§

Toplumsal hareketler ve Marksist metodoloji (2)

§


Beverly Sİlver’ın formülüne dönecek olursak, sermayenin hareket ettiği, gittiği her yerde yeni işçi sınıflarını oluşturduğu, yeni hareketleri beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Polanyi’nin de “çifte hareket” dediği benzer bir duruma tekabül eder. Tarihsel bir hareket olarak sermaye ve piyasa ne kadar genişlerse, hareketlerin de benzer bir rota izlediği söylenebilir.


YENER ÇIRACI

Önceki bölümde toplumsal hareketlere ve özel olarak da Marksizmin toplumsal hareketlere yaklaşımına dair bir tartışmaya giriş yapılmıştı. Marx ve Engels’ten başlayarak “hareket” teriminin çeşitli biçimleriyle kullanıldığını, ancak kavramın sistematik bir temele oturtulmadığından söz edilmişti. Bu nedenle kavram, sınıf mücadelesi, praksis, yabancılaşma, hegemonya gibi diğer merkezi kavramların gerisinde ve daha görünmez bir yerde kalmıştı.

Diğer taraftan, özellikle sosyolojik Marksizm tartışmalarıyla ilişkili olarak son yıllarda Polanyi ile Marx’ı birlikte okuyan çalışmaların arttığından söz edilebilir. Polanyi’nin tartışmasının kimi tarafları, sistematik bir tarihselleştirme yapma konusunda çeşitli olanaklar sağlamaktadır. Örneğin piyasalaştırma tartışması bunlardan biridir. Ve bu sistematik, özellikle hareket oluşumunu anlama konusunda önemli açılımlar sağlar.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Hareket oluşumunu anlama konusunda çeşitli belirsizlikler vardır. İlk olarak en genel hatlarıyla bakıldığından toplumsal hareketlerin uzun bir tarihi vardır. Bu uzun tarih, pek çok kazanılmış deneyimi, geliştirilen eylem repertuvarını, simgesel yerleri/mekanları ve daha pek çok şeyi beraberinde getirir. Dolayısıyla hareket oluşumunun bir tarafı, spesifik bir tarihsel dönemde oluşan ve bir biçimiyle kendi kendini sürdürme yeteneğini sağlayan toplumsal hareketlerle ilgilidir.

Hareketlerin kendi kendine sürdürme yeteneği üzerine yapılacak bir tartışma çok daha grift ve öznellikleri ağır basan bir noktaya gelme tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle bu bölümde ağırlıklı olarak hareket oluşumundaki “nedensellik” üzerine odaklanılacaktır. Böyle bir odaklanmanın birkaç temel noktası vardır. En önemlisi üçüncü piyasalaştırma dalgasının ya da daha bilinen ismiyle neoliberalizmin getirdiği kimi özelliklerdir. Eski tipte hareketler bu dönemde varlığını sürdürmekle birlikte neoliberalizm, yeni biçimleri de ortaya çıkarır. Bu ortaya çıkarma sürecini anlama konusunda Bevery Silver’ın “anahtar formül” olarak adlandırdığı bir noktaya atıfta bulunulabilir: “Sermaye nereye gidiyorsa orada direniş vardır.” Bu formülasyon, toplumsal hareketlerin kendi kendini sürdürme yeteneği kadar bir tür nedenselliğe de dayandığını, hatta kimi zaman bunun iradi süreçlerin dışında geliştiğini de vurgular.

Doğrudan bununla bağlantılı olarak bir başka nokta daha vardır: Sermaye birikim süreçleri temelinde ortaya çıkan metalaştırma ve piyasalaştırma. Silver’dan hareketle söylenirse sermaye hareketleri kadar sermayenin birikim koşulları da hareket oluşumlarını tetiklemekte ve beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla birikim sürecine dair bir tartışma “nedensellik” konusunda önemli bir noktaya tekabül eder.

İlk Birikim ve Piyasalaştırma Süreci

Bu tartışmaya girmeden önce bir argüman öne sürülebilir. Polanyi’nin kapitalist gelişimi büyük dönüşüm ve piyasalaştırma süreci olarak kavrayan sistematiği göz önüne alınırsa, ilk birikim pratiklerinin, genelleştirilmiş yeniden üretime ve bu üretim çerçevesinde yaşanan tarihsel dönüşüme eşlik ettiğinden söz edilebilir mi? Başka bir deyişle tarihsel olarak kapitalist üretim ilişkilerinin yayılması, piyasalaştırma ve metalaştırma sürecinin genişletilmesi, her zaman ilk birikime ya da Marx’ın deyimiyle ilk günaha ihtiyaç duyar mı? Argümanı genişletebilmek için “evet” cevabı ile devam edeceğiz.

Bu argümanı kabul ettiğimizde aşağı yukarı şu sonuç ortaya çıkar. İlk dönem piyasalaştırma, metalaştırma ve proleterleştirme dalgasının öncesinde (Polanyi 1790’larda başlatır) Marx’ın ilk birikim dediği dönem yaşanır. Başka bir deyişle buradaki pratikler, kapitalist üretim ilişkilerini oluşturmaya ve kalıcı hale getirmeye başlar. Dolayısıyla Marx’ın tartışması hem genel bir mantıksal argümana oturur hem de tarihsel bir karakter kazanır.

Diğer taraftan piyasalaştırmanın ikinci dalgası, Büyük Savaş ve 1914 ile tarihlenir. 1848 Devrimleri’nden itibaren karşı hareketlerin yükselişi, Dünya Savaşı’na kadar güçlü bir etken olarak varlığını sürdürür ve bu, aslında piyasalaştırmanın bir biçimiyle gerilediği durumları beraberinde getirir. Ancak Dünya Savaşı ile birlikte yeni bir dönemin kapısı aralanır. Savaşla birlikte kapitalizmin yeni aşaması üzerine çeşitli tartışmalar gündeme gelir. Bugün çoğunlukla bu tartışmalar emperyalizm olarak bilinmektedir. Kapitalizmin bu yeni aşaması yeni bir dönüşüm sürecini beraberinde getirmiştir. Ve bu dönüşüm sürecinin öncesinde Luxemburg’un emperyalizm bağlamında yaptığı tartışmalar, sermaye birikimi ve ilk birikime dair tartışmaları da genişletir. Dolayısıyla ilk birikim, yine tarihsel bir dönüşüm sürecinin öncesine denk gelerek yeni toplumsal koşulları beraberinde getirmiştir.

Sermaye sahipleri ve egemen sınıflar, ikinci piyasalaştırma dalgasına Sovyet Devrimi’nin gölgesinde girerler. Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında aldığı konumla birlikte karşı hareketlerin etki alanı da oldukça geniş bir çepere yayılır. Emek hareketi, sömürgecilik karşıtı hareketler, devrimci hareketler bir biçimiyle “altın çağı”nı yaşar. “Keynesçilik” olarak da adlandırılan bu dönem sık sık sermayenin en fazla geri çekildiği dönem olarak anılır. Ancak 1974 petrol kriziyle birlikte durum değişmeye başlar. Yeni bir piyasalaştırma süreci ve onun mantıksal çerçevesi olgunlaşır. İlk defa Şili’de denenen bu yeni durum, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra küresel bir ölçeğe yayılma alanı bulur. Müştereklerin çitlenmesi, doğanın yağmalanmasını da içerecek biçimde yeni bir piyasalaştırma ve metalaştırma süreci meydana gelir. Yeni dönüşüm sürecinin “zor” ile olan ilişkisini de vurgulayacak biçimde “mülksüzleştirme yoluyla birikim”, “istila yoluyla birikim”, “el koyarak birikim” gibi çeşitli tanımlamalar ortaya çıkar.

Kısacası, üç büyük tarihsel dönüşümün sağlanabilmesi için ilk birikim kaçınılmaz bir itki olarak kullanılmıştır. Bu dönüşümler beraberinde yeni toplumsal ilişkileri getirmiş ve genişletişmiş yeniden üretimle bu süreç kalıcı nitelikler sağlamıştır. Şimdi bu tarihsel dönüşüme ve ilk birikim tartışmasına biraz daha ayrıntılı bakalım.

Marx ve İlk Birikim

1990’lı yıllardan ve özellikle Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra ortaya çıkan kapitalist küreselleşme, “ilk birikim” tartışmasına dönüşü çoğaltmıştır. Öncelikle tartışma, kavramın kapitalist gelişmenin tarihsel bir dönemine mi atıfta bulunduğu yoksa kapitalist gelişmenin ve yayılmanın sürekli bir unsuru olduğu üzerine şekillenmiştir. Tahmin edilebileceği gibi çoğu düşünür, ilk birikimin sürekli bir unsur olduğunu ve kapitalist gelişime içkinliğini dile getirir. Bu nedenle kavramı ele almak üzere Marx’a dönüş yapılan tartışmalar hem tarihsel hem de sürekli unsurları bulma konusunda çifte bir karakter taşır. Burada da benzer bir hat izlenecektir.

İlk birikim tartışması, Marx’ın Kapital’in birinci cildinin sonuna eklediği bir bölümle ortaya çıkar. Marx’ın temel amacı, klasik iktisatçılarla, özellikle de Adam Smith ile sermayenin birikim koşulları üzerine bir tartışma girmektir. Bu nedenle Marx ilk birikim çerçevesinde esas olarak bir mülksüzleştirme öyküsü anlatır. Ona göre kapitalist gelişimin ön koşulu, tarımsal üretimin hâkim olduğu topluluklardaki köylülerin üretim araçlarından koparılmasına yani insanların mülksüzleştirilmesine dayanır.[1]

Marx, ilk birikim sürecini anlatırken teolojiden hareket eder ve bunu Hristiyanlıktaki “ilk günaha” benzetir. Başka bir deyişle ilk birikim, sonrasında olayların nasıl gelişim gösterdiğine dair bir başlangıç noktası sunmaktadır. Politik ekonomi açısından bu, bir tarafın nasıl mülk sahibi haline gelip zenginleştiğinin ve geri kalanın nasıl yoksullaştırılıp mülksüzleştiğinin öyküsüdür.

Marx’a göre ana akım iktisatçıların birikim süreciyle ilgili argümanı, bugün bile çok tanıdık noktaları vurgular. Ana akım iktisatçılar kapitalist gelişim, mülk edinme ve zenginleşmeyi temelde ahlaki bir noktaya çeker. Buna göre “bir tarafta çalışkan, akıllı ve her şeyden önce tutumlu bir seçkinler grubu, diğer taraftan tembel, ellerine geçen her şeyi ve daha fazlasını har vurup harman savuran bir serseriler grubu vardır.”[2] Tahmin edilebileceği gibi Marx başka bir hikaye sunar. İlk günah tartışmasına geri dönerek bir tarafın “olanca çalışmalarına rağmen, hala kendilerinden başka satacak bir şeyleri olmayan büyük kitlenin yoksulluğunu” ve aynı zamanda “çalışmayı çoktan bırakmış azınlığın buna rağmen sürekli büyüyen zenginliğini” sorgular.[3] Cevap ise ilk günahta gizlidir.

Marx, sermaye birikiminin bu ilk biçimine -yani akıllı ve tutumlu seçkinlerin zenginlik elde ettiği gibi bir anlatı- ve bu sürecin yarattığı eşitsiz toplumsal ilişkilerin meşrulaştırmalarına dair anlatıların hepsini saçma bulur. Çünkü sermayenin birikim süreci asla mülk sahiplerinin çalışkanlığından ya da akıllılığından kaynaklanmaz. Gerçekte sermayenin ilk biçiminin elde edilmesinde “zorun” önemli bir rolü vardır. Bunu şöyle anlatır:

… mülkiyet sorunu gündeme gelir gelmez, çocuk kitaplarına özgü bir açıklamayı, her yaştan ve tüm gelişkinlik düzeylerindeki insanlar için tek uygun açıklama olarak sarılmak kutsal bir görev olur. Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir. Ekonomi politiğin incelikli tutulmuş kayıtlarında ezelden beri saf ve temiz bir hava hüküm sürmüştür. Hak ve “emek”, ezelden beri biricik zenginleşme araçlarıydı, ama elbette, ‘bu yıl’, her zaman istisna oluşturmuştur. Gerçekte, ilk birikim yöntemleri her şey olabilir ama saf ve temiz olmadıkları kesindir (Marx, 2011: 687).

İşte bu saf ve temiz olmayan pratik dizileri, yeni bir dönemin de kapısını aralar. Temelde kapitalist toplumsal ilişkiler yaygınlaşır ve beraberinde metalaştırma sürecine ortaya çıkarır. Marx, üretim ve geçim araçlarının başından itibaren meta ya da sermaye olmadığını, bunların ancak belirli koşullar altında bu biçimi alabileceğini düşünür. İlk birikim, bu koşulları sağlayan en önemli etkenlerden ve sürükleyicilerden biridir. Çünkü bir taraftan zora dayalı bir proleterleşme süreci yaratır, diğer taraftan emeğin üretim araçlarından ayrışmasını da başlatır. Ve bu büyük dönüşüm süreci başladıktan sonra ayrışma süreci daha da derinleşir. Dahası kapitalist üretim, yeni oluşturduğu koşullarda kendi kendine yetebilecek, ayakta kalabilecek duruma geldikten sonra ayrıştırmayı korumakla kalmaz, büyüyen ölçekte giderek yeniden üretir.[4]

Dolayısıyla, sermaye ilişkisini yaratan süreç işçiyi kendi çalışma koşullarının mülkiyetinden ayıran süreçten başka bir şey olamaz; bu, bir yandan, toplumsal geçim ve üretim araçlarını sermayeye, öte yandan, dolaysız üreticileri ücretli işçilere dönüştüren süreçtir. Demek oluyor ki, ilk birikim denilen şey, üreticileri üretim araçlarından ayıran tarihsel bir süreçten başka bir şey değildir. Bunun bir “ilk” süreç olarak görünmesi, sermayenin ve sermaye ile uyuşan üretim tarzının tarih öncesi dönemini oluşturmasından ileri gelir (Marx, 2011: 687).

Elbette bu devasa dönüşüm süreci sorunsuz yaşanmaz. Zorun rolü de tam olarak burada devreye girer. Çünkü dönüşüm sürecinin sonucunda ortaya çıkan toplumsal koşulların “verili” bir duruma getirilebilmesi için sürekli yeniden üretilmesi gerekir. Zor bir taraftan dönüşüm sürecinin gerçekleşme sürecine yardım ederken, diğer taraftan bu koşulların kalıcı hale gelmesine ve korunmasına olanak tanır. Bu nedenle Marx, bu süreci anlatırken “onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır”[5] demektedir. Bugün bu dönemi “çitlemeler” olarak biliyoruz. Yani “Ortak Toprakların Çitle Çevrilmesi Yasa Tasarıları” aracılığıyla toprak beylerinin halka ait toprakları kendilerine hediye ettikleri, emeğiyle geçinen ve toprak süren bu insanların topraklar üzerindeki kulübelerinin bile yıkıldığı, kır halkının kentlere göç etmeye zorlanarak sanayi proletaryası haline dönüştürüldüğü büyük dönüşüm süreci olarak.

Rosa Luxemburg ve Sermaye Birikimi

İlk birikim ve sermaye birikimi konusunda en önemli katkılardan birini Rosa Luxemburg yapmıştır. Luxemburg, bu tartışmayı Marx’ın genişletişmiş yeniden üretim şemasıyla birlikte ele alır ve Marx’ın argümanını yetersiz bulur. Luxemburg’a göre bu argüman, toplumun kapitalistler ve işçiler arasında bölündüğüne dair bir ön kabulden hareket eder.[6]

Bu şemaya göre, kapitalist sınıfın el koyduğu artık değer, birikimi artırmak için kullanılır. Başka bir deyişle “artık değerin gerçekleşmesi ve birikimi burada aynı sürecin iki yönüdür; mantıksal olarak özdeştir.”[7] Bir diğeri toplumun kapitalistler ve işçiler arasında bölünmesinin ortaya çıkardığı sorunsaldır. Luxemburg’a göre Marx, kapitalist üretim biçimini evrensel bir üretim biçimi olarak görmektedir. Bu nedenle birikim sorununu ele alma bu evrensel tasarım nedeniyle zorlaşmaktadır. Elbette Luxemburg, genel soyutlama düzeyinde ya da kuramsal araç olarak böyle bir bölünme yapılmasının gerekli olduğunu düşünür. Ama aynı zamanda “sadece kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu kendi kendine yeterli bir kapitalist toplumun hiç görülmediğini”[8] de belirtir. Dolayısıyla Luxemburg’un argümanı bu eksikliklerden hareket eder.

Luxemburg, genel soyutlama düzeyinin bir kenara bırakıldığında gerçek yaşamdaki farklı toplumsal ilişkileri ve kapitalist olmayan toplumsal biçimlerin görülebileceğini söyler. Ona göre sermaye birikim sorunları da burada çözüme kavuşur. Luxemburg’a göre kapitalist üretim, kendi kapitalist ve işçilerinin toplam talebinden daha fazla bir tüketim malı sunar. Bu nedenle bu tüketim fazlası, kapitalist olmayan toplumlarla ya da tabakalarla ticaret yapmayı gerektirir. “Şayet bu toplumsal oluşumlar veya mülki bölgeler ticaret yapmaya isteksizse silah zoruyla mecbur bırakılmalıdır.”[9] Dolayısıyla “kapitalist olmayan üretim biçimi, bu sürecin verili tarihsel ortamıdır. Kapitalist olmayan ortam olmadan sermayenin birikimi olanaksızdır” ve dahası “kapitalist üretim biçiminin tek ve mutlak egemenliğini varsayarak birikimin doğru bir tablosuna ulaşılamaz.”[10]

Luxemburg’un argümanı, emperyalizm tartışmaları etrafında şekillenir. Bu nedenle birikim üzerine sunduğu argüman, emperyalizmin çekirdeğini oluşturur. Sömürgecilik, köle ticareti, köylülerin proletaryaya dönüştürülmesi gibi bir dizi olguyu yeniden ele alır. Luxemburg’a göre Marx, bunları dikkatli bir biçimde gözlemler. Yine de sermayenin ortaya çıkısını anlatan bu süreçleri Marx’ın “geçici” olarak kavradığını düşünür. Başka bir deyişle bunlar, “feodal bir toplum içinden kapitalist üretim biçiminin boy vermesinin sancılarıdır.” Oysa Luxemburg, kapitalizmin “o tam olgunluk döneminde de yan yana var olduğu kapitalist olmayan tabakalara ve toplumsal örgütlenmelere her bakımdan bağımlı”[11] olduğunu belirtir. Bu bağımlılık ilişkisini şöyle anlatır:

Sermayenin, hiçbir biçimde engellenmeyen birikim için yerküredeki bütün üretim araçları ile emek gücüne gereksinmesi vardır; doğal kaynaklar ve emek gücü olmadan hiçbir ülkede başarılı olamaz. Aslında kaynaklar ile emek gücünün olağanüstü büyük bölümünün hala kapitalist olmayan üretimin yörüngesinde olduğunu gören -bu, birikimin tarihsel ortamını oluşturur- sermaye, bu yerler ve toplumsal örgütlenmeler üzerinde üstünlük kurmak için elinden geleni ardına koymayacaktır[12]

Luxemburg, argümanı bağlamında son ayrımı iç ve dış pazar arasında yapar. Her ikisinin de kapitalist gelişme için yaşamsal olduğunu ancak bunların temelden farklı olduğunu belirtir. Luxemburg’a göre “iç pazar kapitalist pazardır; üretim kendi ürünlerini satın alır ve kendi üretim ögelerini sunar.” Bunun aksine dış pazar, “kapitalizmin ürünlerini soğuran, kapitalist üretim için de üretim malları ve emek gücü sağlayan kapitalist olmayan toplumsal çevredir.” Dolayısıyla artık değerin sermayeye dönüştürülmesi ve birikimin sağlanabilmesi için her zaman bir “dışarıya” ihtiyaç vardır.[13]

Buradan hareketle Luxemburg’un argümanının ikili bir karakter taşıdığı söylenebilir. Bir tarafı “ekonomik” ilişkiler ya da iç pazar dahilindedir ve biçimsel olarak dahi olsa burada barış, mülkiyet ve eşitlik hüküm sürer. Ama aynı zamanda başkalarının mülkünün temellük edilme süreci de söz konusudur. Bu temellük edilme sürecinde Luxemburg da tıpkı Marx gibi “zor” tartışmasına dönüş yapar. Ama Marx’ın bu temellük edilme sürecini “geçici” olarak gördüğünü, gerçekte bu sürecin kapitalist üretim biçiminin mantığına içkin olduğunu söyler. Hatta Luxemburg, kapitalizmin ayakta kalmasının yegâne koşulunu buna bağlar.

Luxemburg’un ilk birikim pratiklerini kapitalist üretim mantığına içkin kıldığı yer burasıdır. Argümanını “doğal ekonomiyle mücadele adını verdiği” bir tartışma etrafında genişletir. Öncelikle “kapitalizmin kapitalist olmayan toplumsal tabakalara gerek duymasının nedeni, onları kendi artık değeri için pazar, kendi üretim araçları için arz kaynağı ve ücret düzeninin gereksindiği emek gücü için de bir depo olarak görmesidir.[14] Ama doğal bir ekonomiye dayanan üretim biçimleri bunu engelleyici bir rol oynar.

Luxemburg, doğal bir ekonominin toprak temeline dayandığını ve bunun da ortak mülkiyeti benimsediğini söyler. Feodal ya da ilkel topluluklarda toprak birincil geçim aracıdır. Bütün bir toplumsal örgütlenme bu temelde kuruludur ve bu nedenle ekonomik örgütlenme temelde iç talebi karşılamaya yöneliktir. Bu ise yabancı mallara ve metalara olan gereksinimi azaltır. Dahası doğal bir ekonomide üretim araçları ile emek gücü şu ya da bu biçimiyle birbirine bağımlıdır ve bu nedenle üretim süreci devam eder. Dolayısıyla doğal ekonomi, kapitalist üretim biçiminin genişlemesinin önünde bir engeldir. “Bu nedenle de kapitalizm ister köle ekonomisi ister feodal, ilkel komünizm ya da ataerkil köylü ekonomisi olsun, doğal ekonominin her türlü tarihsel biçimini karşılaştığı her yerde ve her zaman yok etmek için mücadele eder.”[15]

Luxemburg’un argümanında siyasal zor ilişkisinin devreye girdiği noktalardan biri burasıdır. Meta değişimini yapmayı istemeyen toplulukları buna zorlamak ilk noktadır. Ancak sadece bununla sınırlı değildir. Aynı zamanda bu toplulukların elinde bulundurduğu doğal zenginliklerin, kaynakların metalaştırılması gerekir. Luxemburg, “sermaye bunların içsel çözülme süreçlerini bekleyecek olsa” bu sürecin “yüzyıllar alacağını” belirtir. Bu nedenle zor, kapitalist üretim biçiminin yaygınlaşması bakımından süreci hızlandıran bir rol oynar. Dahası “sermaye, gelişmişini engelleyen her türlü kapitalist olmayan toplumsal birimi sistematik olarak çökertmeyi ve yok etmeyi planlayarak işe başlamak zorundadır. Böylece ilkel birikim aşamasının ötesine geçilir; bu süreç hale sürmektedir.”[16]

Luxemburg’un analizi hem sermaye birikim ve ilk birikim tartışmasını kalıcı bir biçimiyle Marksist literatüre dahil eder hem de bu tartışmayı oldukça genişletir. Tıpkı Marx gibi onun da argümanı hem tarihsel hem de mantıksal içerimler sunar. Tarihsel içerimler özel bir tarihsel dönemde yani emperyalist yayılmacılığın ve sömürgeleştirmenin yaşandığı bir dönemin arifesinde bunları dile getiriyor olmasıdır. Dolayısıyla kapitalist üretim dışı topluluklardan, tabaklardan söz edilebilir durumdadır. Nitekim Luxemburg’un somut örnekleri de bu çerçeveden şekillenir.

Diğer taraftan mantıksal argümana yaptığı katkı oldukça önem taşır. Çünkü “içeri” ve “dışarı” mefhumunu bugün sadece kapitalist olan ya da olmayan topluluklar olarak düşünmek gerekmez. Neoliberal dönemde “doğal ekonomiyi” çağrıştıracak her türlü geçimlik ekonomi temelde dışsal bir rol oynar ve çözülerek metalaştırılma sürecine katılması gerekir. Aynı şekilde sadece kapitalist üretim dışı toplulukların elinde bulundurduğu doğal zenginlikler değil, bugün doğal zenginliklerden müştereklere kadar neredeyse bütünüyle bir metalaştırma söz konusudur. Dolayısıyla Luxemburg’un mantıksal argümana yaptığı katkı, neoliberal dönemdeki pratiklerle birlikte oldukça genişletilmiş ve yenilenmiş bir çerçeve kazanır.

Neoliberal Dönemde İlkel Birikim

Neoliberal dönemle birlikte ilk birikim tartışmalarına yönelik ilginin canlanmasında otonomist Marksist geleneğin önemli katkısı olduğu söylenmelidir. Peter Linebaugh, Silvia Federici, Massimo De Angelis gibi isimler ve Midnight Kolektifi gibi topluluklar bunlara örnektir. Ayrıca John Glassman, Michael Perelman, David Harvey gibi akademisyenler de bu tartışmayı genişletecek ve güncelleyecek katkılarda bulunmuştur. Dahası neoliberal birikimin özgünlüğünü vurgulamak adına “mülksüzleştirme yoluyla birikim”, “el koyarak birikim”, “istila yoluyla birikim” gibi çeşitli kavramsallaştırmalar ortaya çıkmıştır. Neredeyse hepsinin paylaştığı ortak temel ilk birikim denilen pratiklerin kapitalist üretimin genişlemesine içkin olduğu yönündedir.

İlk olarak De Angelis ile başlanabilir. De Angelis, tartışmayı güncelleme bakımından Marx’ın argümanına yeniden döner ve dikkatli bir okuma sonucunda aslında Marx’ın ilk birikimin “sürekli” karakterini vurguladığını iddia eder. Bu iddianın temelinde “Marx’ın yaklaşımının özünü oluşturan en önemli fikir üreticilerin ve üretim araçlarının birbirinden ayrılması” yatmaktadır.[17] Bu ayrım “sermayenin sınırsız birikiminin çelişkili mantığı ve halkların özgürlük ve saygınlık için verdiği mücadeleler çerçevesinde düşünüldüğünde iki sonuç açığa çıkar.” Bu “hem ilk birikimin tekrarlayan karakterini tarif eder ve hem de esas politik mesele olan kapitalizme alternatif oluşturmaya, yani geçim araçlarına doğrudan erişim konusuna işaret eder.”[18] Bu nedenle De Angelis’in çalışması, tıpkı Luxemburg’un yaptığı gibi ekonomik ve politik süreçleri iç içe ele alır ama aynı zamanda bahsi geçen “alternatif” arayışlarına da katkı sunmaya çalışır.

De Angelis, öncelikle sermaye birikimi ile ilk birikim arasında bir ayrım noktası çizerek işe başlar. Buna göre her iki kavram da üreticilerin ve üretim araçlarının birbirinden ayrılmasını hedefler. Ancak “ilkel birikim olarak adlandırılabilecek olgu… kapitalist üretimin özgüllüğünün bir sonucu değil, onun tarihsel temelidir.” Bundan farklı olarak “birikim, aynı ayrılmanın daha büyük ölçekte yeniden üretimini ifade eder.”[19] Daha açık bir ifadeyle sermaye tarihsel olarak bir kere ortaya çıktıktan sonra “üretim araçlarıyla üreticiler arasındaki ayrılmayı (artan oranda) yeniden üretir.” Dolayısıyla “kavramın içerdiği tarihsellik ilkel birikimin kapitalist üretim tarzından önce gerçekleşmesinden değil -her ne kadar bu aynı zamanda böyle olsa da- eğer bir sermaye birikimi olacaksa ilkel birikimin onun temeli, önkoşulu olduğundandır.”[20] Kısacası De Angelis’e göre ilk birikimin hedef stratejileri şu şekildedir:

İlk birikim, birikimin kapitalist sürecinin genişlemesine “engel” olabilecek sınıflar arası herhangi bir güç̧ dengesini ya da bu dengenin sermaye aleyhine bozulmasını da hedef almaktadır. Marx için işçi sınıfı mücadeleleri kapitalist üretim ilişkilerinin sürekli bir unsuru olduğundan; sermaye, birikim “temelini” yeniden yaratmak için ilkel birikim stratejileriyle sürekli olarak ilişkide olmak zorundadır[21]

Birikim temelini yeniden yaratma konusunda ilk birikim stratejilerinin tam olarak nasıl konumlandığı De Angelis’in yaptığı ayrımdan sonra biraz daha netlik kazanır. Genelleştirilmiş bir yeniden üretim ve sermaye birikimi yaratabilmek adına ilk birikim pratikleri önemli bir zemin sağlamaktadır. Polanyi ve sistematiğine dönülürse, tarihsel olarak düşünüldüğünde her sermaye birikim stratejisiyle birlikte gelen yeni piyasalaştırma dalgasını yaratmak için bu temel sürekli yardıma çağrılmıştır. Sermayenin ilk birikimle sürekli ilişki halinde olmasını gerektiren esas neden de budur.

Tam bu noktada yeni bir sermaye birikimine ve piyasalaştırma dalgasına yol açan bu ilk birikim temelinin neoliberal dönemde nasıl şekillendiğine bakılabilir. En genel hatlarıyla bu dönem tarihsel referanslara da bağlı olarak “yeni çitlemeler” olarak adlandırılır. Örneğin Midnight Kolektif’i yeni çitlemeleri beş genel başlık altında toplar. İlk olarak tıpkı eskisinde olduğu gibi yeni çitlemelerin de geçim araçlarının ortak denetimine son verdiği söylenir. İkincisi, “borçlandırma yoluyla arazilere el koyma” gibi yaygın bir mülksüzleştirme ya da çitleme pratiğidir. Üçüncüsü, küresel ölçeğe yayılan bir göçmen emeğidir. Coğrafi olarak sürekli hareket halinde olan proleter topluluklar, yaşam alanlarından koparılarak piyasa sürecine dahil olur. Bu topluluklar örgütsüzdür, düşük ücretlere tabi olmak zorundadır ve aynı zamanda yasalar ve polis karşısında savunmasızıdır. Dördüncüsü, yeni çitlemelerin yayılabilmesi için Sovyetler’den Çin’e kadar reel sosyalizmin çökmesi gerekmiştir. Son olarak yeni çitlemelerin baskın özelliklerinden biri sadece üretim alanıyla sınırlı kalmayarak yeniden üretim alanına da saldırmasıdır. Müştereklerin özel mülkiyet haline dönüştürülmesi, deniz, sahil ve hatta havanın bile çitlenmesi, bilginin özel mülkiyete dönüştürülerek patentlenmesi gibi bir dizi faktör bunlar içerisinde yer almaktadır[22] (Midnight Kolektifi, 2014: 282-5).

Yeni çitlemeler konusunda benzer vurguyu David Harvey de yapar. Harvey, bu sürecin eskisinden farklı olmadığını, Marx’ın bahsettiği birçok uygulamanın neoliberal birikim sürecine de yansıdığını söyler. Örneğin köylü nüfusunun yerinden edilmesi, topraksız bırakılması son 40 yıl içinde ciddi bir biçimde hızlanmıştır. Tıpkı İngiltere’deki ilk birikim sürecine ve çitlemelere karşı Leveller, Diggers and Quarters gibi komünal toplulukların ortaya çıkıp mücadele ettiği gibi neoliberal birikim süreci de Topraksız Köylü̈ Hareketlerinden Zapatistalara kadar yeni hareket biçimlerini ortaya çıkarmıştır.

Ayrıca Harvey, genel benzerlikler dışında önemli farklılıklara da değinir. Bilginin metalaştırılması ve fikri mülkiyet hakları, genetik maddelerin ve tohumların patentlenmesi; toprak, hava, su gibi doğal kaynakların ve yaşam alanlarının hızla tahrip edilmesi; üniversitelerin neoliberalleştirilmesi ve şirkeştirilmesi; kamuya ait kaynakların “kamuya ait kaynaklara erişim haklarının (devlet emekliliği, sosyal yardım, ulusal sağlık bakımı hakları) özel mülkiyete iade edilmesi, neoliberal ortodoksluk adına uygulanan tüm mülksüzleştirme politikaları arasında en kötülerinden biri olmuştur.”[23] Harvey, “özelleştirmelerin“ bu yeni çitleme sürecini en fazla ayırt eden unsurlardan biri olduğunu düşünür.

Özelleştirme ve piyasanın serbestleşmesi neoliberal hareketin mantarsı olduğu için bunun sonucu, yeni bir “müştereklerin özel mülke dönüştürülmesi” seferinin devlet politikasının hedefi haline getirilmesiydi. Devletin elinde tuttuğu veya ortak olan varlıklar, aşırı biriken sermayenin yatırım yapabileceği, iyileştirebileceği ve üzerinden spekülasyon üretebileceği piyasaya sunuldu.[24]

Sonuç

Bevery Silver’ın formülüne dönecek olursak sermayenin hareket ettiği, gittiği her yerde yeni işçi sınıflarını oluşturduğu, yeni hareketleri beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Polanyi’nin de “çifte hareket” dediği benzer bir duruma tekabül eder. Tarihsel bir hareket olarak sermaye ve piyasa ne kadar genişlerse, hareketlerin de benzer bir rota izlediği söylenebilir.

Buraya kadar olan kısımda toplumsal hareket oluşumunun “nedenselliğine” dair bir tartışma ele alındı. Kuşkusuz ilk birikim ve sermaye birikimi bu hareket oluşumlarını sağlayan, yeni hareketleri ortaya çıkaran önemli dönüşümler ve dinamikleri beraberinde getiriyor. Başka bir deyişle söylenirse, 2010 yılından bu yana küresel bir ölçekte yaşanan toplumsal ayaklanmalar, isyanlar ve patlamalar, tarihsel olarak değerlendirildiğinde 40 yıllık bir birikim sürecinin dinamiğinde meydana geliyor. Bugün hala aynı birikim rejimi etrafında hareket ettiğimiz düşünülürse, neoliberal dönemdeki toplumsal hareketler de birbirinden ayrıksı olarak değil, bütünlük içinde değerlendirilmeyi gerekli hale getiriyor.

Bu nedenle sonraki bölüm ağırlıklı olarak toplumsal hareketler ve örnekleri üzerinden ilerleyecektir.

SÜRECEK


DİPNOTLAR

[1] Tom Bottomore, Marksist Düşünce Sözlüğü, İstanbul İletişim Yayınları, s. 298.

[2] Karl Marx, Kapital Cilt 1, Yordam Yayınları, s. 686.

[3] A,g,e. s. 686-7.

[4] A,g,e. 687.

[5] A,g,e, s. 688

[6] Luxemburg, R. (2013), Birikimin Tarihsel Koşulları. Hudis, P. & Anderson, K. B. (2013), Rosa Luxemburg Seçme Yazılar, çev. T. Tayanç, Ankara: Dipnot Yayınları.

[7] A,g,e. s. 63

[8] A,g,e. s. 66

[9] David Harvey, Yeni Emperyalizm, Sel Yayıncılık, s. 124

[10] Luxemburg, R. (2013), Birikimin Tarihsel Koşulları, s. 87.

[11] A,g,e. s. 86

[12] A,g,e s. 87

[13] A,g,e. 88-9

[14] A,g,e, s. 90

[15] A,g,e s. 90-1

[16] A,g,e, s. 92

[17] De Angelis, M. (2014), Marx ve İlkel Birikim: Kapitalist “Çitleme” Sürekli Karakteri. Göztepe, Ö (der) (2014), İlkel Birikim, Ankara: Notabene.

[18] A,g,e. s. 94

[19] A,g,e. s. 98

[20] A,g,e. s. 99

[21] A,g,e. s. 106

[22] Midnight Notes Kolektifi (2014), Yeni Çitlemeler. Göztepe, Ö. (der), İlkel Birikim, Ankara: Notabene.

[23] David Harvey, Yeni Emperyalizm, Sel Yayıncılık, s. 132.

[24] A,g,e. s. 140


FOTOĞRAF: Rosa Luxemburg 1907’de, Stuttgart’taki bir mitingde konuşuyor.


Marx’tan Polanyi’ye emek hareketleri

Bu içeriği paylaş: