Kimliklerden laf açılınca akla şak diye “sınıfın bölünmesi” değil, sınıfın savaşını ezilen kimliklerin öç kavgasıyla da güçlendirme için manevralar gelmeli. “Ya sınıf, ya kimlik” ön kabulü değil, sınıf siyasetini kimliklerin sınıf kardeşleriyle aynı kavgada buluşturabilecek bir akıl ve kudret gerek. 


İSMAİL GÜNEY YILMAZ

 

“The hardest knife ill-used doth lose his edge”
(Kötü kullanılırsa körlenir en sert bıçak)

Shakespeare (Çev.: Talât Sait Halman)

Heidegger, “bir şey olmak onu aşmaktır” diyor.

Kimlik meselelerinin birincil gündem (yahut neredeyse tek belirleyen/konu) hâline geldiği bugünlerde üzerine düşünülmesi gereken bir söz bu. Tabiî solun çok yönlü bir erimeyle imtihanda olduğu şu dönem özelinde de.

Kimliklerin ve kimlik etrafındaki muhtelif meselelerin önemsiz olduğunu söylemiyoruz. Bilakis ciddiyetle üzerinde durulması ve çalışılması gereken bir alan olduğunu teslim ediyoruz. Fakat gelin görün ki, bu denli ciddi meseleleri ciddiyetsizleştirenler bizzat (yeni) “kimlikçi” dediğimiz kümeler ve bunların siyaseti ve yaşamı algılayış/sunuş tarzlarıdır. Dünyanın temel çelişkisini kendi biricik varlıkları üzerinden okuyanların, incir çekirdeği sahnesinde dublajlı bir Türkçe ve amentü bilinmiş saldırgan, kibirli bir lehçeyle performe ettikleri tartışmaların gerçek hayatta pek bir karşılığı olmaması ise kaderin bir cilvesi değil, âlemin bir hakikati.

Yine de süregiden polemikler, kimlikçi siyasetin mücadelede “uzmanlık sahaları” belirleme, siyasal alan tekelciliğini savunma gibi öne çıkan arızaları için önemli bir veri sunması açısından değerlendirilebilir. Giderek kendi kendini de yemeye başlayan bir arıza.

 

Kimlik derdi bir “bela” mı?

Kimlik meselesi üzerinden sola yapılan eleştirilerin çoğu kez haklı, ama öte yandan abartılı ve acımasız olduğunu söylemeliyiz. Haklıdır çünkü solun kimlik sorunlarında tutuk, isteksiz hatta yer yer (ve bilhassa kimi gruplar özelinde) önemsemez bir tavır takınabildiği doğrudur. Abartılı ve acımasızdır, çünkü yine sol hareket olmasaydı kimlikler meselesi de bu kadar güçlü ve meşru bir görünme, bilinme, duyulma imkânı bulamayacaktı.

Kimlik hareketleri bu kanal açma kolaylığı sebebiyle elbette sola teşekkür borçlu değil, ama sağlıklı bir siyasal akıl, solculuk ile gericilik arasında hiçbir fark bırakmayıp solu itibarsızlaştırma dalgasına şevkle katılmadan önce on, on beş kere düşünmelidir.

Çelişki gibi görülebilir ama değil, kimlik meselelerine karşı sol içinde bir direnç durumu vâki olmuşsa da, bu meselelerin görünürlüğü yine solun çabaları ve(ya) sol örgütler içinde örgüte rağmen çabalar sayesinde artmıştır.

Sol açısından bakıldığında kimlik derdi bir bela değil bir gerçek ve bir olanaktır, devrimci bir olanaktır. Hele Türkiye gibi kendi gerçeğine yabancılaşmanın had safhada olduğu, Kürt inkârı ve kadın düşmanlığının (ve benzerinin) yakıcı bir gerçek olduğu bir ülkede kimlik hakikati ve bu hakikatin yıkıcı/kurucu potansiyeli görülmeden siyaset yapılamaz. Ya da yapılan siyaset kendi varlığını bir şekilde sürdürme odaklı olabilir ancak. Hâlbuki solun kimlikleri görebilmesi için bir “açılım” falan yapmasına gerek yoktur, özünde var olanı geliştirme gayretinde olması kâfi.

Alışkanlıkların, “gelenekler”in, kolaycılığın, isteksizliğin üzerine yine devrimci bir yıkıcılıkla gidilir. Eskiden, kültürden alınan, yer yer de devletle benzeşen refleksler devrimci gelişmeyle iyileştirilir, solun gen haritasından silinir. Tabiî burada gelişmeden kastımız “yeni” olan her şeyin üzerine atlamak, bir genişleme fırsatı var diye bu kez zıt yönden yozlaşma, solu sol yapan temellerden uzaklaşmak değil.

Solun üzerindeki ulusalcılık ve liberallik kara bulutlarının bir madalyonun iki yüzü olduğunu, solu kendi olmaktan, varlık sebebinden, meşruiyet zaviyesinden tepetaklak eden birer virüs olduklarını söylüyoruz.

E ortada bir viral salgın riski olunca da “anti-virüs” dozajının abartılması, başka bir sapma olarak “steril”, “risksiz” bir siyasetin vücut bulmasına da şaşırmamak gerekiyor.

Yani bizce mesele bir “orta yol” bulmakta düğümleniyor. “Orta yolculuğun” lügatimizde menfi bir mânâsı olsa da, bunu müspet anlamıyla, açıklık olarak alıp bir orta yol, bu ifade hoşa gitmediyse bir başka yol açmak gerekiyor. Sık sık “ne o, ne o’culuğun” itici bulunduğunu görsek de böyle bir tutum kendin olmak adına bazen gerekli olur.

Günümüz siyaset düzleminde “ne o, ne o”nun mânâsı, kendi siyasetini üretip, kendi siyaseti üzerinden yeni bir politik kudret üretmektir.

Yani “solculuk” adına Kürt sorununu talileştirmek –bu yolla unutuvermek– ne ise, yine “solculuk” adına Kürt hareketini her koşul ve durakta bir ağabey belleyip, onun kuyruğuna takılmak da odur. Yahut evet, ABD’nin bilmem hangi devlet/eyalet kurumu gökkuşağı bayrağını göndere çekti diye kendimizden geçip göbek atacak değiliz elbette, ama eşcinsel gerçeğini, mazlum eşcinsellere “cinsiyet belası”ndan çektirilenleri neme lâzım diye görmezden gelerek mi solculuk yapacağız?

Kimlik hareketlerinin sol/devrimci harekete yaptıkları eleştirilerde haklılık payı olduğunu fakat bunun abartı ve düşmanlıkla malul olduğunu söyledik. Kim bilir belki de –çoğu sol çıkışlı bu akım ya da kişiler– başka bir hareket olabilmek adına bu abartı/düşmanlık besleme yoluna gidiyordur. Zira solun kimlik mücadelelerine yönelik yaklaşımında “özerklikçi” bir öz vardır. Sol hareket bu sorunları tanır ama mücadeleyi doğal olarak kendi büyük gövdesinin bir uzvu olarak görmeye teşnedir.

Bu durum sol hareket açısından yalnızca ulusal kurtuluş hareketleri bağlamında kimi örneklerde aşılmıştır. Zulmün odağına karşı kavgayı ayrı ayrı örgütlenerek sürdürmenin ne kadar faydalı ve nereye kadar varabileceği, bunun nerelere sapabilme potansiyeline haiz olduğu ayrı bir tartışma konusuysa da, bazen realite kendini dayatır.

Yani Kürt hareketinin kütlesinin solun zayıf varlığı karşısındaki gücü ve imkânları ortadayken, Kürt halkına “gelin bizim saflarımızda örgütlenin” demek şimdilik ancak bâki kalan gökkubbede hoş bir sedâ bırakır. Elbette Kürt hareketinin çizgisini beğenmeyen bir hareket, Kürtlere “gelin” demeyi realiteyi de tanıyarak sürdürecektir. (*)

Kürt hareketi demişken… Kimlik hareketlerinin ve sol ilişkisinin, kimlik hareketlerinin devrimci dönüştürme potansiyeli tartışmaları açısından mümbit bir kaynaktır bu. Sol, TKP dönemini bazen ulusal meseleye şöyle kabaca bir değinerek, bazen devletle benzer tutumlar alarak, bazen de Kürdistan ve Lazistan sorunlarından bahsederek geçirmiştir. Doktor’un ‘30’lardaki çalışmaları ise “erken” ve önemli, ayrıksı bir bilinci, uğraşı temsil eder.

Eninde sonunda, şu veya bu ölçüde Kürtlerin ve diğer halkların gerçeğinden –ve tabiî kadın sorunundan da– bahseden yine solculardır.

Kürtlerin Ağrı isyanları ve Dersim katliamından sonraki uzun suskun dönemin nihayetindeki biraz utangaç ama örgütlü derlenip, toparlanmaları da yine sol içinde, solun da çabasıyla gerçekleşmiştir. TKDP ve ondan kopan KUK dışında bütün bir Kürt hareketi TİP ve Dev-Genç kaynaklarından yeşerip serpildi. Hem solun bu meselede yeterince yetkin, cesur görülmemesi, hem de ayrı örgütlenme olanağının bereketinin sezilmesiyle Kürt akımları soldan koparak, ama solcu kalarak kendi yollarını açtı. Sol ideolojiden uzaklaşma ’80 ortalarından, ’90’dan sonradır ve bu fenomen diğer (mülteci) örgütlerde PKK’ye göre çok daha belirgindir.

Kürt hareketinin bu yükselişinden sonra Türkiye solunda Kürtlere dair tezler üretmeyen örgüt kalmadı. Ki zaten bir temel de mevcuttu. Kimi akl-ı evvellerin “ulusalcı” diye lanet ya da takdir ettiği Mahir’de Kürt halkının kaderini tayin hakkı, erken THKO’nun tek yazılı metninde Kürtlere bir çeşit özerklik formülü vardı. TKP-ML içinse ayrıca bir hatırlatma yapmaya gerek yok.

İdam sehpalarında, geride kalanlara bıraktığı son sözünde Kürt halkının adını haykıranlar da yine devrimcilerdi.

Kolaycılık, genelleme, linç, tartışma hakkını küçümseme, abartı, küfür, inkâr, reddiye karnavalları günümüzün geçer akçesi olsa da bu böyle.

Son zamanlarda ulusalcılar ya da onların cezbesindeki solcuların, solun gerilemesini, çöküşünü onun yeterince millîci olmamasına bağlamasında da bu kolaycılık, genellemecilik izleği görülebilir.

Düz mantıkla kurulan bağlar her zaman doğruyu vermiyor. Bugün sosyalist solun cılız oluşunun Kemalizm’den uzaklaşmayla hiçbir ilgisi yok. 1976-80 arası en kitlesel olunan dönem, Kemalizm’e en uzak olunan dönemdi zaten. Lâkin bu kitleselliğin/gücün Kemalizm’den uzaklaşmayla bağı sınırlıdır.

Aynı şekilde devrimci hareketin ’90’lardaki üçüncü göreli (ama etkileyici) yükselme döneminde de Kemalizm’le bir iltisak olmadığını biliyoruz.

Devrimci hareketin ilk yükselme/ortaya çıkma döneminde Kemalizm’le bağı, ona olan sevgisi açıktır. Zaten bu hareket, köklerini, ivmesini bir şekilde, DP dönemi öğrenci gençlik muhalefetinden almaktaydı. Fakat işbu durumun bizzat hareketin öncü öznelerince aşılmakta olduğu, bunun denendiği, yer yer başarıldığı da aşikâr.

Mevzunun düğümü, alternatif güç olabilmek, özgün bir ideolojik formasyonla politik hegemonya kurabilmektir. Yoksa kimse milliyetçiliğe yakın, dine ise uzak ya da tam tersi olunduğu için sizin saflarınıza koşmayacaktır. Aslı varken taklide teveccüh edilmeyecekse, yeni bir gerçeklikle siyaset sahnesinde politik bir güç kendini sınamalıdır.

Şu zamanlarda tekrar dolaşıma giren Türk bayrağı tartışması da kolaycılığın, toptancılığın, pragmatizmin artık ne aşamaya geldiğini gösteriyor. Latin Amerika’daki ya da Yunanistan’daki örneklere bakan gözler, her nedense bir türlü Türkiye örneğine daha yakın olan SSCB ve ÇHC örneklerine bakamıyor.

Biz, Türkiye sosyalist solunda bir tür “Türk” sorunu olduğunu kabul ediyoruz. Faşizmin genele yayarak söylediği “Türk’üm diyemez olduk” zırvası, Türkiye sosyalist hareketi içinde bir ölçüde hakikattir. Bu da elbette, “Türk”e dair yanlış bilinçten, özcü yaklaşımdan kaynaklanıyor. Buradan da (biraz abartırsak) bir Türkofobi doğmakta. Hiçbir milletin hiçbir milletten üstün olmadığını ve hiçbir milletin de doğuştan gelen olumlu ya da olumsuz özelliklere sahip olmadığını yeniden hatırlamak gerek.

Kendi devrimci tarihimize, örgütlenme, serpilme hikâyemize bakmak bize tatmin edici cevapları sunacaktır.

Ve pek tabiî bu Türklük çekincesinin karşısına, kâh bir reaksiyon olarak, kâh buradan büyüme umuduyla, egemenlerle, (eski) resmî ideolojiyle koşut bir şoven okuma koymak da sosyalist akım için bir ilaç değil.

Buradan kimlik meselesine tekrar dönelim. Kendini solcu addeden kimlik meselelerini bir dert, bir “bir de bunlar mı çıktı” ezberiyle bir çıbanbaşı olarak değerlendiremez. O tarafa bakan, orada devrimci/yıkıcı bir enerji görür, meseleye böyle eğilir. Kimliklerden laf açılınca akla şak diye “sınıfın bölünmesi” değil, sınıfın savaşını ezilen kimliklerin öç kavgasıyla da güçlendirme için manevralar gelmeli.

“Ya sınıf, ya kimlik” ön kabulü değil, sınıf siyasetini kimliklerin sınıf kardeşleriyle aynı kavgada buluşturabilecek bir akıl ve kudret gerek.

Ama, Adorno’nun “kendini beğenen ve kendini kendi içine demirleyen insanlığın dünyasında kimliğin mandalını biraz gevşetmek ve katılaşmamak: İnsanlık” lafını da akılda tutarak…

Yoksa Demirkubuz filmlerinin kapanmayan kapı sahneleri gibi, bizim hikâyemiz de bir türlü kapanmayan bazı kapıları kapatmaya çalışma gayretiyle aynı tekrarda döner durur.

“K’odas lobja, nobği do nobği!” (**)


(*) Son yıllarda feminist hareketin Türkiye’nin en güçlü hareketlerinden olduğu yönündeki söylemi abartılı buluyorum. Sanırım bunun tek verisi görkemli 8 Mart gece yürüyüşleri. Tek bir eylem veri olsa Yorum’un Bakırköy konserlerine bakarak Halk Cephesi’nin Türkiye’nin AKP, CHP ve Kürt hareketinden sonra en büyük dördüncü siyasî akımı olduğunu söylerdik.

(**) Lazca bir deyim. Duvara ne kadar fasulye saçarsan saç, fasulye yetişmez anlamında. Türkçesiyle; boşa kürek çekmek.


Fotoğraf: Flormar işçilerinin direnişi (2018), Hilal Tok, Evrensel gazetesi


 

Bu içeriği paylaş: