin anlamı da değişir. Yeni pratiklerle birlikte terim, sadece örgütlü ya da kurumsallaşmış hareketlere atıfta bulunmaz. Aynı zamanda “yıkıcı, anlık ve kurumsallaşmamış kolektif eylemi de kapsayacak şekilde kullanılır.”[13] Bu öfke sorunun önemli ölçüde görünür hale geldiği kolektif eylem biçimleri özellikle Meydan Hareketleri ve 2019 yılında yaşanan isyanlara da yansımıştır.

Wallerstein’ın 1968 hakkında görüşlerine yukarıda değinilmişti. Buna göre 1968, sistem karşıtı hareketlerdeki iktidar perspektifini önemli ölçüde parçalamıştır. Eski hareketlere karşı eleştirellik etrafında gelişen bu çerçeve, özellikle Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra bambaşka bir boyuta taşınır. Ortaya çıkan konjonktürel durumla birlikte iktidarın yozlaştırdığı ve dolayısıyla toplumsal hareketlerin başka bir perspektif benimsemesi gerektiğine dair görüşler belirgin hale gelir. Hatta meşhur “iktidar olmadan dünyayı değiştirme” tartışmaları da yine bu döneme denk gelir. Karşı küreselleşme hareketlerinin ağırlıkla bu konjonktürde geliştiği ve aslında toplumsal ufku ve ütopyasını da bu çerçeveden geliştirdiği söylenebilir.

Örneğin müşterekler tartışması bunun başında gelmektedir. Müşterekler basit bir biçimde şeylerin ya da mekanların ortak kullanımı anlamına gelmez. “Müşterekleşme” bir siyasal hedeftir ve yeni bir toplumsallık inşasını hedefler. Diğer bir deyişle “müşterekler, öncelikle ve özellikle toplumsal yeniden üretim alanında kapitalist sistemden otonomlaşmaya dayanan ‘toplumsal bir devrim’ öngörür.[14]

Bu öngörü ve hedefin karşı küreselleşme hareketlerinin ütopya tartışmasıyla doğrudan bir bağlantısı olduğu söylenebilir. Öncelikle kapitalist küreselleşme ve piyasalaşma süreci beraberinde bir dizi toplumsal ilişkiyi de getirir. Marx ve Engels’in deyimiyle “sermaye kendi suretinden bir dünya yaratır.” Belirli toplumsal değerlerin, kullanılan ortak şeylerin çitlenmesiyle kapitalist toplumsal ilişkiler egemen hale gelmeye başlar. Ama bunu tersi de söz konusudur. Toplumsal değerlerin ve kullanılan ortak şeylerin müşterekleştirilmesine yönelik mücadele de vardır ve bu, temel olarak “alternatif değer pratiklerinin çarpıştığı” bir zemini ortaya çıkarır. Başka bir deyişle alternatif değer pratiklerinin arasında bir tür hegemonya mücadelesi söz konusudur.[15] Dolayısıyla başka bir dünya mümkün fikri gücünü sadece retorik bir radikallikten almaz. Aynı zamanda metalaştırma süreci karşısında öne çıkardığı alternatif toplumsal ilişkilerden alır. Karşı küreselleşme hareketlerinin özellikle siyasal temsil ve iktidar mücadelesinden uzak durma ya da siyasallığı toplumsal bir alana yayarak “toplumsal devrim” fikri içine yerleştirdiği en önemli noktaların başında bu çerçeve gelmektedir.

Kısacası neoliberal dönemde karşı hareketlerin başlangıcı olarak sayılabilecek karşı küreselleşme hareketleri, ilk birikim pratiklerinin ve bunun getirdiği kapitalist toplumsallık karşısında müşterekleri öne çıkarmıştır. Ama bunu basitçe ortak değer ya da kullanımdan hareketle yapmamış aynı zamanda bunlar etrafında alternatif bir toplumsal ilişki biçimini ve bunun pratik örgütlerini de kurmuştur.

Tüm bunlara rağmen hem öznel (Irak Savaşı sonrasında hareketlerin içine girdiği kriz vb.) hem de nesnel nedenlerden (kapitalist küreselleşmenin genişlemesi ve yerleşiklik kazanması) dolayı hareketler geri çekilmiştir. Hareketlerin geri çekilmesiyle birlikte “toplumsal devrim” iddiası etrafında şekillenen “alternatif toplumsal ilişkiler” ve “başka bir dünya mümkün” fikrinin de önemli ölçüde zayıfladığı söylenebilir. Yine de önceki biçimleriyle olmasa bile bu fikirlerin bir biçimiyle meydan hareketlerine yansıdığını belirtmek gerekir.

Meydan Hareketleri

Alan Badiou, Arap coğrafyasında başlayan ve daha sonra kimi Avrupa ülkelerine de yayılan ayaklanmaları “Tarihin Uyanışı” diyerek selamlar.[16] Elbette Badiou, kapitalizmin mutlak zaferini ilan etmesine ve bunu da “tarihin sonu” olarak adlandırmasına saldırır. Pek çok araştırmacı, tarihsel olarak karşılaştırmalı analizler yapar ve Arap coğrafyasında yaşanan ayaklanmalar sık sık 1848 Devrimleri’ne benzetilir.[17]

Elbette tarihin uyandığı fikri güçlü bir maddi zemine dayanır. Söz gelimi burada selamlanan, neoliberal kapitalizmin yarattığı “mezar kazıcılardır.” 2010 yılına kadar küresel ölçekte, irili ufaklı yüzlerce ve belki de binlerce eylem ve hareket olmasına rağmen, “kapitalizmi yıkan gerçek tarihsel hareketin” ortaya çıktığı en fazla bu ayaklanmalar sonrasında dile getirilmiştir. Bugün bu hareketler, “meydan hareketi” olarak anılmaktadır.

Meydan hareketlerinin oluşumunda 2008 krizinin önemli bir rol oynadığı pek çok kişi tarafından kabul edilmektedir. Dolayısıyla tepkisel tarafı ağır basan bir harekettir ve özellikle önceki toplumsal hareketlerden farklılaştığı pek çok nokta vardır.

Örneğin karşı küreselleşme hareketleri bir dizi içsel krizinden dolayı 2008 krizi gelmeden önemli ölçüde zayıflamıştır. Yine de buradaki toplumsal hareketler hem fikrini hem de eylem, etkinlik ve tarzını bir biçimiyle korumayı başarmış ve 2008 krizinin ardından oluşan hareketlere de yansıtabilmiştir. Dolayısıyla Arap coğrafyasında başlayan ve Yunanistan, İngiltere, İspanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerine ve ardından ABD, Brezilya, Türkiye, Asya ve Afrika ülkelerine kadar yayılan hareketler yeni bir hareket düzlemi ortaya çıkardığı gibi karşı küreselleşme hareketleriyle ya da ondan geri kalanla hibritleşen bir tarzı da barındırır. Şimdi bu ayrım ve benzerlik noktalarına biraz daha yakından bakalım.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Her ne kadar hareket adını alsa da Meydan Hareketleri asıl olarak toplumsal isyan ya da ayaklanmadır. Önceki hareket biçimlerinden en önemli farklılığı burada ortaya çıkmaktadır. Niteliksel noktalar bir yana, bahsi geçen ülkelerde hareketlere katılım oranları yüzbinlerle, milyonlarla ifade edilmektedir. Karşı küreselleşme hareketlerinde ortaya çıkan “yıkıcı, anlık ve kurumsallaşmamış kolektif eylem”, neoliberal birikim sürecinin derinleşmesi sonucunda niceliksel olarak da genişlemiştir. Aynı zamanda, örgütlü ve kurumsallaşmış hareket biçimlerinin neoliberal birikim karşısında öznel krizi ve yenilgi sonucunda varlığı devam etmekle birlikte önemli ölçüde zayıflamıştır. Kısacası meydan hareketleri, içerisinde örgütlü toplumsal hareket ilişkisinin karşı küreselleşme hareketine oranla zayıf olduğu, yıkıcı, anlık ve kurumsallaşmamış kolektif eylemin yaygınlaştığı toplumsal ayaklanmalar ya da isyanlar olarak görülebilir.

Wallerstein ve takipçileri açısından meydan hareketlerinin “sistem karşıtı hareket” olarak değerlendirilmesi olasıdır. Ama önceki sistem karşıtı hareketlerden temel farkı “karşı çıktıları mevcut düzeni değiştirmeye yönelik strateji ve taktiklerini net bir şekilde formüle etmemesidir.”[18] Başka bir deyişle, meydan hareketleri bir ayaklanma olmasının verdiği handikaplardan dolayı alternatif toplumsallık ve başka bir dünya fikri gibi önceki hareketlerin sıkça dile getirdiği ve uyguladığı pratiklerden görece yoksundur.

Hareketlerin alternatif bir toplumsallık pratiğini ortaya çıkardığı en önemi mekân hareketlere adını da veren kent meydanlarıdır. Karşı küreselleşme hareketleri, özellikle yeniden üretim alanında süreklilik sağlamayı ve toplumsal ilişki geliştirmeyi hedefleyen bir mücadele geliştirirken, meydan hareketleri bütün bunları kent merkezine taşıyan, mevcut siyasal iktidar karşısında bir meydan okumaya yönlendiren tarzı ortaya çıkarmıştır. Diğer bir deyişle meydan hareketleri, oldukça heterojen bir karakterdedir ve çeşitli toplumsal kesimlerden farklı katılımlara, taleplere açık durumdadır. Tikel hareketlerin önemli bir bölümünü meydan ekseninde yan yana gelebilmiştir. İşsizlik, yoksulluk, enerji politikaları, göçmen emeği sorunu, finansal sermayeye yönelik tepki, çalışma koşulları, demokrasi, adalet, eşitsizlik, yozlaşmış iktidarlar, baskıcı yönetimler vb. pek çok talep ve vurgu burada görünür hale gelmiştir.

Meydan hareketlerinin karşı küreselleşme hareketlerinden farklılaşma konusunda önemli bir ayrımı da neyi hedefe koyduğu noktasıdır. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra kapitalist küreselleşme sürecinde “devletin geri çekildiği” vurgusu, 1990’ların ortasında başlayan bir söylem olarak sıkça dile gelmiştir. Bu iddia, 2008 finansal krizine kadar bir biçimiyle kendini sürdürebilmiştir. Bu süre zarfında kapitalist küreselleşmenin en önemli kurumları ve görünen yüzü DTÖ, Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlar olmuştur. Bu nedenle karşı küreselleşme hareketleri, bu dönüşüm sürecinin ana aktörlerini hedef tahtasına oturtmuştur. Ancak meydan hareketleri söz konusu olduğunda, daha ulus ölçekli hedeflere doğru bir yönelim olduğu görülmektedir.[19] Arap baharında diktatörlükler, Avrupa’da kemer sıkmalar hedef alınmıştır. Neredeyse tamamında kendi hükümetlerine ve iktidarlarına yönelim söz konusudur.

Meydan hareketlerinin karşı küreselleşme hareketinden ve belki de bir toplumsal hareket örgütlenme formatından bir diğer önemli farkı, hareket bileşenlerinin geliştirdiği toplumsal ilişkide yatmaktadır. Hareketler fiili kent meydanı işgalini sürdürürken “yatay örgütlenme” ve “doğrudan demokrasi” gibi tartışmalar sıkça dile gelmiştir. Ancak yine bir ayaklanma olması ve niceliksel olarak bakıldığında örgütlülük düzeyindeki zayıflık nedeniyle, bu modellerin her biri kent meydanınki fiili işgal süreciyle sınırlı kalmıştır. Başka bir deyişle önceki toplumsal hareketler sürekli bir unsur olarak alternatif toplumsal ilişkiyi yeniden üretmeyi gündeme alırken, meydan hareketlerindeki toplumsallık inşası sadece kent meydanlarındaki fiili işgalle sınırlıdır. Bu nedenle kent meydanlarındaki fiili işgal kırıldıktan sonra başlangıçta “mahalle” ölçeğine doğru bir genişleme yaşanmasına rağmen[20] zamanla sönümlenmiştir. Kısacası karşı küreselleşme hareketleri döneminde başlayan ve siyasal iktidar mücadelesinden uzak duran “toplumsal devrim” iddiasının, meydan hareketlerinde bir sınıra ulaştığı söylenebilir. Kent meydanındaki işgal sonlandırıldıktan sonra hareketlerin önemli bileşenlerinin siyasal alandaki mücadeleye doğrudan katılımı bunun göstergesi olarak görülebilir.

Son olarak şunu belirtmek gerekir. Kapitalizmin 500 yıllık gelişiminde yüzlerce ayaklanma ve isyana rastlanabilir. Ama kapitalist gelişmenin gezegenin her yerine yayıldığı bu tarihsel momentte, ayaklanma ve isyan da sürekli bir unsur olarak varlık kazanmaya başlamıştır. İlk birikim pratikleriyle yaratılan düzlemin artan ölçekte yeniden üretimi, hareketlerin niteliğini, yıkıcılığını ve niceliksel boyutunu da artan ölçekte genişleten bir düzlemi ortaya çıkarmaktadır. Diğer bir deyişle bu tarihsel momentte toplumsal ayaklanma ve isyan, kalıcı bir eylem repertuarı haline gelmeye başlamıştır. Bu nedenle meydan hareketleri, bu momenti yaratan hareketler olarak tarihe geçmiştir.

2019 ve Sonrası Hareketler

Meydan hareketleri ile başlayan yeni sürecin daha sol tandanslı ve görece homojen bir nitelik taşıması 2015’lere kadar sürmüştür. Yunanistan’da Syriza’nın iktidara gelmesi, Podemos’un koalisyon ortağı olması, kent meydanlarındaki fiili işgal olarak başlayan ve ardından siyasal temsil alanında da kendini gösteren hareketlerin pik noktası olarak tanımlanabilir. Elbette bu pik noktasını tanımlayan iki belirgin durum vardır. Bunlardan biri hareketlerin etki alanlarının verili siyasal alanda da güçlü bir konum elde etmesi ve görmezden gelinemeyecek durumda olmasıdır. Bir diğeri ise gerek karşı küreselleşme hareketleri gerekse de meydan hareketlerinin ortak tanımlamaya izin veren kimi özellikleridir. Anti kapitalist bir damar taşıması, eşitlik ve adalet temelinde belirli toplumsal talepleri dile getirmesi bunlar arasındadır. Dolayısıyla her ne kadar hareketler heterojen nitelik taşısa da kitle mobilizasyonu ve yönelimi açısından ortak temellere de sahiptir.

2016 yılında ve özellikle Trump’ın ABD başkanı seçilmesinin ardından kitle mobilizasyonunun sol tandanslı olan anti kapitalist tekeli kırılmaya başlamıştır. Faşist ve sağ hareketlerin yükselişi olarak tanımlanan bu süreç, karşı küreselleşme ve meydan hareketlerinde görece yekpare olan durumu tersine çevirmiştir. Bu nedenle özellikle 2016’dan sonra yaşanan isyanlarda tek taraflı bir yönelim, hedef ve doğrultu görülmemektedir. Başka bir deyişle verili konjonktürdeki siyasal ilişkilerin öncelik haline gelmesi, kitle mobizilasyonunun yönelimini de belirsiz hale getirmektedir. Çünkü bu süreç, kurumsallaşmış ana akım siyasal aktörlerin müdahalesini ve stratejilerini beraberinde getirmiştir.

Sonraki birkaç yıl bu biçimiyle geçse de neoliberal birikim sürecinin kesintisizliği yeni hareket dalgasının oluşumlarını da ortaya çıkarmıştır. 2019 yılında, yekpare bir uyumluluk göstermeyen 60’dan fazla ülkede yeni bir isyan ve ayaklanma dalgası patlak vermiştir.

2019 yılındaki ayaklanmaların ilk örneği olarak Hong Kong eylemleri gösterilebilir. Çin devletine yönelik “gözetim toplumu” eleştirileriyle yükselen eylemler zamanla özerklik ya da bağımsızlık kazanmayı öne çıkaran bir içeriğe kadar genişler. Neoliberal birikime karşı ayaklanma dalgaları ise Ortadoğu, Latin Amerika, Afrika ve diğer coğrafyalarda yaşanır. Lübnan’da “Whatsapp vergisi”, Irak’ta devlet içindeki yozlaşma, İran’da 40 yıldan fazladır süren şeriat rejimi, Cezayir’de yaklaşık 20 yıldır devlet başkanı olan ve yeniden başkan seçilmek isteyen Abdülaziz Buteflika’a karşı ayaklanmalar, Ürdün’de vergi yasası, Mısır’da darbe ile iktidara gelen Sisi, Sudan’da Ömer Beşir, Kazakistan’da yolsuzluklar, Azerbaycan’da düşük ücretler, yolsuzluk ve siyasi baskılar, Ekvator’da akaryakıt zammı, Haiti’de devlet başkanı Jovenel Moise, Peru’da hükümet krizi, Honduras’ta özelleştirmeler, Bolivya’da devlet başkanı Evo Morales’e darbe girişimi, Kolombiya’da devlet başkanı Ivan Deque’nin vergi tasarımı, Hindistan’da yeni tarım yasası, Fransa’da emeklilik yasası vd.[21] Tüm bunlar 2019 yılında yaşanan isyan ve ayaklanmaların ana tetikleyicileridir.

Yeni isyan dalgasının meydan hareketleriyle kıyaslandığında çok daha geniş bir alana yayıldığı söylenebilir. Aynı zamanda bir eylem repertuarı olarak ayaklanmanın daha güçlü bir biçimde yer edindiğinden de bahsedilebilir. Bu yeni hareketlerin önemli farklılıklarından birisi de meydan hareketlerindeki hibritleşmeyi önemli ölçüde geri plana atmasıdır. Başka bir deyişle toplumsal hareket örgütlenme ve ideallerinin yeni dalgada oldukça cılız olduğu söylenebilir. Yıkıcı, anlık ve kitlesel kolektif eylem tarafı daha baskındır.

2019 yılında başlayan ayaklanmaların en önemli farklılığı bu temelde ortaya çıkmaktadır.  Karşı küreselleşme hareketleri ve meydan hareketlerinden farklı olarak alternatif inşa etme konusunda daha etkisiz görünmektedir. Bu isyanlar ve ayaklanmalar ne “başka bir dünya mümkün” sloganını çağrıştıracak ütopik bir vizyona sahiptir ne de kent meydanlarını işgal ettikten sonra “komün” tarzı ortak bir yaşam inşa etme gibi özellikler ortaya çıkarmıştır. Bunların yerine ağırlıklı olarak siyasal talepler görülmektedir. Devlet içinde yolsuzluğu ve siyasi elitlere karşı mücadeleyi öncelemiş, baskı ve otoriterliğe karşı gelişmiştir.

2019 yılında yaşanan ayaklanma dalgasının etkisi Covid-19 pandemisiyle azalsa da tamamen bittiği söylenemez. Hatta ABD’de George Floyd adlı bir siyahinin polis tarafından öldürülmesinden sonra yaşanan ayaklanma, pandemi dönemine denk gelmiştir. Günümüzde de ayaklanmalar hala devam etmektedir.

Bu bölümü sonlandırmadan önce tekrar etme pahasına birkaç noktaya tekrar vurgu yapmak gerekebilir. Öncelikle 2019’daki ayaklanmalar, spesifik özellikleri ya da durumları ortaya çıkaracak biçimde homojen bir görüntü sunmamıştır. Elbette karşı küreselleşme hareketleri ve meydan hareketleri de homojen değildir. Ama gerek karşı küreselleşme hareketlerinin hedef aldığı kurumlar, öne çıkardığı talepler, örgütlenme tarzı ve biçimiyle gerekse meydan hareketlerinin kendine özgü karakteristik eylem repertuarından hareket ederek belirli kategorik tanımlar geliştirilebilir. Her iki toplumsal hareket dalgası da konjonktürel bir durumun belirli özelliklerini yansıtan niteliklere sahip görünmektedir. Oysa 2019 yılındaki ayaklanmalar çok daha çeşitlidir. Neoliberal birikime ve onun temsilcisi durumundaki hükümet ya da devletlere karşı eylemlerin yanında Meksika’da feminist isyan, Katalonya ve Irak’ta bağımsızlık eylemleri gibi örnekler de vardır. Bu nedenle 2019’daki ayaklanmaların karşı küreselleşme hareketleri ve meydan hareketleri gibi spesifik bir görüntü çizdiği söylenemez.

Bir diğeri tarihsel bir süreklilik içinde düşünüldüğünde hareketlerin geçirdiği konjonktürel özellikler ve yansımalarıyla ilgilidir. Temel olarak iki biçimin öne çıktığı söylenebilir. Bunlardan ilki “aşağıdan” ya da “tabandan” mücadeleye endeksli toplumsal değişim ya da devrim hedefidir.  Karşı küreselleşme hareketleri doğrudan bu çerçeveye dahil edilebilir. Meydan hareketleri ise en azından kent meydanlarındaki fiili işgal sonlandırılmadan önce bu çerçevede görülebilir. Yine de “aşağıdan” bir mücadele çerçevesinden siyasal temsil alanın öncelik haline geldiği “yukarıdan” mücadeleye yöneliş de yine meydan hareketlerinin geri çekilmesinden sonra yaşanmıştır. Dolayısıyla hareketin bileşenleri özellikle sonraki yıllarda siyasal temsil ve iktidar mücadelesinin de bir parçası haline gelmiştir.

Diğer taraftan hareketlerin ana akım siyasette ortaya çıkardığı tablo da çok çeşitlidir. Örneğin Şili’de 2 yıldır kesintisiz bir biçimde devam eden ayaklanma sol bir partinin hükümete gelmesine yol açmıştır. Aynı durum Peru, Kolombiya, Brezilya gibi Latin Amerika ülkelerinde de yaşanmıştır. Diğer taraftan sağın ve faşist hareketlerin özellikle pandemi sürecinden sonra güç kazandığı da bir gerçektir. Kimi yerlerde iktidarı kaybetse bile (ABD ve Brezilya) kimi yerlerde de tabanını geliştirmektedir (İtalya, Fransa). Dolayısıyla kitle mobizilasyonu, toplumsal isyan/ayaklanma ve toplumsal hareketler açısından düşünüldüğünde günümüz dünyası yekpare bir netlik sunmamaktadır. Neoliberal birikim sürecinin devamlılığı hareket oluşumunun da bir teminatı olarak görülse bile karşı hareketlerin nereye yöneleceği, dünya çapında isyanların neyin habercisi olduğu şimdilik belirsizliğini korumaktadır. Çünkü burada asıl olarak siyasal iddia ve öncelikler devreye girmektedir.

Görüldüğü gibi karşı hareketler karmaşık bir tablo sunmaktadır. Bu nedenle hareketlere nasıl yaklaşılacağı konusu kimi zaman belirsizlik göstermektedir.  Burada önerilen iki nokta vardır; bunlardan biri neoliberal dönemdeki hareketlerin süreklilik ve karşılaştırmalı biçimde ele alınması gerektiğidir. Başka bir deyişle dönüşüm sürecinin hem konjonktürel hem de tarihsel noktaları belirgin hale getirilebilir. İkinci nokta ise hareket oluşumlarının aslında çok temel bir nedenselliğe (neoliberal birikim) dayandığıdır. Hareketlerin öznel krizleri, zayıflıkları, değişim ve dönüşümleri tarihsel süreç içinde değişim gösterse de yeni mücadeleleri mümkün kılan daima bu nedensellik olmaktadır.

O halde burada şöyle bir soru ortaya çıkar. Eğer bugünün sınıf mücadelesi toplumsal hareketler aracılığıyla da veriliyorsa, Marksist bir sınıf analiziyle karşı hareket incelemeleri hangi noktada buluşur? Hem nedenselliği hem de öznel durumları ortaya koyan bütünlüklü bir analiz çerçevesi geliştirilebilir mi?

Sonraki bölüm, bu sorular etrafında Marksist sınıf analizi tartışmasını ele alacaktır.


DİPNOTLAR

[1] Burawoy, M. (2019) “New Sociology for Social Justice”, Sociology and Social Justice  içinde, M. Abraham (Ed.), Londra: SAGE.

[2] a,g,e. s. 8

[3] Kalfa, C. & Atay, F. (2008), Karşı küreselleşme hareketleri, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (16) 2008 / 2: 127-149

[4] Wallerstein, I. (1993), Sistem Karşıtı Hareketlerin Tarihi ve İkilemleri. Wallerstein, I. & Amin, S. & Frank, A. G. & Arrighi, G. (ed.) Büyük Kargaşa: Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi, İstanbul: Alan Yayıncılık.

[5] A,g,e. s. 40

[6] Frank, A. G. (1993), Yakın Tarihin Toplumsal Hareketleri. Wallerstein, I. & Amin, S. & Frank, A. G. & Arrighi, G. (ed.) Büyük Kargaşa: Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi, İstanbul: Alan Yayıncılık, s. 152.

[7] Martin, W. G. (2008), Toplumsal Hareketler 1750-2005, çev. Deniz Keskin, İstanbul: Versus Yayınları, s. 5.

[8] Löwy, M. (2004), “Alternatif Küreselleşme Hareketinin Reddiyeciliği ve Ütopyası”, Praksis, (13): 89-95

[9] Harvey, D. (2019), Yeni Emperyalizm, çev. A. N. Bingöl, İstanbul: Sel Yayıncılık, s. 147-8.

[10] Fouad Kalouche ve Eric Mielants, Dünya Sisteminin ve Sistem Karşıtı Hareketlerin Dönüşümü: 1968-2005, G. Martin, W. G. (der), Toplumsal Hareketler 1750-2005, çev. Deniz Keskin, İstanbul: Versus Yayınları, s. 256-7.

[11] Löwy, M. (2004), “Alternatif Küreselleşme Hareketinin Reddiyeciliği ve Ütopyası”, Praksis, (13): 89-95

[12] A,g,e. s. 91

[13] Martin, W. G. (2008), Toplumsal Hareketler 1750-2005, çev. Deniz Keskin, İstanbul: Versus Yayınları, s. 15.

[14] Fırat, B. Ö. (2018), Küresel Hareket Döngüleri ve Müşterekleştirme Hareketleri. Sivil Haklar Derneği, Teoriden Mücadeleye Müşterekler Siyaseti, s. 61.

[15] A,g,e. s. 61.

[16] Badiou, A. (2011), Tarihin Uyanışı, çev. M. Erşen, İstanbul: Monokl Yayınları.

[17] Çelik, M. E. (2011), Arap İsyanları, Akademi Yayın.

[18] Özen, H. (2015), Meydan Hareketleri ve ‘Eski’ ve ‘Yeni’ Toplumsal Hareketler, Mülkiye Dergisi, 39(2), 11-40

[19] Bkz, Fırat, B. Ö. (2018), Küresel Hareket Döngüleri ve Müşterekleştirme Hareketleri. Sivil Haklar Derneği, Teoriden Mücadeleye Müşterekler Siyaseti, s. 61. Ayrıca bkz, Burawoy, M. (2019) “New Sociology for Social Justice”, Sociology and Social Justice  içinde, M. Abraham (Ed.), Londra: SAGE.

[20] A,g,e. s. 66

[21]https://www.independentturkish.com/node/84331/d%C3%BCnya/d%C3%BCnya-alev-ald%C4%B1-k%C3%BCresel-eylemlerle-%C4%B1s%C4%B1nan-40-%C3%BClke-40-isyan-1


Fotoğraf:  Frankfurt’ta anti-kapitalist gösteri, 2012, CC BY-NC 2.0


Hareket oluşumunda ‘nedensellik’

Marx’tan Polanyi’ye emek hareketleri

Bu içeriği paylaş: