Hedeflenen, yabancı ya da öteki addedilen gruplara dönük nefret duygusunun kendini serbestçe ifade edebilmesinin önünün açılmasının getirdiği duygusal tatmindir. Sadist popülizm muktedirlerin hâkimiyetinin aşağı sınıflara yayıldığı, onlara bu hâkimiyetten pay sağlandığı yanılsamasını yaratır, bir güçlenme deneyimi olarak yaşanır.
FOTİ BENLİSOY
“Tabii, sonuna kadar Reis. Neler yaptı, neler etti… Bir yirmi beş sene öncesini hatırlamazsınız siz. Benim eşim devlet hastanesinde çalışırken, sigortada ben çocuğumu gösteriyordum, birimiz bir kuyrukta birimiz öbüründe. Ve doktor beni azarladı. ‘Hadi’ dedi, ‘yürü fakültede git uğraş’ dedi. Böyle bir muamele görüyorduk. Şu an biz doktor dövüyoruz. Şu an doktorları beğenmiyoruz, doktor dövüyoruz. O rahatlık. Daha bunun ötesi mötesi yok.”
Sosyal medyada belki milyonlarca defa izlenen sokak röportajında bir kadın yaklaşan seçimdeki muhtemel tercihini bu şekilde açıklıyordu. Sağlık çalışanlarına dönük şiddeti aklayıp adeta teşvik eden bu sözler doğal olarak büyük bir tepkiyle karşılandı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) söz konusu videoyu sosyal medya hesabından paylaşarak sağlık çalışanlarına yöneltilen şiddete dikkat çekti. Paylaşımda, “sağlıkta yaratılan yıkımı derinleştiren ve şiddet iklimini besleyen dile karşı 14 Mayıs’ta değişim” denildi. TTB Merkez Konseyi, aynı gün yaptığı yazılı açıklamada şu ifadeleri kullandı: “Türkiye’de hekimler halihazırda tehlike altındadır, birkaç gün içinde üç ayrı ilde saldırı yaşanmıştır. Türk Tabipleri Birliği hekimlerin yanındadır. Suç işleyenler ve suça tahrik edenler hakkında suç duyurularında bulunulacaktır.”
Hekimlere dönük şiddetin alenen övüldüğü videonun yayınlanmasının ardından change.org’da “Doktor dövebiliyoruz diyen zihniyete karşı paylaş” başlıklı bir kampanya oluşturuldu. Kampanyaya dair açıklamada, “iktidar ve muhalefet partileri, sağlıkta şiddeti çözmek için özel bir oturumla derhal toplanmalıdır… Bu zihniyetin değişmesi için acilen çok ciddi caydırıcı cezalar ve bilinçlendirme çalışmaları talep ediyoruz. Lütfen paylaşın ve sağlık çalışanlarının sesini duyurun” ifadelerine yer verildi.
Röportaj sosyal medyada da büyük tepki yarattı. AKP’li seçmenin sözleri mevcut iktidarın yarattığı toplumsal tahribat ve çürümenin bir örneği olarak haklı olarak kınandı. Ancak çoğu yorum, söz konusu videonun ortaya koyduğu gerçekliğin anlaşılmasına pek de yardımcı olmayan, “çomarlık”tan “biz ne zaman böyle kötü olduk”a uzanan kolaycı ve hazırlop kalıpları devreye soktu. AKP seçmeninin doktor dövebilmeyi neden kendisini daha güçlü, belki daha müreffeh hissettiren bir seçenek olarak andığı, bunun mevcut rejimin niteliği ve onun toplumsal tabanıyla kurduğu ilişkiye dair bize ne söylediği üzerineyse pek de düşünülmedi. Oysa aslında tam da anlaşılması ve açıklanması gereken şey, şiddeti bir toplumsal yükselme mekanizması olarak anan o zihin ve duygu dünyası.
En iyisi en baştan başlamak: Neoliberalizmin tanımlayıcı özelliklerinden biri, iktisadi ve sosyal eşitsizliklerin artması ve alt sınıflar açısından toplumsal içerilme ve yukarıya doğru toplumsal mobilizasyon olanaklarının daralmasıydı. Neoliberalizmin başlangıç devrine has zenginleşme, amiyane tabirle “köşeyi dönme” vaadinin pırıltısı kayboldukça bu durum giderek daha açık hale geldi. Bu durum Philip Mirowski’nin tabiriyle neoliberal devre has bir “gündelik sadizmi” gündeme getirdi. Yoksulluk ve güvencesizliğin kişisel bir başarısızlık olarak yeniden tanımlandığı bu dönemde altta kalanın adeta damgalanarak içerisinde bulunduğu olumsuz koşullardan ötürü suçlanması yaygınlık kazandı. İşsiz ya da evsiz kalanın, güvencesiz bir işte çalışanın, borçlarını ödeyemeyenin, iki yakasını bir türlü bir araya getiremeyenin, emekli olamayanın, geçinemeyenin kimseyi suçlamaya hakkı yoktu, olamazdı. Çünkü yaşadığı sorun ve sıkıntıların müsebbibi yine kendisiydi. Yoksulluğun suçu, yeterince çalışmayan, isabetli bir kariyer planlaması yapmayan, beşeri sermayesine doğru yatırımı yapmayan yoksullardı.
Neoliberalizmin gündelik işleyişine has sadizm böyle gündeme geldi. İşsizliğin, borçluluğun, güvencesizliğin neden olduğu acıların müsebbibinin aslında bizzat bu acıları çekenlerin olduğu kanaatinin yaygınlaşması, sosyal refah pratiklerinin tasfiyesine ciddi bir toplumsal destek sağladı. En altta kalanın canının çıkmasının meşru sayıldığı bir devirde altta olanın, kendisinden daha da altta olduğunu düşündüğünü suçlamasının garip bir tarafı yoktu. Kendisinden daha aşağıda olduğunu ya da olması gerektiğini düşündüğü kesimi hedef alan sosyal kesintilerden belli bir tatmin ve memnuniyet duymak, neoliberalizme has gündelik sadizmin bir sonucuydu. Üstelik bu sadist hissiyat, insanlara yanıltıcı da olsa en altta olmadığı, hatta toplumsal skalada yukarılarda bir yerlerde konumlandığı hissini de verebiliyordu. Philip Mirowski’nin ifadesiyle, “Bu suçlu zevk sayesinde, mütevazı imkanlara sahip insanlar, bir düşüş çağında aşırı derecede zengin olmanın nasıl bir his olduğuna dair dolaylı bir deneyime yönlendirilir.”[1]
Aslında bilhassa 1980 ve 90’ların neoliberalizmi, gündeme getirdiği tüm eşitsizliklere ve bununla alakalı olarak “başarısız” sayılanlara yöneltilen “gündelik sadizme” karşın esas itibariyle daha fazla zenginlik vadeden iyimser bir ideolojik konumlanışa işaret ediyordu. Kişi kendisine (ve elbette Thatcher’ın hatırlattığı üzere ailesine) doğru yatırımı yaptığı müddetçe yükselmek, öncekinden daha iyi maddi koşullara sahip olmak, hatta (neden olmasın) köşeyi dönmek pekâlâ mümkündü. Neoliberalizmin bu muzaffer günlerinde altta kalanlara, başarısız olanlara, “treni kaçıranlara”, “yırtamayanlara” dönük horlayıcı, aşağılayıcı bir tutum söz konusu olsa da hemen herkesin gözü yukarılardaydı.
Ancak muzaffer ve iyimser neoliberalizmin bu nispeten sınırlı gündelik sadizmi, 2008 finansal çöküşünün ardından hızla bambaşka bir kapsam ve boyut kazandı. Bu dönemden itibaren neoliberalizmin popüler söyleminde, onun daha karanlık, sadist yönlerini vurgulayan dikkate değer bir değişim yaşandı. Acı reçetelerin kural haline geldiği 2008 sonrası neoliberalizminin refah ve zenginlik vadedecek takati kalmamıştı. Bu iklimin yarattığı tepki ve huzursuzluk, hınç ve nefret temelli siyasal hareketlerin gelişimi için müsait koşulları oluşturdu.
Artık mesele, neoliberal politikalarla alt sınıfların belli kesimlerine yöneltilen ekonomik şiddetten duyulan pasif hazdan ibaret değildi. Toplumsal yükselme vaadinin özellikle daraldığı geç neoliberal devirde bir toplumsal grup üzerinde fiziksel ya da sembolik şiddet uygulayabilme vaadi giderek daha geniş bir siyasal işlev edinir, sadizmin kapsamı genişler. China Miéville’in ifadesiyle, “neoliberalizmin dekadansında sosyal sadizm yeni, hararetli bir aşamaya girer.”[2] Artık gerçekçi görünmeyen refah ve toplumsal yükselme vaadinin yerini, spesifik bir gruba uygulanan şiddete ortak olmanın getirdiği tatmin ve “yükselme” duygusu almaya başlar.
Bu duruma “sadist popülizm” ya da “sadopopülizm” deniyor. Söz konusu olan alt sınıfların gündelik sıkıntılarını bir nebze de olsa telafi edebilecek, yoksulluğu yönetilir kılacak maddi vaatlere dayanan bir “popülizm” değil, esas itibariyle hedef seçilen bir grubun ezilmesine, sindirilmesine doğrudan ya da dolaylı olarak iştirak etmenin yarattığı tatmini ve suçlu zevki (guilty pleasure) hedefleyen bir negatif popülizmdir. Hedeflenen, yabancı ya da öteki addedilen gruplara dönük nefret duygusunun kendini serbestçe ifade edebilmesinin önünün açılmasının getirdiği duygusal tatmindir. Sadist popülizm muktedirlerin hâkimiyetinin aşağı sınıflara yayıldığı, onlara bu hâkimiyetten pay sağlandığı yanılsamasını yaratır, bir güçlenme deneyimi olarak yaşanır.
Mihaly Koltai, Macaristan’da Viktor Orban’ın 2010 sonrasındaki iktidarını, neoliberalizmin sadist karakterinin belirginleştiği bu geç evresinin tipik bir örneği olarak ele alır. Orban iktidarı, atipik bir liberal olmayan otoriter rejim olmaktan çok muzaffer neoliberalizmden sadist neoliberalizme geçişi sağlayan küresel “rejim değişikliğinin” açık bir ifadesidir: “Kalıcı milliyetçi/ırkçı histeri, anti-feminizm, paranoyak komploculuk vb. ile birleşen bu neoliberalizm biçimi, demokrasideki gerileyiş çerçevesinde uygulanabilir bir siyasi koalisyon oluşturma yeteneğine sahiptir. Üstelik bunu yapabilmesinin nedeni, ‘tebaasına’ somut faydalar sunabilmesi değil, popüler hıncı ustaca kullanarak nefrete yönelik pek çok makul hedef sunabilmesidir.”[3]
Amerikalı tarihçi Timothy Snyder ise Donald Trump yönetimini sadopopülizmin tipik bir temsilcisi olarak tanımlayarak son dönemde bu terimin popülerleşmesine katkıda bulunan bir isim. Snyder’a göre Trump, “herhangi bir seçkin kesimden halka servet aktarmıyor. Aksine, zenginliği halktan halihazırda var olan seçkinlere aktarıyor. İnsanlara mutluluğu kovalamaları için daha fazla şans vermiyor. Aslında tam tersini yapıyor: sistemde daha fazla acı yaratıyor. Ve insanları bunun iyi olduğuna ikna etmede çok iyi, başkaları daha fazla incindiği sürece onların incinmesinde bir sorun yok.”[4] Gerçekten, Trump’ın sadopopülizmi temsil etmeye soyunduğu “beyaz işçi sınıfının” maddi koşullarında herhangi bir düzelmeye neden olmaz. Aksine mevcut eşitsizlikleri zaten zengin olanlar lehine pekiştirerek belki onların durumunu daha da kötüleştirir. Ancak öte yandan göçmenlerin ya da siyahların üzerindeki siyasal ve iktisadi şiddeti artırarak toplumsal tabanında bir “muktedirleşme” yanılsaması yaratır. “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapmak” bu kolektif muktedirleşme duygusuna yaslanır.
Trump beyaz olmayanlara yöneltilen ve dozu giderek artan şiddet yoluyla beyazlara bir statü sunuyordu. Bu durum, tarihçi ve siyah eylemci W.E.B du Bois’nın hâkim sınıfın Amerikan Güney’inde yoksul siyahlarla yoksul beyazlar arasında olası bir ittifakı önleme çabasına dair yorumunu hatırlatır. Du Bois’ya göre yoksul beyazlar, “kamusal ve psikolojik ücretler” diye tanımladığı maddi ve manevi kimi ödünler yoluyla güya “imtiyazlı” bir konuma getiriliyor, böylece yoksul siyahlarla aralarına bir bariyer inşa edilmiş oluyordu. “Kamusal ve psikolojik ücretler”, polis olabilmekten siyahlara kapalı kamusal alanlara girebilmeye, mahkemelere jüri olarak seçilmekten görece iyi okullara gidebilmeye bir dizi statü göstergesi aracılığıyla yoksul beyazların kendilerini beyaz hâkim sınıfın bir parçası olarak hissetmelerine olanak tanıyordu.
“Sadopopülizm”, du Bois’nın “kamusal ve psikolojik ücretleri”nin radikal bir dönüşüme uğramış hali olarak tanımlanabilir. Söz konusu “kamusal ve psikolojik ücretler”, artık tabi sınıfların belirli bir bölümüne verilen maddi ya da manevi ödünlerden ziyade düşmanlaştırılmış herhangi bir gruba yöneltilen şiddet aracılığıyla oluşturulan bir sözde imtiyazlılık ve güçlenme hissidir. Aslında du Bois da hayatının sonraki döneminde siyahlara yöneltilen ve beyazların doğrudan ya da dolaylı olarak katılımcısı olduğu maddi ya da sembolik şiddetin yarattığı memnuniyet ve hazzın, “beyaz” kimliğinin oluşumundaki belirleyici rolünü vurgulayacaktı. Du Bois’ya göre siyah karşıtı şiddetin paylaşılan hazzı, yoksul beyazlar arasında en az “kamusal ve psikolojik ücretler” kadar güçlü bir telafi mekanizması olarak işlev görüyordu.[5]
Sadist popülizm, geç neoliberalizm koşullarında bu durumun genelleşmesini ifade ediyor. Neil Davidson’ın ifade ettiği üzere, “artık önemli olan maddi koşullarda marjinal -ya da o kadar da marjinal olmayan- kimi farklılıkların muhafazası değildir. Belirleyici olan yabancı, “öteki” ya da açıklanamaz ekonomik gerilemenin veya arzu edilmeyen kültürel değişimin farazi sorumlusu olarak tanımlanabilecek gruplara karşı nefret duygularının serbest kalmasına izin verilmesinin yarattığı duygusal tatmindir”.[6] Egemenler açısından alt sınıfların maddi yaşam koşullarında anlamlı bir gelişme gündeme getirilemiyorsa yapılabilecek yegâne şey giderek kötüleşen bu maddi koşulların ister istemez kışkırttığı tatminsizlik ve öfkeyi bir başka kanala yönlendirmektir. Düşman ya da tehdit addedilen bir grubun acı çekmesini izlemek, o acı çektirme eyleminde pay sahibi olmak maddi varoluşun neden olduğu acıyı tersinden telafi etmeye başlar. Acının yönetilmesi ve dağıtılması başat yönetim tekniği halini alır.
Örneğin herkese ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti verilmiyorsa, verilmek de istenmiyorsa, hiç değilse bir “telafi mekanizması” olarak kitlelere “doktor dövme” olanağı sağlanır. Belli ölçüde göz yumulan, dolaylı olarak önü açılan bu şiddet biçimi sahte bir toplumsal yükselme, muktedirlik ve tatmin hissi yaratır. “Sadist popülizm” böyle işler ve yaygınlaşır. Bundan bir süre önce gündeme gelen aynı konulu bir başka sokak röportajında bir hasta yakını bu durumu gayet berrak bir biçimde özetliyordu: “Ben bu dönemden önceki dönemi de biliyorum. Amcam ameliyat oldu hastanede. Yarı parasını ödediğimiz halde, babam senede imzayı attı. Bizim evimizde ne varsa götürdüler. Televizyonu, buzdolabını, yani ne varsa götürdüler. Ben bunu yaşadım yani. Şu anda öyle bir sıkıntımız yok. Hatta gidiyorlar şu anda hastanedeki görevliyi bile dövüyorlar. Öyle baskı yapıyoruz artık. Benim hastama bakmıyorsunuz diye. Benim en büyük zenginliğim bu ya zaten. Zaten yok trilyonumuz, öyle büyük zenginliğimiz yok.”
Sadopopülizmin Türkiye’deki kapsama alanı hekimlere ve sağlık çalışanlarına karşı önü açılan şiddetle sınırlı değil elbette. AKP’nin hükümete geldiği ilk dönemde geçerli olan istisnai olumlu iktisadi konjonktür, iktidara alt sınıfların sosyal ve iktisadi beklenti ve taleplerine şu ya da bu ölçüde yanıt verme kabiliyetini sağlıyordu. Bu durumun değişmesi, Erdoğancı popülizmin güya demokratik-liberal, “vesayet karşıtı” bir çizgiden giderek daha belirgin bir sadopopülist hatta girmesine neden oldu. Milliyetçi-şoven saldırganlık, kadın düşmanlığı, lubunyalara dönük açık nefret, türlü komplo teorileri eşliğinde pazarlanan emperyal nostalji, militarist bir büyük güç olma iştahı vs. hep bu sadopopülist hattın giderek belirgin hale gelmesiyle alakalı.
Dolayısıyla günümüzde iktidarın seçim kampanyasının büyük oranda sadopopülist çağrı ve vaatlere istinat etmesi hiç de şaşırtıcı olmamalı. Mesela 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” yasasının kaldırılarak kadınlara dönük şiddetin önünün açılması, iktidarın kritik bir seçim vaadi. Meselenin siyasal iktidarın “İslamcılığına” ya da toplumsal tabanı daralan Erdoğan’ın yeni ittifaklar arayışına indirgenerek tartışılması böyle bir seçim vaadinin neden belli bir karşılık bulabileceği sorusunun üzerinden atlıyor. Oysa kadına dönük şiddetin cezasız kalması, Cumhur İttifakı’nın toplumsal tabanını teşkil eden erkeklerin hiç değilse bir bölümünde muhtemelen bir muktedirleşme vaadi olarak görülüyor ve bu yüzden de etkili olabiliyor. LGBTİ+’lara dönük şiddet iktidar koalisyonunun seçim kampanyasının bir başka merkezi seçim vaadi. Homofobinin, lubunya düşmanlığının iktidar koalisyonunun siyasal söyleminde bu denli merkezi bir konum işgal etmesi, tıpkı Macaristan’da olduğu gibi, onun sadist popülist karakterinin en belirgin alametlerinden.
Fıkradaki “Kürt anasını görmesin” ifadesinin belki de en berrak anlatımı olduğu Kürt karşıtı ırkçılık da sadopopülizmin tipik bir örneği. Yaygınlaşan göçmen karşıtı ırkçılık da rahatlıkla aynı kategoride değerlendirilebilir. Örneğin kamusal ulaşımın bedelsiz olması vaadinde bulunmaktansa göçmenlerin bayram günlerinde ücretsiz ulaşımdan faydalanmasına mani olunması tipik bir sadopopülist tutum. Bu örnekte, giderek daha pahalılaşan şehir içi ulaşımın yaratması olası huzursuzluk belli bir grubun ulaşım hakkının sınırlanması aracılığıyla telafi edilir. Suriyeli mültecilerin ülkelerine gönderilmesiyse günümüzde neredeyse bütün siyasal yelpazede ciddi bir karşılık bulan bir başka sadist popülist talep. Bu örnek, sadist popülist taleplerin beklenmedik bir hızla yaygınlaşıp farklı siyasal eğilimlere sirayet edebildiğini ortaya koyuyor.
Neticede iktidarın sadist popülist seçim kampanyasının başarısızlığa uğraması, iktidar koalisyonunun seçimde yenilgiye uğratılması emekçi ve ezilenleri birbirlerine kırdırmaya dönük bu girişimlerin akamete uğratılması açısından elbette kritik önemde. Ancak iktidarın 14 Mayıs’ta mağlup edilmesi durumunda “cehennemin kapılarının kapatılacağı” yanılsamasına da kapılmamak gerek. İncil’i okumuş olanlar bilir: İsa yeni imanın ancak kaya üzerine bina edilmesi durumunda cehennemin kapılarının kapatılabileceğinden bahseder. Oysa mutfakta yanına Babacan’ı alan bir Kılıçdaroğlu, yani sadist popülizmin karşısına bizatihi o sadist itkinin şekillenmesinde kilit rol oynayan muzaffer/iyimser neoliberalizmi diken olası restorasyon düzeni, Rosa Luxemburg’un o meşhur tabiriyle “kum üzerine kurulmuş” olacak. Emeği ucuzlatıp güvencesizleştirerek güçten düşüren düzen devam ettiği müddetçe sadist popülizmin karanlık gölgesi bizlerle olmaya devam edecek. Tersi yöndeki yanılsamaları beslemeli, bundan elli sene evvel katledilen Gineli Marksist Amilcar Cabral’in sözleriyle “kolay zaferler iddiasında bulunmamalı”yız.
DİPNOTLAR
[1] Philip Mirowski, Never Let a Serious Crisis Go to Waste How Neoliberalism Survived the Financial Meltdown, Verso, 2013, s. 143.
[2] China Miéville, “On Social Sadism”, https://salvage.zone/on-social-sadism/
[3] Mihaly Koltai, “The Neoliberal Self: Some Observations on the Psychology of Contemporary Neoliberalism”, https://lefteast.org/the-neoliberal-self-some-observations-on-the-psychology-of-contemporary-neoliberalism/
[4] “A Trumpian blip or a fundamental flaw in American democracy”, https://www.eurozine.com/democracy-in-question/
[5] Ella Myers, “Beyond the Wages of Whiteness: Du Bois on the Irrationality of Antiblack Racism”, https://items.ssrc.org/reading-racial-conflict/beyond-the-wages-of-whiteness-du-bois-on-the-irrationality-of-antiblack-racism/
[6] Neil Davidson, “The Actuality of the Revolution”, Revolutionary Rehearsals in the Neoliberal Age içinde (ed. Barker, Dale, Davidson), Haymarket Books, 2021, s. 588.
FOTOĞRAF: Indiana eyaleti Marion’da suç işledikleri gerekçesiyle hapisten kaçırılıp linç edilen iki siyah Amerikalı ve linççiler. (7 Ağustos 1930)