Sermayenin işçiler yaşarken de, ölürken de, öldükten sonra da kendinde gördüğü tasarruf hakkının kökeninde egemenlik ilişkisi yatar. [Bu] egemenlik, Marx’ın Formen’de vurguladığı bir başkasının iradesinin mülk edinilmesine dayalı egemenlik biçimini üretir. Sermayenin inşa ettiği egemenlik ilişkisi, sadece ekonomik alanla sınırlı kalmaz, siyasal ve toplumsal düzeyde egemenliği pekiştirir.


KANSU YILDIRIM

Öldürmenin pek çok yolu vardır: Karnına bıçak saplamak, ekmeğini elinden almak, hastalığını iyileştirmemek, kötü koşullarda yaşatmak, ölesiye çalıştırmak, intihara sürüklemek, savaşa yollamak vs.

Bertolt Brecht (Me-ti)

Türkiye kapitalizminin üretim ve birikim dinamikleri işçileri cesede, işyerlerini ise mezarlığa dönüştürdü. “Sınıf savaşı” kavramının metafor ya da anıştırma olmadığını gösteren en çıplak göstergelerden bir tanesi, iş cinayetleri. AKP’li yıllarda, patronlar tarafından alınmayan işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri, uzun çalışma süreleri, ağır çalışma koşulları, kurumların meslek hastalıklarına kayıtsızlığı, açılan davalarda işçiler ve aileleri aleyhine verilen kararlar, ölen yakınlarının hakkını arayanlara gözaltı ve soruşturma… kısacası üretim alanıyla sınırlı kalmayan, gündelik yaşamın her alanına yayılan kapitalist şiddetten söz ediyoruz. Sermaye ile emek arasındaki cephe savaşında son 20 yılda 30 binden fazla iş cinayeti gerçekleşti.

Sermayenin emek üzerindeki gerçek ve biçimsel boyunduruğu arttıkça iş cinayetleri emek rejiminin karakteristik özelliklerinden birisi haline geldi. ‘Toplumsal cinayet’ formunu alan işçi intiharları ise kapitalist gerçekliğin ölümcül diğer bir suretini oluşturdu. Ekonomik sorunlardan kaynaklı işçi intiharlarını, yapısal kökenlerinden soyutlayarak, ekseriyetle psikolojik ve psikiyatrik bir pencereden göstermeye çalışan burjuva ‘bilimselliği’, işçilerin içerisinde parçalandığı sömürü makinesini görmekten kaçınır. Bu nedenle işçi intiharları ya öznel kalıplara sıkıştırılmaya çalışıldı ya da nötr yaklaşılması gereken bir inceleme nesnesine dönüştürüldü. Buna benzer bir tutum iş cinayetlerinde de ‘kusuru’ işçiye yükleyen, yani onun öznelliğine hapseden hukuki idari anlayışta kendini gösteriyor.

İşçi intiharlarını ‘toplumsal cinayet’ olarak, iş cinayeti düzeninin bir bileşeni olarak değerlendirdiğimizde kapitalist üretim ilişkilerinin oynadığı rol açığa çıkıyor. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabında 1800’li yılların İngiltere’sinde emek örgütlerinin ‘toplumsal cinayet’ diye adlandırdığı olguyu iki yapı halinde ele almıştı. Birincisi, işçilerin sağlıklarını korumalarına ve uzun yaşamalarına elvermeyen koşullar altında çalıştırılması. Bu koşullar, işçilerin yaşamsal gücünü yavaş yavaş çekerek onları zamanından önce onları mezara koyuyor. İkincisi, ölümlerde asli sorumluluğu bulunan burjuvazinin açlıktan ya da kötü çalışma koşullarından ölen işçilerle ilgili davalarda “açlık nedeniyle ölmüştür” gibi yargılardan kaçma/kaçınma eğilimi. Burjuvazi bu olaylarda gerçeği konuşmaya cesaret etseydi kendini suçlamış olacaktı:

Toplum binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu –kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın güçlü eliyle zorladığı– bu binlerce mağdurun yok olacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikte cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir.

26 Aralık’ta Kocaeli’de Kartepe İstasyon Mahallesi’nde bulunan Şok markette çalışan genç kadın işçi marketin deposunda intihar etti. Birkaç ay önce, Ekim ayında, İstanbul Finans Merkezi şantiyesinde çalışan 19 yaşındaki Musa Yıldız inşaatta yaşamına son verdi. Yine aynı şantiyede güvenlik görevlisi olarak çalışan 22 yaşındaki Ferhat Malkaver de Yıldız’dan birkaç ay önce aynı yerde intihar etti. Bu ve bunun gibi işçi intiharlarından sonra patronlar yas sürecinin hiçbir şekilde parçası olmadan mal ve hizmet üretimini devam ettirdi. Finans merkezindeki intiharlardan sonra işçilerin çalışma arkadaşları ile DİSK/Dev Yapı-İş ve İnşaat-İş’li işçiler, Kocaeli Şok mağazasındaki intihardan sonra ise aynı semtteki vatandaşlar bu durumu protesto etti. Ne var ki, işveren statüsündeki hiçbir yetkili, ölen işçinin arkasından arkadaşlarının yas tutmasına izin vermedi.

Sermayenin işçiler yaşarken de, ölürken de, öldükten sonra da kendinde gördüğü tasarruf hakkının kökeninde egemenlik ilişkisi yatar. Kapitalist üretim ilişkilerinde işçinin bedeni, kapitalist açısından, bir değişir sermaye kalemidir; belli bir ücret karşılığında işçinin emek-zaman kapasitesi satın alınır. Böylelikle işçi sermaye dolaşımının basit bir parçasına dönüştürülür, iş süreci kadar işçi üzerinde de eksiksiz denetim sağlanır. Üretimin bu aşamasında kurulan egemenlik, Marx’ın Formen’de vurguladığı bir başkasının iradesinin mülk edinilmesine dayalı egemenlik biçimini üretir. Sermayenin inşa ettiği egemenlik ilişkisi, sadece ekonomik alanla sınırlı kalmaz, siyasal ve toplumsal düzeyde egemenliği pekiştirir.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre, 2013 yılından bugüne 651 işçi, borç, baskı ve işsizliğin de dahil olduğu nedenler yüzünden yaşamına son verdi. İşçi intiharları sonrasında üretimin herhangi bir şekilde durdurulmamasındaki temel saik, işçilere verilen ücretin saatlik karşılığını eksiksiz almak, işgününden sonuna kadar istifade etmek, ciroyu artırmak, kısacası para kazanmaktır. Diğer bir saik ise, yasın yaşanma biçimini belirlemektir. Burjuvazinin etik-politik sınırlarını oluşturan her şey sermaye birikimiyle şekillenirken, yasın bireysel bir duygu olmaktan çıkıp kolektif hale gelerek politikleşmesi engellenmek istenir. İşçi intiharı, ölen işçinin kendisiyle ne kadar güçlü bir biçimde ilişkilendirilir ve onu intihara sürükleyen borç/angarya/değersizlik/aşırı çalışma gibi yapısal nedenlerden ne kadar soyutlanırsa, olağanlaştırılması da o kadar kolay olur. Söz konusu olağanlaşma süreci ölen işçilerin işyerindeki çalışma rutininin korunmasını sağlarken, toplumsal yapıda kayıtsızlığı ve kanıksamayı da yaygınlaştırır.

Thomas Bernhard’ın “Olaylar”[1] kitabındaki bir öykü, işçileri her koşulda üretime devam etmesi gereken ruhsuz birer makine derekesine indirgerken toplumun genelini de kayıtsızlığa ve eylemsizliğe sürükleyen bu yabancılaşma döngüsünü tasvir eder. Giyotine benzeyen bir makine, yavaş yavaş akan bir plastik kütleden büyük parçalar kesmekte, bu kesilmiş parçaları kontrol eden ve onları büyükçe bir kartonla saran kadın işçilerin oturduğu hareketli şeride düşürmektedir. İşçilerden birisi yanlışlıkla makinenin içine düşer ve başı kopar. Kadının kesik başı, kopan plastik parçaları gibi akan şeride inerken, diğer işçiler kapıldıkları dehşet nedeniyle bağıramazlar ve çalışma rutinine uygun bir şekilde, başı alıp bir kartona yerleştirirler. Üretim bandı akmaya, işçiler “şok” doktrini eşliğinde çalışmaya devam eder.

Şok marketinde yaşanan olayın benzeri 2020 yılında Brezilya’da Carrefour mağazasında yaşanır. Market işçisi mesai saatlerinde yaşamını yitirir ve cansız bedeni yerde bırakılıp üzeri şemsiyelerle ve kartonlarla kapatılır. Tüm bunlar olurken mal ve hizmet üretimi durdurulmaz, işçiler çalıştırılmaya devam eder, mağaza açık kalır. Bernhard’ın hikâyesindeki gibi üretim devamlılığı, bandın biteviye hareketi, işçinin cansız bedeninden daha değerlidir—çünkü işçinin ölü bedeni değer üretmemektedir. Sermayenin, işyerlerinde üretime dâhil edilmeyen ve el koyulan artık değer miktarını azalttığı düşünülen ölü zamanı yok etmeye dönük stratejileri, işçileri yok ettiği ölçüde, ölüm duygusunu da önemsizleştirir. Bu da başka bir açıdan, yaşamı idame ettirme şekli kadar ölüm ve yas şekillerinin de sınıfsallığını hatırlatır.

İşçi intiharlarını da, ölen bir işçinin yasının nasıl tutulacağını da, işçilerin örgütlülüğü ve siyasal birliği belirleyecektir. İş cinayetlerinin yüzde 98’inin sendika ya da başka tür bir emek örgütlenmesinin bulunmadığı işyerlerinde gerçekleşmesi, bu gerçeği bütün çıplaklığıyla göstermektedir.


[1] Bernhard’ın çarpıcı öyküsünü hatırlatan Cemil Üzen’e teşekkür ederim. T. Bernhard, Olaylar, Çev. Ahmet Uğur Nalcıoğlu ve Ahmet Sarı, 2002, Babil Yayınları


RESİM: Yüksel Arslan, “Hand” [El], Le Capital serisinde Arture 153, 1970


Bu içeriği paylaş: