Bugünün egemenlik pratiklerinin, mutlaklığı piyasa güçlerine terk edip kendisine muğlaklığı araç edindiği tespitinde ortaklaşabiliyorsak eğer, homojenleşme korkusu üzerine de yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?
DUYGU TÜRK
“Anti-egemenlikçi” kuramsal pozisyonlardan türetmeyi denediğim bu anonimleştirilmiş anlatıda çok sayıda parlak fikrin, zihin açıcı uyarının olduğunu görmemek mümkün değil. Benim dikkatimi özellikle ikisi çekiyor. İlki, Machiavelli’den Montesquieu’ya uzanan bir tespitle ilişkilendirilebilir sanırım: Siyasal alanı güç blokları arasında çekişmeli/çatışmalı bir dengenin açtığı uzama denk düşünmek ve böylece egemenliğin imlediği tekçiliği/mutlaklığı, “iktidar iktidarı sınırlandırır” ilkesiyle kırmak. Bu önermeyi, kapsayıcı bir ‘biz’ yaratmak yerine parçalı ‘bizler’in düzenlenmiş, pazarlığa açık rekabetini süreklileştirmek şeklinde soyutlayıp güncelleyebiliriz sanırım. Bağlamımıza tercüme etmeyi denersek, hiçbir sınıfın bir diğeri üzerinde hükümranlık kuramayacağı bir toplumsal-siyasal yapının özgürleştiriciliğine övgüdür bu. Ne var ki bu parlak fikri, kurumlar arasında hayata geçirilecek işbölümünün –yani, bugün anlaşıldığı biçimiyle erkler ayrımının– aranan özgürlüğü sunacağı biçiminde tercüme etmek olası değil. Zira mutlak bir erke mahal vermeyen bu yapı, her iki düşünürün çerçevesinde de, sınıflar arası aktif bir blokaj sistemi olarak düşünülmüştür; yani iktidar(lar), gücü kendinden menkul kurumlarda değil o kurumların toplumsal-sınıfsal dayanaklarında cisimleşir.
İşte ikinci zihin açıcı tespiti de, bu tür bir dengenin mevcut olmadığı, egemen erkin kendisini sınıfsal üstünlüğe koşut biçimde yapılandırdığı koşullara bir yanıt olarak düşünmek mümkün görünüyor. Buna göre böylesi bir hükümranlık karşısında hedef, egemen düzeneği ‘kısa devre’lere uğratmak olmalıdır -yani, hukuk düzeninin kendisini kolaylıkla işletebileceği, böylece karşısındakini rahatlıkla hukuk-dışında konumlandırarak üzerinde tasarrufta bulunabileceği senaryoların ezber akışını bozan kırılmalar yaratmak. Bu önermeyi de şöyle tercüme etmeyi deneyelim: Yeni bir kurucu iktidara aday olmak yerine, dirençli karşı-pozisyonlar yaratmak ve bu yolla egemen erkin ‘biz’ini imkân-dışı kılmak. Veya: Siyasal eylemi yeni bir toplum kurma iradesini somutlayan bir programın, bir hedefin ‘aracı’ olarak değil, tersine, herhangi bir erekle ilişkisini keserek ‘şimdi’nin olanaklarında gerçeklenecek biçimde kurgulamak. ‘Oyunbozan oyunlar’ demeliyiz belki de, zira böylesi bir politik konumlanışın ‘amaçsız araçlar’ın alanı olan estetik ile kurduğu içsel ilişki çarpıcıdır.
Ne var ki düşüncenin böylesi incelikli patikaları ile hayatın soluksuz bırakan yıkıcılığı arasında bugünün dünyasının yarattığı açı da bir o kadar çarpıcı. Kendi yaşamının karar alıcısı olmaktan tümüyle men edilerek zaten iktidarsızlaşmış insanlara kurucu iktidardan geri durmayı salık vermekte, her tür kolektiviteyi itinayla çözen dinamiklerin şekillendirdiği bir çağda her tür ‘biz’in nihai olarak totalite eğilimine varacağını beyan etmekte bir ironi yok mu? Bugünün egemenlik pratiklerinin, mutlaklığı piyasa güçlerine terk edip kendisine muğlaklığı araç edindiği tespitinde ortaklaşabiliyorsak eğer, homojenleşme korkusu üzerine de yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu? Kültürel farkların bir yandan adeta kutsanarak doğallaştırılışında, öte yandan dilenildiği anda nefret adresine dönüştürülüşünde gösterilen maharet, bizleri de politik doğruculukla terbiye etmiyor mu? Öte yandan, bugünün sınıfsal egemenliğinin tam da aranan dengeyi kuracak bir halk öznesini imkân-dışılaştırarak kurulduğunu-sürdürüldüğünü düşünürsek, siyasal alanda uzay ‘boşluğunda’ eyler gibi eyleyemediğimiz de açık değil mi? Belki de şunu görmeye ihtiyacımız var: Biz egemenlikten vazgeçince egemenlik de bizden vazgeçmiyor –aksine, aktif biçimde şekillendiriyor, koşulları yeniden düzenliyor, hareket alanını kimi zaman bir araya gelişleri dahi imkân-dışılaştıracak biçimde daraltıyor. Daha fenası karşısındakini alenen kendisine benzetiyor, öyle ki geriye direnç geliştirecek bir siyasal özne de bırakmıyor. Aynı nedenle, estetik performanslarımızın veya kaçış stratejilerimizin bu parçalayıcı dinamikler karşısında anlamlı bir direnç gösterebileceği fikri de zeminsiz kalıyor. Siyasetin uzun sürmüş itibarsızlaşma macerası, siyasal alandan yoksun tekil bünyelerin nasıl yoksullaştığına dair eski bilgiyi hatırlamaya da izin vermiyor. Oysa bugünün deneyimi, bırakalım tekil dirençleri, dostluk cemaatlerimizin solunan atmosferden bağımsız eyleyebilme kapasitesine duyduğumuz güveni ‘sınamadan varsayma’ eğilimini bile boşa çıkartıyor.
Açık ki siyasal alana dair tarih-üstü kabul ve temennilerimiz, ontolojik birer sabit gibi durdukları yerde durmuyorlar. Aslında egemenliğin mutlaklığından kaçınan bir siyasal alanın dahi ‘kurucu’ bir iradeyi gereksinmesi çok şey söylüyor; günün leviathan‘ının aktif yalıtıklaştırma stratejisi karşısında varlık gösterebilmek için kurucu iktidar ve egemenlik mefhumlarını yeniden düşünmemiz gerekiyor.
DEVAM EDECEK
Fotoğraf: “Polis…”, Giuseppe Milo, (CC BY 2.0.)