Kesin olan tek şey, demokrasinin savunulması ve derinleştirilmesi için halkın kendi çıkarları için seferber olmasından, kendi kaderine örgütlü bir biçimde sahip çıkmasından başka bir yol olmadığı. Koşullar ne olursa olsun ancak o yolda ısrar ederek cehennemin kapılarının gerçekten kapanmasını sağlayabiliriz.


FOTİ BENLİSOY

Erdoğan’ın olası bir seçim mağlubiyetinin ardından iktidarın barışçıl transferine olanak tanıyıp tanımayacağı, cevabını hemen herkesin merak ettiği bir soru. Rejimin karakteri ve hiç değilse şu son beş yıldaki performansı bu soruya kesin bir cevap verilmesini oldukça zorlaştırıyor. Ne demek istediğimi dilim döndüğünce açıklamaya çalışayım.

Her şeyden önce, seçimlerdeki başarı, mevcut olağanüstü tipteki rejim açısından tali değil asli bir unsur. Şefçi (Bonapartist) rejim, devleti şefin bedeninde yeniden örgütleme çabasında ezici sandık çoğunluğuna, büyük kalabalıkların liderin idaresinde seferber edilmesine, yani “milli irade” mitine, şefin milli iradenin doğal temsilcisi olduğu varsayımının doğrulanmasına dayanmak zorunda. Çarpıtılmış da olsa sandığın temel meşruiyet ve güç kaynağı konumunda olduğu, “plebisiter” bir olağanüstü rejim tipiyle karşı karşıyayız. Bu bakımdan söz konusu olan, örneğin orduya ya da paramiliter bir ağa yaslanan, dolayısıyla görece kolay istikrar kazanıp süreklileşen bir olağanüstü rejim tipi değil.

Bonapartizmin temel dayanağı, istikrarlı toplumsal çoğunluğa dayanan “milli iradeyi” temsil iddiasıdır. Devlet içi hizipler arasındaki mücadelede siyasal güçler dengesini kendi lehine çevirmek yolunda “milli iradeye başvurmak”, Erdoğan’ın geçmişte de kullandığı bir yöntemdi. Ancak iktidar blokundaki çatırdama ve rekabetin parlamenter yöntemlerle idare edilebilir olmaktan çıkması ve rejimin Bonapartist çizgilerinin belirginleşmesiyle sandık vurgusu zamanla giderek daha agresif hale gelmeye başladı. Başlangıçtaki merkez sağ geleneğe has “çoğunlukçu” söylem radikalleşti, plebisiter seferberliğin kapsama alanı dışındaki kesimlerin düşmanlaştırılması, muhayyel milletin dışına itilmesiyle tanımlanan “iç savaşçı” bir tınıya kavuştu. Bu durum, yakın zamanda, kazanılamayan seçimin, daha gerçekleşmeden “siyasi darbe girişimi” ilan edilmesine kadar vardı.

Devlete plebisiter kitle mobilizasyonuyla, yani “millet” aracılığıyla ve “millet” adına el koyma, kitlelerle lider arasındaki “mistik” bağ aracılığıyla “popüler rıza temelinde bir otokrasi” yaratma stratejisi uzunca bir dönem için başarılı oldu kuşkusuz. Ancak Bonapartist hizbin “milletle” olduğu varsayılan bu adeta özsel temsil ilişkisi zamanla yıprandı, son yerel seçimde de ciddi bir darbe aldı. İktidar koalisyonunun toplumsal tabanındaki erimenin görünür hale gelmesi, yani Reisin “milli iradenin otantik temsilcisi” olduğu iddiasında ortaya çıkan zaaf, Bonapartist girişimi istikrarsızlaştırdı.

Bu durum rejimi ister istemez bir “karar anına” sürüklüyor. Erdoğancı rejim uzun süredir kırılgan, kararsız bir denge üzerinde ilerliyor. Rejimin bir ayağı dejenere olmuş olsa da demokratik meşruiyet temeline basmaya devam ediyor. Diğer ayağıysa giderek daha belirgin hale gelen diktatoryal güç üzerinde. Toplumsal çoğunluk iddiasının yitirilmesi, yani muhtemel bir seçim yenilgisi rejimi ister istemez bir kararla baş başa bırakacak. Ya iktidarın barışçıl transferine yeşil ışık yakılacak ya da iki ayağını da diktatorya seçeneğine basacak.

Bu ikinci seçeneğin gerçekleştirilmesi muhalefet cephesindeki popüler kanaatin aksine öyle kolay bir şey değil. Demokratik meşruiyet, yani toplumsal çoğunluğu temsil iddiasının ortadan kalkmasının yaratacağı boşluğun hangi alternatif iktidar kaynağıyla doldurulacağı meselesi buradaki temel soru işareti. Bu durum, Bonapartist hizbin iktidara tutunmak adına yaygın paramiliter şiddet (Mussolini modeli) ya da kendisine bağlı partizanlaşmış askeri birimlerin (bir nevi “hassa ordusunun”) harekete geçmesi (Franco modeli) yoluyla iktidara tutunma olasılıklarını akla getiriyor.

Her ikisi de devletin “iç savaş” yoluyla belirli bir siyasal personele mutlak devri anlamına gelen bu iki klasik modelin koşulları açıkçası mevcut değil. Ortada, bizzat devletin parçalanması riskini doğuracak böylesi radikal cebri tedbirleri hâkim sınıf nezdinde kabul edilebilir hale getirecek aşağıdan bir sınıf tehdidi söz konusu değil. Parçalanmış, hiziplere bölünmüş, siyasete müdahale kapasitesini ciddi oranda yitirmiş de olsa hâkim sınıfın böyle riskli bir adımın arkasında durması pek mümkün değil. Unutmayalım: Faşizm ya da açık diktatorya, ancak burjuvazinin manevra alanının ciddi ölçüde daraldığı, toplumu yeniden düzenleme ve örgütleme konusunda bütünüyle yetersiz kaldığı ve bunun getirdiği tıkanıklık halinde “gerçekçi” ve “uygulanabilir” bir seçenek halini alır.

Günümüzde bu koşullar mevcut değil. Bilakis sermaye sınıfının kayda değer ve belki de en güçlü ve dinamik sektörlerinin açık ya da örtülü bir şekilde de olsa muhalefetin yanında yer aldığı bir manzarayla karşı karşıyayız. Dolayısıyla ortada faşist bir tahayyül ve arzu olsa da bunun gerçekleşmesini mümkün kılacak bir “faşist moment”ten bahsetmek mümkün değil. Bu durum, Bonapartist rejimin muhtemel bir seçim yenilgisinin ardından iktidarı ister istemez kuzu kuzu muhalefete devredeceği anlamına elbette gelmiyor. İktidar koalisyonu böyle bir durumda bir ayağının hâlâ güya demokratik meşruiyet zemininde kalmasını sağlayacak bir “ara formüle” de yönelebilir.

Bu ara formül, “seçimin çalınması”, yani seçim sonuçlarının gayrimeşrulaştırılması girişimidir. Bu ihtimalde demokratik meşruiyet iddiasından büsbütün vazgeçilmez. Sadece gerçekleşen seçimin şu ya da bu nedenden ötürü milletin iradesinin çarpık ya da dejenere edilmiş bir temsiline dayandığı, bu nedenle de geçersiz addedilmesi gerektiği iddiası gündeme getirilir. Yakın geçmişte Trump da Bolsonaro da benzer bir yol izlemiş, gerek seçim sırası gerekse seçim sonrasında sandıktan çıkan sonucu, ulusun gerçek iradesini yansıtmadığı gerekçesiyle ters yüz etmeye çalışmıştır. Ancak iki denemede de sermayenin başlıca sektörlerinin direnci ve özellikle de devlet aygıtı üzerindeki hâkimiyetlerinin zayıf oluşu nedeniyle söz konusu girişimler başarılı olamamıştır. Dahası Brezilya’da Bolsonaro karşıtı toplumsal mobilizasyon da “seçimi kaçırma” girişiminin etkisizleştirilmesinde önemli rol oynamıştır.

Trump ve Bolsonaro örneklerinin iktidar nezdinde yakından takip edildiğini, onların başarısızlıklarından dersler çıkarıldığını tahmin etmek güç değil. Ancak ABD ve Brezilya’da radikalleşen sağın bu girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmış olması bizi rehavete sürüklememeli. Erdoğan’ın devlet kurumları üzerindeki kontrol ve belirleyiciliğinin bu iki örnekle de kıyas edilemeyecek genişlikte olduğunu unutmamalıyız. Dahası iktidar, seçim sonuçlarının gayrimeşrulaştırılması ve geçersiz kılınmasına dair son olarak İstanbul yerel seçimlerinde tanık olduğumuz üzere belli bir tecrübe sahibi. Yani Erdoğan rejiminin operasyonel kapasitesi hiç değilse teorik olarak Trump ya da Bolsonaro’dan çok daha geniş.  Dolayısıyla alaturka Bonapartist rejimin cumhurbaşkanlığı seçiminde özellikle az farkla bir yenilgiyle karşılaşması durumunda seçimi gayrimeşrulaştırıp geçersizleştirmeye dönük çeşitli hamlelerini beklemek pekâlâ gerçekçi bir kestirim sayılabilir. Hem zaten içişleri bakanlığının bir “paralel YSK” oluşturma girişimi, bir telekomünikasyon tekelinden gelen şüpheli “bakım-onarım” açıklamaları ya da TRT ile sarayın iletişim müdürü arasında gündeme gelen son dakika personel alışverişi, bir şeylerin pişirilmeye çalışıldığının işaretleri.

Bonapartist hizbin olası bir seçim yenilgisini böyle bir “ara formülle” tersine çevirmeye girişmesi durumunda belirleyici olacak iki faktör, hâkim sınıfın belli sektörlerinin devlet kurumları içerisindeki tutumu ve böyle bir denemeye dönük toplumsal tepkinin nasıl örgütleneceği olacaktır. Kılıçdaroğlu önderliğindeki ana akım muhalefet, seçimleri olası bir çalma girişimine karşı bir toplumsal seferberliğin örgütlenmesinden ziyade devlet kurumları içerisindeki tepkiyi esas alan bir savunma hattını esas alıyor. Toplumsal mobilizasyonun devlet katında “yumuşak bir geçişe” mani olacak reaksiyonları tetikleyeceği varsayımından hareket ediyor. Dolayısıyla esas olarak “devletin” ikna edilmesini esas alan bir çizgide ilerliyor.

Ana akım muhalefet olası bir seçim yenilgisinin iktidar blokunu demoralize ederek parçalayacağını, bütünlüklü bir yanıt geliştirme kapasitesini zaafa uğratacağını hesap ediyor da olabilir. Daha da önemlisi, muhtemelen hâkim sınıfın belirleyici sektörlerinin ve devlet bürokrasisinin (özellikle de ordunun) iktidarın “seçimi kaçırma” yönünde bir girişimine taraftar olmayacağına güveniyor. Bu hususta sivil ve askeri bürokrasinin tarafsız kalması ve barışçıl bir iktidar transferine olanak vermesi için kapalı kapılar ardında girişimlerde bulunulduğunu tahmin etmek güç değil. Kılıçdaroğlu’nun seçim sonuçlarını çarpıtmaya dönük olası bir çabayı baştan Rusya ile özdeşleştiren açıklamasını da bu çerçevede değerlendirmeli. Muhalefet, devlet içinde olduğu kadar uluslararası alanda da iktidarın seçim sonuçlarını geçersizleştirmeye dönük muhtemel herhangi bir girişimine karşı tutamaklar oluşturmaya çalışıyor.

Engels Alman liberal burjuvazisinin Bismarck karşısındaki yenilgisine dair, “siyasette sadece iki belirleyici güç vardır: Örgütlü devlet gücü, yani ordu ve halk kitlelerinin örgütsüz, yalın gücü. Burjuvazi, kitlelere başvurmayı 1848’de bırakmıştı; mutlakçılıktan çok onlardan korkuyordu. Ordu ise hiçbir şekilde onun elinin altında değildi. Ama Bismarck’ın elinin altındaydı” diye yazar. Bizde burjuva muhalefetin “halk kitlelerinin yalın gücü” hakkındaki görüşü Alman muadillerininkinden çok da farklı değil. Bu nedenle geçiş stratejileri esas itibariyle “örgütlü devlet gücü” üzerine temelleniyor, “örgütlü devlet gücünün” belirleyici momentte Bonapartist hizbi takip etmeyeceği, devlet personelinin böyle bir girişime cevaz vermeye cüret etmeyeceği varsayımına dayanıyor. Böylece geçişin, yani olası bir iktidar transferinin sonuçlarını denetimi altında tutulması, geçiş sürecinin radikalleşmesinin önünün alınması da hedefleniyor.

Bu stratejinin yumuşak ve barışçıl bir iktidar transferine olanak verip vermeyeceğini, daha da önemlisi muhtemel bir seçim yenilgisi karşısında iktidarın nasıl bir yanıt geliştireceğini ancak yaşayarak göreceğiz. Rejimin onca afra tafraya ve son dönemde sıklıkla başvurduğu tehditlere karşın neticede blöf yaptığı, muhtemel seçim yenilgisini tersine çevirmeye çalışmak gibi iddialı bir girişimi göze alamayacağı da pekâlâ savunulabilir. Aslına bakılırsa iktidarın bir süredir operasyonel kapasitesini yitirmekte olduğuna dair çokça alamet birikti. Yorgun ve hayli yıpranmış bir iktidarla karşı karşıya olduğumuz aşikâr.

Belki de rejim, böyle geri dönülemez sonuçlara yol açabilecek devasa bir girişimin, adeta bir ölüm kalım mücadelesinin altından kalkabilecek çapta ve takatte değildir. Belki de Engels’in Louis-Napoleon iktidarı hakkındaki şu yargısı, alaturka Bonapartist rejim için de geçerlidir: “Eğer İmparatorluğunuzu, Louis-Napoleon gibi, bir serseriler çetesinin yardımıyla kurduysanız, bu imparatorluğu on sekiz yıl boyunca yalnızca Fransa’yı aynı çetenin sömürüsüne bırakarak koruduysanız, devletteki tüm belirleyici makamlara tam da bu çeteyi ve daha alt kademelerdeki makamlara bunların yardakçılarını yerleştirdiyseniz, yüzüstü bırakılmak istemiyorsanız bir ölüm kalım savaşına girmemeniz gerekir.”

Yazının ta başında sorulan sorunun kesin bir yanıtı yok. Dedim ya, yaşayarak göreceğiz. Kesin olan tek şey, demokrasinin savunulması ve derinleştirilmesi için halkın kendi çıkarları için seferber olmasından, kendi kaderine örgütlü bir biçimde sahip çıkmasından başka bir yol olmadığı. Koşullar ne olursa olsun ancak o yolda ısrar ederek cehennemin kapılarının gerçekten kapanmasını sağlayabiliriz.


Fotoğraf: https://www.tccb.gov.tr/


 

Bu içeriği paylaş: