Bugün anti-egemenlikçi itirazları tekrarlamaktansa ‘iyi’ bir siyasal ortaklığı hayal etme cüretini göstermek için çok daha fazla gerekçemiz ve dolayısıyla, siyasal teorinin meselesini güncellemeye ihtiyacımız var. Teorinin incelikli eleştirisini akılda tutmalı ve fakat temel sorusunu yeniden formüle etmeliyiz: Bugünün dünyasında öznesi eşitler ve özgürler olan bir kurucu iktidarı nasıl düşünebiliriz -halk egemenliği mefhumunun açtığı olanakları ve elbette daimi kısıtları nasıl somutlayabiliriz?


DUYGU TÜRK

Siyasal teorinin oldukça uzun bir süredir egemenlik mefhumuna muhalif düşünürlerin katkılarıyla şekillendiği bir sır değil -Arendt’ten Lefort’a, Benjamin’den Agamben’e ve hatta Rancière’e uzanan bir yol var. Faşizm-nazizm deneyiminin bıraktığı o ürkütücü tortu düşünülürse, üzerine alternatif deneyimlerin yarattığı hayal kırıklıkları da eklenirse “en üstün siyasal erk” anlamına gelen bir kavrama mesafelenmek elbette şaşırtıcı değil. Bu eleştirileri izlemek ve egemenlik mefhumunun mutlaklıktan şiddete, ereksellikten hukuka uzanan anlam dairesini kavramak gibi bir sorumluluğumuz olduğu da kuşku götürmez. Öte yandan egemenlik meselesinin nihai olarak yeni bir siyasal birlikteliği kurma iradesini işaret ettiğini -yani kurucu iktidar sorusunu da kaçınılmaz biçimde çağırdığını- ve bu pozisyonların egemenlik mefhumunu kategorik olarak -yani öznesinin kim olduğundan tümüyle bağımsız olarak- reddettiklerini hesap edersek eğer, ilgili kuramsal itirazların politik ufkumuzu doğrudan etkileyen nitelikte olduklarını da tespit edebiliriz. Demek ki “anti-egemenlikçi” kuramsal pozisyonları aynı zamanda siyasal talep, iddia ve yönelimleri şekillendirici, siyasal iktidara aday olup olmama gibi temel politik tutumları belirleyici rolleri üzerinden değerlendirme gibi bir sorumluluğumuz daha var. Öyleyse soru şu: Kişisel yaşamların siyasal ve iktisadi güçler karşısında ürkütücü bir güçsüzlükle karakterize olduğu bugünün dünyasında, siyasal iktidarı hedeflemeye mesafelenmek gerçekten de anlamlı bir politik öneri mi? Bir o kadar önemli bir diğer soru da belki şu: Yıkıcı siyasal biçimlerin kendini yineleme riski her geçen gün daha da gerçek bir ihtimale dönüşürken, egemenlikten vazgeçmenin geriye etkili bir itiraz zemini, anlamlı bir önleyici araçlar seti bırakacağına emin miyiz?

Yazının meramını baştan söyleyeyim: Bugün anti-egemenlikçi itirazları tekrarlamaktansa ‘iyi’ bir siyasal ortaklığı hayal etme cüretini göstermek için çok daha fazla gerekçemiz ve dolayısıyla, siyasal teorinin meselesini güncellemeye ihtiyacımız var. Teorinin incelikli eleştirisini akılda tutmalı ve fakat temel sorusunu yeniden formüle etmeliyiz: Bugünün dünyasında öznesi eşitler ve özgürler olan bir kurucu iktidarı nasıl düşünebiliriz -halk egemenliği mefhumunun açtığı olanakları ve elbette daimi kısıtları nasıl somutlayabiliriz? Salt, yıkıcı siyasal hareketlerin çaresiz tanıkları veya kurbanları olmamak için dahi iktidar kavramına duyulan alerjiyi paranteze almak, egemenliği tüm ‘sınırlarıyla’, tüm riskleriyle yeniden düşünme özgüvenini kazanmak durumundayız.

 

*

Fakat önce -serbest bir biçimde- egemenlik mefhumuna yöneltilegelmiş radikal eleştirinin anahatlarını düşünmeyi deneyelim. Akla ilk gelen, muhtemelen, bu kendinden menkul erkin mutlaklığı olacaktır. Gerçekten de tüm modern egemenlik teorileri, ex nihilo tabirinin hakkını veren bir sıfır noktası, bir başlangıç momenti varsayarlar. Egemenliğin doğuş anına ve bir kez ortaya çıktıktan sonra herhangi bir normla kendini bağlı hissetmeyecek sınırsızlığına ilişkin bu mutlaklık, açık ki siyasal alanı ‘kapatma’ ve giderek siyasal kararları ‘zorunlulukla’ özdeşleştirme potansiyeli demektir. Egemenliği totalitarizm kavramı odağında düşünüp reddeden yaklaşımlar için bu, tartışmayı -dolayısıyla da çoğulluğu- imkândışı kılan bir katiyet riski anlamına gelir. Dolayısıyla egemenlik, henüz tanımlayıcı niteliğinden başlamak üzere, nihai karar mercii olmanın verdiği üstünlükle eyleyen, dahası bu üstünlüğü siyasal alanda her tür alternatifi yok etme gücüne çevirme eğilimini bünyesinde barındıran bir ‘şiddet’ potansiyeli demektir. Elbette aynı mutlaklık, egemenliğin öznesinin ‘Bir’leştirici iddiasının taşıdığı ‘homojenlik’ riskinde de karşımıza çıkar -ister Hobbesçu bir leviathan‘dan ister Rousseaucu bir halk egemenliğinden söz edilsin, her durumda, egemenliğin cisimleştiği merciin birleştiriciliğinde tek-tipleştirici bir ‘biz’ tespit edilir. Kuşku yok ki böylesi bir ‘biz’ kendisini kaçınılmaz olarak -dışlanmaktan düşmanlaştırılmaya varan bir skala karşısında savunmasız kalmaya mahkum- bir ‘öteki’ hilafına tanımlayacak, pekiştirecektir. Yani egemen bir ‘biz’, kendisine benzetemediğini en hafif deyimle dışlayacak, gücü yettiğince de ‘yok etme’ye girişecektir. Öyleyse şöyle söylenebilir: Egemenlik eleştirisi daima, egemenliği kendinde cisimleştiren merciin totaliterleştirici hayaleti zihinde tutularak yapılır. Dolayısıyla aynı pozisyonun, evrensellik taşıyan her tür iddiaya şüpheyle yaklaşıp siyaset-dışı addetmesi de tesadüf değildir -evrensel mefhumunda da, tıpkı ‘birlik’te olduğu gibi, çoğulluğu tehdit eden bir aynı’laştırma eğilimi tespit edilir.

Öte taraftan, totalitarizmin “siyasal iktidar karşısında mutlak korunaksız” bırakan tablosunun karşısına hukuka koruyucu bir kalkan rolü atfederek yerleşen politik pozisyonların da egemenlik eleştirisinin muhatabı olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda da egemenlik, iktidar kurmak ile özdeş ve hukukla -fakat koruyuculuğunu salt kendi düzeni lehine işleten bir hukukla- aynı saftadır. Hukuk bir taraftan ‘evrensel’ kapsayıcılık iddiasının ‘totalite üretme’ anlamına geldiği kabulüyle, diğer taraftan kurucu bir iktidarın hükümranlığını sürdürme işlevinden ibaret olduğu kabulüyle egemenliğin suç ortağı konumundadır. Her durumda, adalet mefhumuyla bağını tümden koparmış bir sinir ucu gibi adeta, salt iktidarın bekçisi rolünde veya ‘kendi kendisinin amacı’ halindedir. Bu anlamda hukuk ilkesizleşmiş ve fakat bedenler üzerinde iktidarını mutlaklaştıracak kadar da derinleşmiştir. Kendisine alternatif bir iktidar olma yolundaki her tür edimi ‘tanır’, muhatap alır ve kendi dairesine dâhil eder. Egemenliğin -bizzat kendisine sınır çizmesi ümit edilen- hukuk marifetiyle dahi düzenin kapanına kıstıran bir mutlak güç olarak işleyeceği fikri, böylece siyasal iktidara dair ‘kaçınılması gereken’ tahayyülünü pekiştirir. Öyleyse hukuk düzeni üzerinden geliştirilmiş eleştirinin, aynı zamanda, eşitlik-özgürlük idealinin ‘programlaştırılamayacağı’ önermesiyle yakından ilintili olduğu da söylenebilir: Her tür program, bir hedef -yani bir erek- biçimine bürüneceğinden, tam da hukuk düzeninin oynadığı ‘kendi kendinin amacı’ olma rolünü taklit etmeye de evrilecek, aynı sarmalı yeniden üretecektir. Ve ortada bir erek varsa, o ereğin karşısında insan hayatlarının kolaylıkla talileşmesi de an meselesi demektir. Zira ereğin ‘iktidarı’ diğer her şeyi araçsallaştırarak kurulur -yani, erek ne kadar masum olursa olsun, kendi hukukunu yaratacak, kendi yasaklarını koyacak, cezalandıracak, öteki’ni işaret edecek, dışlayacak, yok edecektir vb. Bugün eşitliğin tutkulu savunuculuğu da dâhil olmak üzere siyaseti bir programdan, dolayısıyla iktidar olma iddiasından bağımsız düşünmeyi şart koşan tüm teorik pozisyonlarda “araçlar ve amaçlar” arasındaki böylesi bir kısır döngüye duyulan tepkiyi tespit etmek mümkündür.

Toparlayalım: Tüm bu çerçeve, egemenlik mefhumunu tıpkı işleteninden bağımsız bir mekanizma gibi aynı döngüyü üreten, aynı problemli ‘el koyma’ edimini hayata geçiren bir düzenek olarak algılar -egemen olan bir ‘Halk’ olduğunda dahi, kendi karşısında çıplak hayata mahkûm edip yaşamına el koyacağı bir ‘halk’ı mutlaka üretecektir. Öyleyse aynı kapanı yaratması kaçınılmaz olan bir inşacılıktan, kurucu bir iktidar olmaya adaylıktan geri durmak da gerekir.

**

(Devam edecek)


Fotoğraf: Fransız sanatçı Abraham Bosse’nin (1604-1676), Leviathan’ın 1651 tarihli ilk baskısının ilk sayfası için Thomas Hobbes ile birlikte çalışarak yaptığı resimden detay. (Bir tür kitap kapağı olan bu resmin tamamı aşağıda yer alıyor.)


Bu içeriği paylaş: