Bloch, “Naziler aldatıcı bir şekilde ama insanlara konuşuyor, komünistler doğru konuşuyor ama şeylere dair” diyordu. İnsanlara konuşmanın yolu onların anlam dünyasına girebilmekten, olguları değerlendirirken kullandıkları referansların bazılarını devrimci söyleme dahil edebilmekten geçiyor.
SERHAT TUTKAL
Ankara Siyasal’daki yüksek lisans tezimi Almanyalı filozof Ernst Bloch üzerine yazmıştım.[1] Bloch birçok açıdan ilginç bir düşünür. 1885 yılında Yahudi bir demiryolu işçisinin oğlu olarak bir işçi kenti olan Ludwigshafen’de doğmuş. Almanya’nın çeşitli şehirlerinde yaşadıktan sonra savaş karşıtı duruşu nedeniyle Birinci Dünya Savaşı’nı İsviçre’de sürgünde geçirmiş. Savaştan sonra döndüğü Almanya’dan 1933’te tekrar kaçmak zorunda kalmış. Sığındığı İsviçre’den sınırdışı edilince Avusturya’ya, Avusturya’dan Fransa’ya, Fransa’dan Çekya’ya kaçmış. Oradan ABD’ye geçmiş, 1938 yılından 1949’a dek ABD’de yaşamış. Bu dönemde komünist cadı avından nasibini almış, 1949’da Doğu Almanya’ya yerleşerek Leipzig Üniversitesi’nde felsefe hocası olmuş. Stalinist ortodoksiye ters düşmesi üzerine bu sefer de Doğu Almanya’da büyük baskı görmüş. En son 1961 yılında Batı Almanya’ya yerleşerek Tübingen Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış. 1968 hareketi sırasında öğrencilerin önde gelen destekçilerinden olmuş. Hayatını kaybettiği 1977 yılına dek entelektüel ve siyasi faaliyetlerini sürdürmüş. Çok özgün bir Marksist düşünürdür, Türkçe’ye çevrilen çok sayıda eseri de mevcut. Fakat Türkçe çevirisi olmayan eserlerinin sayısı daha fazla. Bunlardan biri olan Bu Zamanın Mirası (Erbschaft dieser Zeit) isimli kitabın siyasi argümanını hatırlamanın gelecek için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Burada Bloch’un bu kitapta geliştirdiği ve sonraki çalışmalarında da tekrar tekrar döndüğü eleştiriye kısaca değineceğim.
Faşizmin güçlenmesini günden güne gözlemleyen Bloch’un Almanya soluna yönelik temel bir eleştirisi var: Birçok alanı mücadele etmeden Nazilere bırakmak. Bloch din, mitoloji, tarih gibi geleneksel kültürü oluşturan belirli alanların tüm referansları ve anlam dünyalarıyla ya tamamen Nazilere bırakıldığını ya da yalnızca faşistlerin tutumunun taklit edildiğini (bunun da zaten orijinal Hitler kadar iyi yapılamayacağını) söylemekteydi.
Faşistlerin propaganda yaptığı anlam dünyaları içinden devrimciliği savunmak demek aynı dünyanın içindeki kültürel referansları ve tarihsel anlatıları kullanarak faşizmle mücadele etmek demektir. Yani, “toplum bunu talep ediyor” diye gerici bir söylemi benimsemek yerine o gerici söylemin kullandığı referansları ve onların muadillerini kullanarak gericilikle mücadele etmektir. Halk ırkçılık istiyor diye ırkçı olmaktansa, ırkçıların konuştuğu yerden ırkçılık karşıtlığını örgütlemektir.
Bloch her alanda devrimci ögelerin var olduğunu düşünür. Egemenler devrimci olan bu ögeleri baskılamakta, gözden uzak tutmaya çaba göstermekte; bir yandan da kendilerinin işine yarayacağını düşündükleri ögeleri ön plana çıkarmaktadır. Gerek Hristiyanlık içinde, gerek Germen mitolojisinde, gerek Alman tarihinde devrimciliği savunmak için, egemenler karşısında örgütlenmek için, ırkçılıkla ve kapitalizmle mücadele etmek için kullanılabilecek pek çok unsurun varlığını gösterir Bloch. Alman solu gericiliğin kaynağı olarak gördüğü bu alanları faşistlere teslim etmiştir. Halbuki, bu alanların içinden de eşitlikçiliği, isyanı, özgürleşmeyi savunmak mümkündür. Yani, Hristiyanlık içinden koşulsuz itaati savunanın karşısında benzer referansları kullanarak devrimciliği savunmak, bu şekilde anlam dünyası büyük ölçüde Hristiyan değerler tarafından şekillendirilmiş köylüleri devrimciliğe ikna etmek mümkündür, der Bloch. Burada Bloch’un savunduğu şey köylülere yalan söylemek, sanki dindarmış gibi yapıp onları kandırmak değil, onların benimsediği değerler içinden devrimci olanları bulup çıkararak bunları samimi olarak savunmaktır. Bir dönem Sırrı Süreyya Önder üzerinden yapılan “artı değer yerine yetim hakkı mı desek” esprisi örneği üzerinden bunu açıklamak mümkündür. Madem hitap etmek istediğiniz topluluğun kültüründe “yetim hakkı” diye topluluğun zor durumdaki üyelerine yönelik sorumluluklarının altını çizen bir kavram vardır, o zaman bu kavramı da benimseyerek kullanmak faşizmle mücadele için önemlidir. “Yetim hakkı”nı aldınız diye “artı değer”i bırakmak zorunda değilsiniz, mesele mücadeleyi her alanda o alanın dilini kullanarak yürütebilmektir. Bloch benzer biçimde Alman tarihinin ve mitolojisinin Nazilere bırakılmasını da eleştirir. Benzer bir eleştiri eşitlikçi göçebe toplum geleneğini de içinde barındıran Türk tarihinin tüm kültürel referanslarının kendine devasa bir saray inşa etmiş bir adamın ve düşünce dünyası ondan çok da farklı olmayan diğer gerici kapitalistlerin tekeline bırakılmış olmasına da yöneltilebilir. Burada mesele bugüne dek merkez siyasetin tamamının yaptığı gibi kimin daha Türk, daha miliyetçi, daha Müslüman, daha İslamcı, vs. olduğunu tartışmak değildir zira kimse faşistten daha faşist olamaz. Mesele bizzat bu alanların içine de devrimci olarak girebilmek, devrimciliği elden bırakmadan mücadeleyi bu alanlara da taşımaktır.
Dünyayı, olguları, gerçekliği anlamlandırmak için bir takım referanslarımız vardır. Bu referanslar içinde bulunduğumuz kültürel, toplumsal ve ekonomik bağlamda şekillenir. Bu referanslardan doğru anlamlandıramayacağımız bir söylemin üzerimizdeki etkisi çok sınırlı olacaktır. Bu demektir ki insanların sahip olduğu değerler sistemini kavramadan, bu değerlerden devrimci amaçlar doğrultusunda seferber edilebilecek olanları devrimci söyleme devşirmeden içinde bulunduğumuz karanlıktan çıkmak da mümkün değildir.
Ben siyaseti, aralarında Bloch’un da bulunduğu çeşitli düşünürlerden etkilenerek, neyin mümkün olup neyin mümkün olmadığının belirlenmesi ve imkân dahilinde olanın sınırlarının çizilmesi olarak tanımlıyorum. İçinde bulunduğumuz koşulları irademiz yönünde dönüştürerek mümkün görülmeyeni mümkün kılmanın, mümkün olduğuna inanılanı imkân sınırlarının dışına atabilmenin siyaset olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla verili koşullar içerisinde insanların en çok beğeneceği şeyleri söylemeye ve yapmaya çalışmanın adı siyaset olamaz. Verili koşulları dönüştürebildiğimiz ölçüde siyasal faaliyette bulunabiliriz. Fakat mevcut olanı dönüştürebilmek ancak onun kendi içinde barındırdığı dönüşüm imkânlarını kullanarak mümkün olabilir. Devrimcinin de faşistin de verili koşulların ötesine geçebilmek için verili olanın kendisine sunduğu imkânları değerlendirmesi gerekir. Verili olanın ekonomik, kültürel ve toplumsal hiçbir boyutunun gözardı edilmemesi, en sığ görülen alanda dahi devrimci mücadeleye katkı sunacak bir şeylerin bulunması şarttır. Birçok insanın her akşam izlediği dizilerden inandıkları dine, meraklısı oldukları spordan dinleyerek büyüdükleri tarihsel anlatılara, dinledikleri müzikten güldükleri sosyal medya paylaşımlarına dek her şeyin içinde devrimci mücadeleye katkı sunabilecek, eşitlikçiliği savunmak için kullanılabilecek, ezilenlerin siyasal imkânlarını güçlendirebilecek referanslar bulunabilir. Bloch’un yaklaşık yüz yıl önce savunduğu siyasal pozisyonun tercümesi budur. Tüm bunlara tepeden bakmak da, bunlara ilişkin ezenlerin, sömürenlerin, baskıcıların söylemini tekrar etmek de sol için olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Yapılması gereken şey bu alanların içinden ama egemenlerden farklı bir şey söyleyerek konuşmak, buradaki eşitlikçi imkânları bulup çıkararak söyemek istediğimiz şeyi anlaşılır kılmaktır. Bunun yoluysa “Boğaz’da viski içen aydınlar” söylemini sahiplenip düşünce emeğini aşağılayarak her baskıcı rejimin değişmez unsurlarından olan anti-entelektüalizmi güçlendirmekten geçmez. Zira verili olanı dönüştürmek onu yeniden üretmekten çok daha yoğun bir düşünce emeği gerektirmektedir. Bu emeği sunabilecek insanları şeytanlaştırmak, onları “düşman” olarak veya “zararlı unsur” olarak kodlamak, elimizde gericiliği farklı biçimlerde yeniden üretmek dışında bir imkânın kalmamasıyla sonuçlanacaktır.
Bloch, “Naziler aldatıcı bir şekilde ama insanlara konuşuyor, komünistler doğru konuşuyor ama şeylere dair” diyordu. İnsanlara konuşmanın yolu onların anlam dünyasına girebilmekten, olguları değerlendirirken kullandıkları referansların bazılarını devrimci söyleme dahil edebilmekten geçiyor. İnsanlarla bugüne kadar söylenenlerin aynısını tekrarlayarak konuşmak bunları uzun zamandır söyleyen baskıcı, sömürücü, iktidar düşkünü sınıfın meşruiyetini yeniden üretmesini sağlıyor; insanlara anlamlandıramayacakları bir yerden farklı bir şey söylemenin ise hiçbir karşılığı olmuyor. İnsanlara gerçekten farklı bir şey söyleyebilmek için Eski olandan doğru Yeni’yi inşa etmek gerekir. Eski’nin yok sayılması da yeniden üretilmesi de çözüm değildir. Eski’yi, içinde barındırdığı imkânları kullanarak aşmak ve onu bu şekilde dönüştürmek gerekmektedir.
Bloch, tek bir Şimdi’nin olmadığını, birçok Şimdi’nin eşzamanlı olarak varolduğunu söylerken iç içe geçmiş çok sayıda gerçekliğin oluşturduğu karmaşık bir dünya kavrayışına işaret etmekteydi. “Bütün bunlara rağmen nasıl olur da hâlâ…” şeklinde başlanan birçok sorunun yanıtı burada gizli olsa gerek. “Bütün bunlar”ın başka gerçekliklerinden nasıl göründüğünü, farklı anlam dünyalarında ne şekilde kavranıp yorumlandığını bilmeden bu sorulara yanıt veremeyeceğimiz, bu dünyalara nüfuz edip onların içinden de derdimizi anlatamadığımız müddetçe de bu sorulara yol açan gelişmeleri dönüştüremeyeceğimiz kanısındayım. Belki Türkiye’nin sol aktörlerinin Bloch’u bu gözle tekrar okumalarının zamanı da gelmiştir.
[1] Tezin tamamına buradan erişilebilir: https://www.researchgate.net/publication/342338700_Ernst_Bloch_Utopyacilik_ve_Kurtulus_Teolojisi