Dünyanın büyük güçleri arasındaki mevcut çelişkilerin hangi formda varlığını sürdüreceği, elbette sürece dahil olan diğer faktör ve mücadelelerle etkileşim içinde belirlenecektir. Ancak şurası kesin: Çehov’un tüfeği duvardan indi.


ARİF KOŞAR

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından bütünleşmiş bir dünya ekonomisinin önündeki en büyük engel ortadan kalkmış, küreselleşme çağı ilan edilmişti. Yeni dünyada savaşlar son bulacak, barış egemen olacaktı.

Sermayenin ulusal sınırlar olmaksızın dünyayı dolaşabilmesi ve serbest ticaret, barış vaadinin temelindeki varsayımdı. Birbirine bağlı ve bağımlı, ulusal niteliği giderek azalan ülke ekonomilerinin tek bir dünya ekonomisi biçiminde birleşmesi savaş ihtimalinin sıfırlanması anlamına gelebilirdi. Özetle, “ne kadar ticaret o kadar barış”tı.

Ancak pek de öyle olmadı.

Bunu, iç savaşların yanı sıra Yugoslavya, Filistin, Irak, Afganistan, Libya, Suriye, Sudan, Yemen, Dağlık Karabağ ve Ukrayna’da yaşananlardan görebiliriz.

Daha çarpıcı olan şeyse şu: Ukrayna’nın işgaliyle, ABD ile SSCB arasında 1962 yılında yaşanan füze geriliminden bu yana ilk defa nükleer silahların kullanılması somut bir gündem haline geldi. “Askeri harekat”ın başlamasından üç gün sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, NATO ülkelerinden gelen saldırgan açıklamaları gerekçe göstererek nükleer caydırıcı güçlerin yüksek alarma geçmesi emrini verdi. ABD Başkanı Biden da ordusunun olası bir müdahalesinin dünya savaşına yol açabileceğini ifade etti.

Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Eylül 2022 toplantısında Çin ve Rusya –zaten uzun süredir var olmayan– tek kutuplu dünyanın sona erdiğini bir kez daha hatırlattı. Şimdiye kadar dünyanın hegemonik gücü ve jandarması olan ABD, uluslararası düzenle “uyumlu” olmayan ülkeleri askeri zor yoluyla dize getirme “hak”kına sahipti ve bunu birden çok kez kullanmıştı. Bugünse, Çin’in de zımni desteğini alan Rusya NATO yayılmacılığına karşı büyük ölçekli bir “askeri harekat” ile ABD’nin bu tekelini ortadan kaldırdı.[1] Böylece kritik bir eşik aşıldı. Artık emperyalistler arasındaki rekabette sadece bir taraf değil her taraf için silah masada. Durumdan vazife çıkaran Almanya hükümeti, ülke için oldukça radikal sayılabilecek bir çıkışla, 100 milyar euroluk bir ek askeri harcama fonunu devreye soktu.

 

SERBEST TİCARETTEN TİCARET SAVAŞINA…

“Ne kadar ticaret o kadar barış” mottosu tutmadı. Çünkü “karşılıklı ticari bağımlılık” görünümünün ardında emperyalist tekel ve devletlerin güç ve egemenlik mücadelesi yatıyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan iktisadi, siyasi ve askeri uluslararası düzen ABD hegemonyası altında şekillenmişti. Şimdi bu düzen, bir buçuk milyara yakın nüfusu, dünyanın en büyük iç pazarı ve sermaye birikim olanağı, uluslararası tekelleri, Ar-Ge ve teknoloji üretimine ayırdığı devasa bütçe ve insan kaynağı, Orta Asya, Afrika ve Latin Amerika’da hızla genişleyen etki alanı, dünya siyasetinde artan etkisi ve büyüyen askeri varlığı ile Çin’in başını çektiği güçler tarafından tehdit ediliyor. 1990’lı yıllarda ekonomik çöküntü ve yıkımla karşı karşıya kalan ve 2000’li yıllardan itibaren tekrar toparlanan Rusya da, eksik olanı (nükleer güç) tamamlayacak şekilde Çin’le ittifak halinde Batı bloğunun karşısında.

ABD, bu durumdan rahatsızlığını saklamıyor ve en azından son on senedir Çin açık hedef durumunda. Bunun en net ifadesi 2018 yılında dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın ilan ettiği ticaret savaşlarıydı. Bloomberg’te yapılan bir analize göre, bu “tam anlamıyla teknoloji üstünlüğü ve beraberinde gelen büyük ticari ve ulusal güvenlik avantajları için bir savaş”tı.[2] Yapay zeka, robotik, özerk araç sektörleri bu savaşın merkezinde yer alıyordu.

Ticaret savaşın ardındaki temel neden Çin’in devasa bir hızla ve neredeyse her alanda büyümesiydi. 1990 öncesinde ABD Çin’le ticaretinde neredeyse açık vermezken Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girdiği 2001 yılından itibaren verdiği ticari açık hızla artmıştı. Ticaret savaşının ilan edildiği 2018 yılına gelindiğinde bu açık 419 milyar doları bulmuştu (Bkz. Grafik 1).

 

Grafik 1. Yıllara göre ABD’nin Çin’e ihracat ve ithalatı
Kaynak: ABD Nüfus Dairesi Verileri

ABD açısından sorun dış ticaret açığı ile sınırlı değildi. Özellikle 2010 sonrasında izlediği teknoloji odaklı kalkınma politikasıyla Çin, hızlı ve güçlü bir teknoloji atağı yaptı. Bugün, Çin hem robotik, yapay zeka ve otomasyon alanındaki Ar-Ge yatırımları hem de bunu hızla sanayi üretime entegre edip yüksek teknolojili ürün üretimindeki konumu ile dünyanın en önemli teknolojik güçlerinden biri. 2021 yılında Çin’in yüksek teknolojili ürün ihracatı 942 milyar dolarla Almanya (210 milyar dolar), ABD (169 milyar dolar) ve Japonya (117 milyar dolar) gibi önde gelen ülkelerin ihracatının toplamının neredeyse iki katıdır.[3]

Yüksek teknolojili ürün üreten Çinli şirketler, bulundukları sektörlerde dünyanın en büyük tekelleri haline gelmekteler. Alibaba dünyanın en büyük e-ticaret tekeli. 2010 yılına kadar Apple ve Samsung’un kontrol ettiği cep telefonu piyasasına Huawei, Xiomi ve Oppo gibi şirketler girdi ve sektörün büyük bir kısmını ele geçirdi. ABD ile Çin arasında başlayan ticaret savaşının simgesel hedefi de Huawei idi.

Dönemin ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence tam da bu nedenle Çin’in, “robot bilimi, biyoteknoloji ve yapay zeka dahil olmak üzere dünyanın en gelişmiş sektörlerine” girme çabalarından vazgeçmesini talep etmişti. Çin ise 21. yüzyıl ekonomisinin hakim tepeleri olarak tanımlanan bu sektörlerden uzak durmak bir yana 2015 yılında ilan ettiği Made in China 2025 stratejisi ile bu alanlarda dünyanın önde gelen gücü olmak üzere kararlı adımlar atıyor.

 

ÇİN’İN YÜKSELİŞİ

Bir dizi ülkenin dünya ekonomisindeki ağırlığının artması ABD’nin göreli olarak gerilemesi anlamı geliyor. Başı çekense Çin. GSYİH büyüklüğünde 2010 yılında Japonya’yı geride bırakmış, ABD’nin ardından dünyanın ikinci en büyük ekonomisi olmuştu.[4] GSYİH’si 1990 yılında 360 milyar dolar iken 2000 yılında 1,2 trilyona, 2021 yılında 17,7 trilyon dolara çıktı, böylece 31 yılda tam 49 kat büyüdü. Aynı dönemde ABD’nin GSYİH’si 5,98 trilyondan 23 trilyon dolara yükselerek 3,9 kat artmıştı (Bkz. Grafik 2).

 

Grafik 2. Yıllara göre ABD, Çin, Almanya, Japonya’nın GSMH verileri (trilyon dolar, 1960-2021)
Kaynak: The Work Bank Data

Çin, imalat sanayinde dünyanın en büyüğü olma unvanını 2010 yılında ABD’den almıştı. 2020 yılında imalatta üretilen katma değerde ABD 2,3 trilyon dolar elde ederken, aynı yıl Çin’in imalat üretimi 3,9 trilyon dolardı. ABD’nin küresel olarak imalatta üretilen katma değer içindeki payı 1980-2020 arasında %29’dan %17,2’ye geriledi. Çin’in ise 2000’li yılların başında %8 civarında olan payı 2021 yılında %29,8’e kadar yükseldi. 2008-2020 arasında imalattaki katma değer Çin’de %161’lik bir artış gösterirken, ABD’de bu oran sadece %30’du.[5]

Hızla büyüyen ve giderek etki alanlarını artıran bir güç olmasına rağmen Çin, teknik düzeyi ve verimlilik açısından henüz diğer emperyalist ülkelere yetişebilmiş durumda değil. Ancak başkaca avantajları var ve bunlar, aradaki açığı kapatmak için Çin egemen sınıflarının elini güçlendiriyor. Yaklaşık 30 yıldır süren yüksek ekonomik büyüme trendi, öncelikle iç pazar merkezli gelişen sermaye birikimi ve dev kapitalist tekellere dayanan Çin yönetimi, kendi bağımsız bilim ve teknoloji temelini oluşturmada ve bunu stratejik sektörlere uygulamada önemli adımlar atmıştır. Çin, sadece dünyanın en büyük ekonomik gücü değil, aynı zamanda en büyük teknoloji gücü de olmayı hedeflemektedir. İşte bu vaziyet ve yönelim, ABD’nin dünya üzerindeki önce ekonomik, ardından da siyasi ve askeri tekeline büyük bir darbe anlamına gelmektedir.

2020 yılında başkanlık koltuğunu devralan Biden, bu nedenle, Trump yönetiminin Çin politikasında köklü bir değişikliğe gitmemiştir. Sorun, Çin yönetiminin şu ya da bu politikası değil, ABD’nin dünya genelinde zaten zayıflamış bulunan iktisadi ve siyasi hegemonyasına yönelttiği somut tehdittir. Mesele, popüler deyimle “partiler üstü”dür.

 

YENİDEN PAYLAŞIM MÜCADELESİ

Çin’in “normal koşullarda” ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olması sadece zaman meseledir. Bugün bile, satın alma paritesine göre Çin dünyanın en büyük ekonomisi. ABD’nin Çin’in ilerleyişini “hukuki” ya da ekonomik yöntemlerle durdurması neredeyse imkansızdır. Onu kuşatmaktan, sıkıştırmaktan, provoke etmekten başka yolu yoktur.

Bu nedenle, eski başkan Obama döneminde resmi dış politikada önemli bir değişikliğe gidildi: Dış politikanın odağı Orta Doğu’dan Asya’ya kaydırıldı ve Asya’ya Dönüş (The Pivot to Asia) stratejisi benimsendi. Obama Çin’i, önemli bir tehdit olarak gördüğünü ifade etti ve Trump’tan önce üstü örtülü bir ticaret savaşı ve pazarlığı başlattı. Bununla birlikte, ABD için Çin sadece ekonomik değil aynı zamanda askeri bir tehditti.

2019 yılında NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg Pekin yönetiminin küresel güç dengesini değiştirecek boyutta ekonomik ilerleme sağladığına, dünyada savunma harcamalarında ikinci sırada olduğuna ve yeni kabiliyet gelişimine ciddi anlamda yatırım yaptığına dikkati çekmişti. Çin ordusunun son dönemde envanterine yaklaşık 80 gemi ve denizaltılar eklediğini hatırlatan Stoltenberg, Avrupa ve ABD’ye ulaşacak menzile sahip nükleer füze geliştirdiğini vurgulamıştı. 2021 yılında yapılan NATO zirvesinin sonuç metninde de 5G ihaleleri üzerinden Çin’in Avrupa teknoloji altyapısına kalıcı olarak entegre olma çabası, Avrupa’da 12 limanın Çin tarafından işletilmesi, Doğu ve Güney Doğu Avrupa’da Çin şirketlerinin edindiği kazanımlar Çin kaynaklı “riskler” olarak belirlenmişti.

Ukrayna işgalinin sürdüğü koşullarda, Haziran 2022’de yapılan Madrid zirvesinde ise Çin açıkça “tehdit” olarak tanımlandı. NATO belgesinde “Çin’in hırsları ve zorlayıcı politikaları, çıkarlarımıza, güvenliğimize, değerlerimize meydan okuyor” denildi.[6]

Çin ise açıkça hedef gösterilmesine rağmen bağımsızlığa, uluslararası hukuka ve işbirliğine vurgu yapmaktadır. Barışçıl bir dış politika izlenimi vermesine rağmen zaman kazanmaya çalışmakta, askeri gücünü teknolojik ve kütlesel olarak hızla artırmaktadır.

ABD ile Çin ya da bu ülkelerin başını çektiği –ve kendi içlerinde de çelişkileri olan– iki emperyalist kamp arasındaki gerilimin nedeni, yaygın inanışın aksine otoriteryanizm ile demokrasi arasındaki karşıtlık değildir.[7] Otoriter yönetimlerin Ukrayna işgalinde olduğu gibi ne yapacaklarının öngörülemediği bir ölçüde doğru. Uzmanlar bunu liderlerin “irrasyonalizm”i ile açıklasa da NATO’nun tüm itirazlara rağmen ısrarla Rusya’yı kuşatma çabası da pek rasyonel sayılmazdı. İşgal göz göre göre gelmişti. Ayrıca “otoriter olmayan” liderlerin en az otoriter olanlar kadar saldırgan bir politika izlemeleri de mümkün.

Bu tür kişisel karakter okumaları ya da ideolojik analizlerin doğru yanları olabilir. Ancak, bu karakterleri işlevli kılan gerçeklik 2000’li yıllardan bu yana kendini açıkça gösteren güç dengelerindeki değişimdir. Bu değişimle ortaya çıkan hegemonya krizi ve dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesi anlaşılmadığı sürece savaş tehlikesi kolayca liderlerin kişisel hırslarına havale edilebilir. Burada vurgulanmak istenen otoriter ya da “demokrat” liderlerin “askeri harekat” kararlarında özgün bir etkileri olmadığı ya da olamayacağı değil büyük güçler arasındaki çelişkilerin çok daha şiddetli hale geldiği ve bu tür kararlar için yolun çok daha açık olduğudur.

Başa dönersek: Ukrayna işgali ile yeni bir dönem açıldı. Emperyalist güçler arasındaki mücadelelerde silah kullanma tekeli ABD ve müttefiklerinin tekelinden çıktı. Maalesef dünya, çatışma ve büyük savaşlara çok daha fazla gebe. Bu, hemen yarın listeye yeni bir savaşın daha ekleneceğini değil, ancak tehlikenin çok daha büyük olduğunu gösterir. Dünyanın büyük güçleri arasındaki mevcut çelişkilerin hangi formda varlığını sürdüreceği, elbette sürece dahil olan diğer faktör ve mücadelelerle etkileşim içinde belirlenecektir. Ancak şurası kesin: Çehov’un tüfeği duvardan indi.


[1] Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Suriye’ye “askeri destek” ve komşusu Kafkas ülkelerine siyasi-askeri müdahaleden farklı bir durumdur.

[2] Wu, D., H. Hoenig ve H. Dormido (20.6.2019) Who’s Winning the Tech Cold War? A China vs. U.S. Scoreboard, Bloomberg, https://www.bloomberg.com/graphics/2019-us-china-who-is-winning-the-tech-war/ (20.06.2022).

[3] The World Bank (2020a) High-technology exports (current US$) – United States, China, Germany, Japan, https://data.worldbank.org/indicator/TX.VAL.TECH.CD?locations=US-CN-DE-JP (20.09.2022)

[4] IMF hesaplarına göre, Çin’in milli gelirinin ABD milli gelirini, satın alma paritesi hesabıyla, 2013 yılında yakaladığı ve geçtiği gözlemlenirken, cari fiyatlarla ölçüldüğünde 2030’da yakalayacağı tahmin ediliyor. Yıldızoğlu, E. (28.12.2018) ABD-Çin gerginliği: Yeni Soğuk Savaş’a doğru mu?, BBC Türkçe, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46692891 (20.09.2022).

[5] The World Bank (2022b) Manufacturing, value added (current US$) – United States, China, Germany, Japan, https://data.worldbank.org/indicator/NV.IND.MANF.CD?locations=US-CN-DE-JP (20.09.2022)

[6] TRT Haber (2022) “NATO’nun Stratejik Konsept belgesi: Çin ve Rusya doğrudan tehdit olarak yer aldı”, https://www.trthaber.com/haber/dunya/natonun-stratejik-konsept-belgesi-cin-ve-rusya-dogrudan-tehdit-olarak-yer-aldi-691439.html (20.09.2022)

[7] Zaten “demokratik ülkeler” bloğunun hemen yanı başında petro-dolarları ile otoriter olmaları bile ilerleme sayılabilecek Suudi krallık rejimleri var.


Fotoğraf: “Ejderha”, Çin Işık Festivali, Rene Mensen, CC BY 2.0 


 

Bu içeriği paylaş: