Bugün anti-egemenlikçi itirazları tekrarlamaktansa ‘iyi’ bir siyasal ortaklığı hayal etme cüretini göstermek için çok daha fazla gerekçemiz ve dolayısıyla, siyasal teorinin meselesini güncellemeye ihtiyacımız var.
DUYGU TÜRK
Özne meselesine geri dönelim. Siyasal alanda şekilsel benzeşmelerin ötesine geçecek bir akıl yürütmenin, herhangi bir biçime hangi özne tarafından, hangi bağlamda başvurulduğu sorusunu, dahası bu biçimin siyasal alanı daraltan mı yoksa genişleten bir işlev mi üstlendiğini hesaba katması gerektiği fikrindeyim ki bu bize egemenlik mefhumunun da öznesinden bağımsız değerlendirilemeyeceğini söyler. Çoğu zaman her nedense unutulan önemli bir noktayı da hatırlamaya elverir: Egemenlik mefhumu –Hobbesçu egemenlik kuramı da dâhil olmak üzere– kendisine karşı uzun bir mücadele verilmiş olan dinsel iddianın muarızıdır; yani öncelikle, siyasal alanı dinsel anlam dünyasının sınırlarına hapsetme olgusuna karşı aslında alan açma çabasının karşılığıdır. Dolayısıyla “ölümlü bir tanrı” yaratarak rakibinin silahını kendine mal etme girişimini de, bu girişime alternatif yolları da içerir. İşte öznesi ‘halk’ olarak işaret edilmiş egemenlik formülasyonları –Spinoza ve Rousseau çizgisi diyebileceğimiz alternatif hat– hem yaşamı dinsel kurallarla şekillendirmenin kurumsal savunucularına karşı ve hem de kendisini tanrısallaştırmış egemen aktörlere karşı ‘ortaklığı inşa etme’ odağında akıl yürütmüşlerdir. Halk egemenliği bağlamında ortaklığı hayal etmek, ayrıcalıklılar rejiminin tarihsel olarak alabileceği her biçimi bertaraf etmeye dönük bir hamledir. Bugün bu düşünsel çabaların, bana kalırsa yeniden gözden geçirip değerlendirilmeyi hak eden yönü de öncelikle budur, zira her iki düşünür de bize adını hak edecek bir siyasal ortaklığın vazgeçilmez ilkesini işaret etmiştir: Eşitlik-özgürlük düzleminin ‘mutlak’lığı! Tüm diğer mevzular, yani siyasal birlikteliğin kendisini organize ederken başvuracağı düzenlemeler bu temel ilkenin vazgeçilmezliği zemininde pratik olarak kararlaştırılmak üzere ikincildir. Öyleyse halk egemenliği formülasyonları, kendi öznesini eşitler ve özgürler olarak kurar, yani bir ilkeye bağlanır. Ve demek ki ‘kendisini tekrarlayacak olan’ kurucu ilke, eşitlik-özgürlük düzleminin korunması olabilir ancak. Dolayısıyla böylesi bir egemenlik kurgusunda ‘biz’, doğallaştırılmış bir homojenliğin değil, heterojenliğine kayıtsız kalacak anonim-ilkesel bir birlikteliğin adı olarak düşünülmeye müsait hale gelir. Dahası halk egemenliği, ortaklığı çözücü ve siyasal erki ‘gasp’ edici hilelere karşı aktif bir savunma mekanizması gibi düşünülmüştür. Öznenin daima kurucu ilkeyi gözetmesi, bunun için sürekli olarak birlikte düşünüp ‘tartışması’, bu aktif siyasallığının engellenme ihtimaline karşı –yani ayrıcalıklılar rejiminin kendisini yeniden üretmesine, ortaklığı etnik-dinsel bir homojenliğe dönüştürme eğilimlerine, karar alma sürecine el konmasına vb. karşı– tetikte olması gerekir. Açık ki tüm bunların gerçekçi bir tercümesi, eşitliği ve özgürlüğü ‘programlaştırmak’tan imtina ederek yapılamaz; aksine böylesi bir siyasal alanı kurma iradesini de koruma gücünü de şart koşar.
*
Elbette politik ilkelerin ne şimdiden öngörülemeyecek bağlamlarda nasıl somutlanacakları tartışmadan azadedir, ne de her durumda uzlaşılacağının garantisinden söz edilebilir -hayatın devingenliği karşısında teorik her formülasyonun rengi fazlasıyla gri kalmaya mahkûm. Eşitlik ve özgürlük düzlemi olarak kurucu ilkenin, ortaklığı ilgilendiren ile ilgilendirmemesi gereken arasındaki sınırı her defasında apaçık biçimde işaret edemeyeceği de malum -nitekim siyasal kararın konusuna ilişkin bu sınır, her bir pratik durumda bizi büyük sorularla kuşkusuz meşgul edecektir. Ne var ki her tür teorik önermenin hayatın öngörülebilir dertleri karşısında aynı ‘değerde’ olduğunu varsaymak, halk egemenliği gibi ilkesel bir birlikteliğin dinsel-etnik aidiyetlere dayalı herhangi bir oluşumla aynılaştırılamaz niteliğini küçümsemek de bir çeşit körlük olur. Her tür siyasal iktidarı, her egemenlik biçimini ‘dışlayıcı ve baskıcı’ olmakla özdeşleştirmezden önce, eşitlik-özgürlük ilkesinin açıktan reddedilemeyen gücünü, evrensel bir vaadin bugünden hesap edilemeyecek dönüştürücülüğünü akılda tutmak gerekir. Deneyimin değersizleştirdiği siyasal alanı daimi bir tehdit olarak anlamlandırmazdan önce, eşitlik-özgürlük ilkesinin insanlığın henüz deneyimleyemediği politik ufka denk düştüğünü hatırlamak gerekir. Belki de her şeyden önce, yeniden kurma eyleminin cazibeli çağrısını, esin verici birliktelikler inşa edebilme umudunu hissetmeyi denemek gerekir.
Öyleyse yazının tartışmaya açmayı umduğu fikri tekrarlayarak bitireyim: Bugün anti-egemenlikçi itirazları tekrarlamaktansa ‘iyi’ bir siyasal ortaklığı hayal etme cüretini göstermek için çok daha fazla gerekçemiz ve dolayısıyla, siyasal teorinin meselesini güncellemeye ihtiyacımız var. Teorinin incelikli eleştirisini akılda tutmalı ve fakat temel sorusunu yeniden formüle etmeliyiz: Bugünün dünyasında öznesi eşitler ve özgürler olan bir kurucu iktidarı nasıl düşünebiliriz –halk egemenliği mefhumunun açtığı olanakları ve elbette daimi kısıtları nasıl somutlayabiliriz? Salt, yıkıcı siyasal hareketlerin çaresiz tanıkları veya kurbanları olmamak için dahi iktidar kavramına duyulan alerjiyi paranteze almak, egemenliği tüm ‘sınırlarıyla’, tüm riskleriyle yeniden düşünme özgüvenini kazanmak durumundayız.
Zira, kendisini tekrarlamasından memnuniyet duyacağımız kurucu ilkelerin varlığından duyulan şüpheye ve bir parçası olmayı ‘seveceğimiz’ siyasal ortaklıkların hiçbir zaman vücut bulamayacağı fikrine mesafelenmeden, korkarım bugünün ürkütücü gidişatının seline kapılmamayı da başaramayacağız.
**
Fotoğraf: “Barikat”, by kcakduman, (CC BY-NC 2.0)