Kimin “devrimci” kimin “reformist” olduğunun seçimlere ilgi duymakla, oy kullanmakla, hatta aday olmak veya yasal parti kurmakla değerlendirilmesini yüzeysel bulduğumu işin başından söyledim. Yeri geldiğinde hepsi yapılır; “legaliteyi istismar” anasının ak sütü gibi helâl herkese. Uyanık olunması gereken parlamento tarafından istismar edilmemek, simgesel ağımıza, kalıtımsal bağımıza, ortak tarihimize, üst metinlerimize, birbirimize atıflarımıza sahip çıkmak.
SELÇUK KOZAĞAÇLI
“Acaba şimdi hangi okları izlesem?”
Yanıtlaması çok güç bir soru değildi bu; ormanda yalnızca bir yol vardı
ve iki ok da orayı gösteriyordu.
“Bu sorunu yol çatallanınca, değişik oklarla karşılaşınca çözerim” dedi kendi kendine… [i]
Evine uzak tâli yollarda harita yardımıyla araba kullanan herkes –hayatında hiç değilse bir kez– yoldaki tabelayla elindeki haritanın tutmadığını fark edip sağda durmuştur. “Şimdi GPS var” diyecekseniz, benim uzun yirminci yüzyılın çocuğu olduğumu hatırlatmakla yetineyim ve ayrıca GPS için bile mümkün bence bu söylediğim.
Hareket kültüründen beslenenler için “sağ” bir yön olmaktan çok, bizzat durma halidir. Teşbihte hata görmezseniz “Devlet karayolunda sağa çekmek” diyelim; durup, devletin dağınık saçını sol elle düzeltmek de denebilir. Burada duran yahut durmak isteyen kişi, dünyanın –hiç değilse onun ömründe– kökten bir değişikliğe uğramamasını hatta mümkünse onunla birlikte yavaşlamasını umduğu oranda sağcıdır. Hele bir de eldeki haritanın kat yerleri yıpranmış, görüş mesafesi sisle kısalmış olmasın; tabelanın fosforu fevkalâde cezbedici hale gelir.
Görüşü bulandıran sis yolcuya zulümdür. “Devrimci”yi bunaltmasına gelince, o da Fikret’ten beri gayet tanıdık herhalde: “Sarmış yine âfakını bir dûd-ı muannit/ Bir zulmet-i Beyzâ ki pey-a-pey mütezait”.[1]
Yani? Siyaseten sadeleştirmek uğruna edebi lezzetinden feragat edersek; başkentin ufuklarını “yine” inatçı bir dumanın sardığı ve durmadan artan baskının beyaz bir karanlığa benzediği söylenmiş oluyor. Zulmet-i Beyzâ: Beyaz Karanlık. Ne güçlü ifade. Böyle zamanlarda sağa çekme -bu sefer rot/balans ayarsızlığı anlamında- kendisini daha sık dayatacaktır.
Türkiye Devrimci Hareketi’nin doğumhanede kucağında bulduğu –eğer eskizi Paris Komünü’nde karalanmaya başladıysa neredeyse yüz yıllık– haritayla, önündeki “Sandığa Gider” yazılı fosforlu işaret levhası arasında ilk kez 12 Ekim 1969 seçimleri arifesinde kaldığını kabul edelim. Adları sonradan efsaneleşecek önemli figürlerin çoğu o sırada ülke genelinde seçime katılan Türkiye İşçi Partisi’nin üyesi veya sempatizanıydı. Yahut kendilerine uygun buldukları ve ileride ihraç gerekçesi yapılacağına göre partinin pek hoşuna gitmediği anlaşılan ünlü sıfatla “Devrimci TİP Komitesi”nin üyeleri. İsimleri ne olursa olsun, yol ayrımında bulunduklarının ve ellerindeki haritayla önlerindeki tabelanın tutmadığının farkındaydılar.[2]
Sağa çekmişler miydi? Çeken olmuştur mutlaka. Bizi ötekilerin hikâyesi ilgilendiriyor. 69’un son ayları 6. Filo protestolarıyla geçmişti ve Aydınlık Sosyalist Dergi’de 1970 Ocak ayında yayınlanmış yazının başlığı şöyleydi: “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori”.[3]
Haritacılık bilimdir. İyi bir haritanın tek gerçek zaafı, kutupsal yönlerle ilişkisizliğidir. Daha açık söylenirse, harita lejandının “doğusuyla batısı” gerçekte kâğıdın sağıyla solundan ibarettir; yön bildirmez. Astronominin ve gök haritalarının çok gelişkin olduğu erken İslâm uygarlığında “Kâbe’nin yönünü göstermekten âciz” yer haritacılığının nasıl küçümsendiğini hatırlayın. Oklu tabelanın haritaya bariz –ve yanıltıcı– üstünlüğü, yürünecek yolu veya öylesi lâzımsa kıyâm ederken yüzünüzü dönecek yönü açıkça gösterebilmesinden gelir ki; harita tek başına bunu yapamaz. Yanıltmaca şurada: Haritanın yol bulmak için sizden eziyetli ilâve işler ve hatta pusula talep edeceği doğru olmakla beraber, tabela dediğin de kendisini dikenin kıblesini işaret etmekten ibarettir. Yani göremediğimiz göksel bir haritaya göbeğinden bağlıdır.
Parlamento, burjuva demokrasisinin kâbesidir. İster Fikret’in “tazyikinin altında silinmiş gibi eşbah”[4] diye yakındığı sisi dağıtacak meşruti monarşiyi, ister Kemal Paşa’nın kurucu Millet Meclisi’ni, isterse “Demokratik Cumhuriyet” talebiyle Dördüncü Devlet Duma’sını arzulayın, parlamentonun gece göğünde kapitalizmin yıldızları parlar. “Durduk yere bu Fikret merakı nereden çıktı?” diye soracaksanız, hayatımıza aniden paraşütle indirilen “Kahrolsun İstibdat!” sloganının –her cenahtan– sahiplerinin, mevcut Cumhurbaşkanını Sultan Abdülhamid-i Sani’ye benzetmek sığlığıyla yetinmeyip Tevfik Fikret okumayı da seviyor olabileceklerine dair zayıf bir umuda dayanıyor galiba. Zira okusalar hemen fark edebilecekleri üzere faşizm başka birçok şey olmadığı gibi[5] “istibdat” da değildir.
Devrimciler parlamento seçimlerini ilkesel olarak reddetmez. Bu türden bir reddedişin monarşist, anarşist ve faşist tarzları vardır, ancak elinizdeki yazının konusu değiller. Devrimciler ise bu şenliğin güzergâhları üzerinde olup olmadığını günün her saatinde –hem haritadan hem de pusuladan– kontrol ederler. Yazının konusu bu. Niye günün her saatinde? Çünkü bir başka açıdan bakıldığında böyle durumlarda güzergâh belirlemek, mekânın zamanla ilişkisine dairdir. Aynı kavşakta; tan ağarırken, öğle ışığında yahut akşam çökmek üzereyken tercihleriniz değişebilir. Buna somut koşulların somut analizi veya politik karar alma kabiliyeti diyelim.
Demek ki 1969 genel seçimlerinde –yahut beğendiğiniz herhangi bir seçimde– sandığa ilgi göstermek “kendi başına” ayıptır denemez, fakat 69 için “yaptıkları budur” da diyemiyoruz. O sonbaharda bizimkilerin –artık her ne düşündülerse– seçim sonuçlarıyla ilgilenmediklerini, 1971 başından 1973 ortasına kadar çevik adımlarla kat ederek açtıkları “yeni” yoldaki bot ve kan izlerinden biliyoruz. İzin verirseniz bu yazıya özel olarak 71 kalkışmasının tamamından –ayrım yapmadan ancak nüansların farkında olarak– Türkiye Devrimci Hareketi diye söz edeyim. 71’i sadece tarihsel, siyasal veya duygusal açıdan değil, kalıtımsal olarak da sahipleniyorum. “Bizimkiler” deyişimdeki iyelik kipi işte bu nesep iddiasının uzantısı. Her aile ağacı gibi, ileride dallara ayrılmasında ve hatta bazı dalların kurumasında sorun yok; normali de odur. İkonografik değil ideolojik bir bağ benimkisi.
Hepsi kastedildiğinde bile toplam sayılarına bakınca: “Açtıklarına yol denemez, patikaymış sadece” diyeceklere hak verilebilirse de; bunun ölçek değil kadastro meselesi olduğunu geç, yetmişli –ve doksanlı– yıllar boyunca hepimizin öğrenme fırsatı oldu; onlar zaten yürümeye başladıklarında biliyorlardı. Yoldan gelinip geçilir oysa kadastro mülkümüzün sınırlarını kalıcı şekilde belirler; toprağı bize ve bizi toprağa sahiplendirir.
Yaptıklarının sadece silahlı mücadeleyle özdeşleştirilmesi kusurludur. “İllegal” kavramını, yasanın ihlâli, yasada suç olarak tanımlananın –örneğin silahlı eylem– hayata geçirilişi, yani yasanın “karşısında” olunması üzerinden tanımlamak, yaşamı hukukla kavrama zaafının uzantısıdır. Oysa illegal, yasanın basitçe dışında –hukuk tarafından kirletilmemiş politik alanda– gerçekleşen akıl yürütmenin, iletişimin ve eylemin yasayı zaten “göremeyecek” olmasından ibarettir. Bu durum, bir dine mensup olmayan kişinin o dinin kural ve yasakları karşısındaki konumuna benzer; elbette bilebilir, yürürlüğünden etkilenebilir hatta bazen uyuma zorlanabilir ancak “görmez” yani yükümlüsü değildir. İllegalite, siyasetin hukuk tarafından mülk edilmesine izin vermeyen bir kadastro faaliyetidir. Kuşkusuz siyasal şiddetle ilgisi vardır fakat kapsamlı kavramsal ağ içinde bu ilişki ikincil kabul edilebilir.
Yine de ölçek işini netleştirelim: Azınlıktaydılar ve bugün de öyleyiz. Kıyas örneklemini istediğiniz gibi seçin. Aileleri, yaşıtları, sınıf arkadaşları ve tanıdıklarının gözünde; sosyalist-komünist sıfatıyla anılanlar arasında, yoksullar ve emekçi sınıflar içinde her zaman azınlıktan; sandığa giden toplam seçmen sayısı karşısında ise çok küçük bir azınlıktan bahsediyoruz. Marjinal miydiler? “Aykırı” anlamında kullanıyorsanız belki, ancak aklınızdan geçen “son birim” ise hayır. Sınırdaki aşırı ucu değil doğurgan bir ana gövdeyi inşa edebildiklerini biliyoruz; sondan çok başlangıçtılar. Bu durum azınlık hesabını değiştirmez. Türkiye’nin kayıtlı seçmen sandık katılım ortalamasının 1950-2000 yılları arasında %80’i bulduğunu ve 2018 tarihli son genel seçimde %86’yı aştığını akılda tutalım.
Sosyalistlerin seçime katılma tercihleri üzerine eleştirel bir analiz kaleme almak niyeti açısından hiç de teşvik edici rakamlar gibi durmuyor: Gitmiş işte “herkes”.
Ben yine de soruyu ilginç bulmaya devam ediyorum. Bizimkiler niye seçimlere ilgi duymamıştı? Belki de katılım o seçime özel trajik bir düşüş göstermişti? Olabilir mi? 1969 parlamento seçimlerine katılım oranının –genel ortalamanın bir parça altında bile olsa– %69,35 gibi oldukça yüksek bir rakama ulaştığını ve bunun içinde %2,68 gibi etkileyici bir TİP oyu bulunduğunu hatırlatayım ki soruyu size mazur gösterebileyim.[6]–[7] Genel ortalamaya düşüşün ise dönemin sonuna denk gelen –ordunun ve cumhurbaşkanının da dâhil olduğu– gerginlik nedeniyle, siyasi yasaklı Demokrat Parti’lilerin affı girişiminin başarısızlığa uğramasına tepki olduğu düşünülebilir.[8] Demek ki bu topraklarda devrimciliğin doğuşunu, sandığa yönelimde etkili bir dönemsel düşüşe yahut emekçi sınıfların parlamento seçimlerine “o seferlik” ilgisizliğine bağlayabilmek mümkün değildir. Türkiye halkları sandığa her dönem ilgi duydu. Önümüzdeki 14 Mayıs 2023 seçimine katılımın da bu ilgiyi –genel ortalamayı aşarak– teyit edeceğini düşünmemek için sebep yok.
Öyleyse ne olmuş olabilir?
Öncelikle 1971 Devrimci Hareketi’nin kendi gündemlerine dair özel hassasiyete eşlik eden bir aciliyet duygusuna sahip olduğu söylenmelidir. Her ne kadar kendilerinin yaşı aday olmak için tutmuyorduysa da[9] üyesi/sempatizanı oldukları partileri veya bağımsız adayları desteklemediklerini anlamakla beraber; örneğin –eğer oy kullanmaya karşıydıysalar bunu örgütlemek üzere– aktif bir boykot kampanyası yürüttüklerini de görmüyoruz. Boykotu, akıllarını asıl işlerinden uzaklaştıran bir yük ve “seçime karşı çıkmayı” temel alsa bile “seçime odaklı” politika kabul ederek gündemlerine almamış olmaları kuvvetle muhtemel.[10] “Aciliyet duygusu” dediğim bu.
Başka bir deyişle, prensip olarak “Çare Seçim Değil Devrim” sloganı Türkiye Devrimci Hareketi’nin ideolojik pozisyonunu genel olarak tarife yeterli olsa bile, madem ilkesel bir sorunumuz yok, niye o veya bu seçimde yasal partiye ihtiyaç duyduğumuz, bağımsız aday çıkardığımız, ilgisiz kaldığımız veya aktif boykot örgütlediğimiz sorusu ilginçliğini koruyor. Neden seçimlere ilgi göstermemişlerdi? “Onlar devrimciydi, ötekiler reformist” cevabının yüzeyselliği iki nedenle işimizi görmez: İlki, beyanlarıyla programları esas alındığında hepsinin hedefi sosyalizmdi –ve başlangıç için her zaman bunu esas almak gerekir–, ikincisi ise bir kere sosyalistler arasında konuşmaya başladıysak; onların kendilerini ve birbirlerini nitelerken kullanmayı sevdiği sıfatlarla; devrimcinin, revizyonistin, oportünistin, reformistin, büyüğün, küçüğün, legalin, illegalin, sandığın, gerillanın, ölünün ve delinin hesabında ve merakında yoldaşız demektir. Takip etmek için elbette “birini” tercih edeceğiz ancak konuşurken sadece üstteki iyileri seçebileceğimiz bir alışverişte değiliz. En geniş anlamıyla iki yüzyıllık teorik/pratik mirasın üzerinde oturuyoruz; anlamlı ve yerleşik simgesel ağlara, ortak okumalara sahibiz. Bence –seçime ilgi duyalım veya duymayalım– birbirimizle konuşmayı sürdürmek zorundayız.
O zaman düşünmeye devam.
Ülkenin en iyi okullarında okuyan bu hareketli, zeki ve sosyal insanları, etraflarındaki büyük çoğunluğun aksine “Sandığa Gider” tabelasının gösterdiği yönde yürümekten alıkoyan neydi? Öncelikle neden zaten hâlihazırda üyesi oldukları TİP’in yahut –diyelim ki yasal sınırlamalardan hoşlanmıyorlardı– zaten neredeyse elli yıldır illegal siyaset yapan Türkiye Komünist Partisi’nin 1969 seçimlerindeki önerilerine[11] kulak tıkayıp yeni bir patika açmaya karar vermişlerdi? Ve elbette bu tercihin bugünün devrimcilerine söyleyebileceği ne var?
Belki işin başında hatırlattığımız gibi güzergâh seçiminde zamanın mekânla ilişkisi de konuşulmalı: Günün hangi saatindeydiler ve hangi saatindeyiz? Eh, devrimcilerin parlamento seçimlerinde “somut koşullara” göre boykotu da adaylığı da câizse elli yıl öncenin koşullarında gerçekleşmiş politik ilgisizlik bugün niye önemli olsun ki; herhalde koşullar değişmiştir? Mümkün, konuşalım ama kararları yine de ilgimi çekmeye devam ediyor. Bu insanları “anma gününde” duvara yaslanmış dilsiz “devrim ikonaları” olmaktan çıkarıp bize bugüne dair söyleyebilecek sözleri bulunup bulunmadığını merak etmeliyiz.
Dilsizlik algısı, devrimciliklerini “devrim için öldüler” pratisyenliğine indirgiyor. Bilâkis ölmekle yetinmeyip ölünceye kadar yazdılar ve konuştular. Burada ne kısa ama yoğun teorik faaliyetlerinden ne de –darağacı dâhil– kürsü konuşmalarından söz edeceğim, çünkü bu yazının imkânını aşar. Ancak konu devrimcilikse, yeni sömürgelerin siyasal ve ekonomik alanını teorik kavrayışlarının henüz aşılabildiğini düşünmediğimi söylemek isterim.
71 kadroları; iktisada, tarihe ve siyasete Marksist/Leninist sosyalizm çerçevesinde ilgi duyuyorlardı. Üniversite öğrencisi, subay, işçi, köylü ve fiilen devrimciydiler. Bugün elde subay kalmadıysa da[12] üniversite öğrencileri, işçiler ve yoksullar halâ sosyalist partilere üye oluyorlar. Yayınlarını takip edebildiğim kadarıyla en azından Çayan, Gezmiş ve Kaypakkaya’nın şahsında devrimci 71 ile duygusal bağlarını koruyorlar. Gelgelelim bu bağ, bütün dikkat ve enerjilerini 14 Mayıs 2023 genel seçim sandığına yöneltmelerine, aday olmalarına, parti veya ittifakları desteklemelerine, seçim bildirgeleri paylaşmalarına engel olmuyor. Öyle ki ikonik duygusal bağın neredeyse tarihsel simgesel ağa hasar verebileceği noktadayız: Mahir, Deniz ve İbo’nun –burada bulunsalardı– partilerinden aday olma ihtimalini dışlamayan bir ağ yırtığı söz konusu.[13]
Mesela bunun üzerinde konuşmamız gerekmez mi? Hatta uzun konuşmamız? 14 Mayıs’a yüklenen görkemli anlam ve beklentiler düşünülünce; “Şurada seçime iki hafta kaldı, tatava yapma bas geç” denmesi mümkün tabii. Bu da başka bir tür “aciliyet duygusu” fakat bana yabancı. Yaklaşık otuz yıldır oy kullanmadım. “Bu seferki en önemlisi” denilen on-on beş sandık kuruldu yanılmıyorsam. Elbette hepsi önemlidir ancak oy kullanmanın sosyalistlerin seçim politikaları üzerine düşünmenin ön şartı olmadığını umuyorum. Uzun yıllardır tutsak bir Marksist Leninist’in bu işi –yoldaşları dışında– konuşacak bir muhatap bulamaması hüzün verici olurdu. Ana dilimizin sosyalizm teorisi açısından kuraklaşma eğilimi zaten gözden kaçacak gibi değil.
Geçen yüzyılın iki büyük eleştirel kuramı, Marksizm ve Feminizm, yirmi birinci yüzyıla hasarlı girdi. Bizimkinin tespiti zor değil, Ekim Devrimi ile yarattığımız bloğun çöküşü –teorik ve politik– bütün tarihsel içerimiyle ortada. Üzerinde her gün titizlikle çalışıyoruz; bence iyi gidiyor. Feminizmin hasarı ise “ırk” ve “toplumsal cinsiyet” ile imtihanından yahut kadın çalışmalarının “cinsel ötekiliğin” metalaşmış kategorilerine uyum sağlaması yüzünden gerçekleşti diyelim. Wendy Brown’un tarifiyle: “…toplumsal cinsiyete; eğilip bükülebilen, çoğaltılabilen, başa bela olabilen, parodileştirilen, konuşlandırılabilen, teatralleştirilebilen, taklit edilebilen, düzenlenebilen… ama özgürleştirilemeyen şey” olarak rıza gösterilmesi. Onlar da farkındalar; üzerine konuşuyorlar.
Feminist diyaloglara, eleştiri ve özeleştiri metinlerine imrenerek bakıyorum. Ara sıra alevlenen tatsızlığa rağmen, temel meselelerini –henüz– kaybetmeksizin bu kadar geniş ve derin bir tartışma zenginliğini koruyabiliyor olmaları bence heyecan verici.[14] İnsanın somut Metis’in soyut Logos’a üstünlüğüne ikna olası geliyor. Feminist teorik metinlerin birbirlerini “gören” atıfları, ortak üst metinlerden özenle yaptıkları alıntılar en sıcak politik zeminde bile konuşmayı sürdürebilmelerini sağlamış görünüyor. Oysa bizim cenahta “tatava yapmak” –eğer boş laf anlamında değilse– korkarım teori anlamında kullanılıyor artık: “Teori yapma, bas geç!”
Bu yazı teorik niyetlerle yazılmış olmasa da teorik tartışmadan hoşlanmamayı irkiltici buluyorum. Halâ kanonik isimleri hatırlayan ve bu tip anekdotlardan zevk alanlar için şunu da hatırlatabilirim: “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz.” Yahut illa olsun derseniz, Lenin’in Devlet ve Devrim’in birinci basımına son sözünde neşeyle vurguladığı gibi, sadece “…devrim deneyimini yaşamak devrim deneyimi üzerine yazmaktan daha zevkli ve yararlıdır”[15] Yani teori o kadar kıymetlimiz ki yüzyılın devrimci yükselişini seyrederken Engels’e yazdığı bir mektupta: “Devrim kapıda; Kapital halâ bitmedi, bana zaman gerek…” diye devrimden süre isteyen Marx içimizi ısıtıyor. Sandığın birkaç aylığına yarattığı “pseudo” aciliyet telaşı, ne teoriye bağlılığımızın ne de kendi gündemlerimizin yakıcı aciliyetinin önüne geçmeli diye inanıyorum, ama yazının konusu bu da değil.
Aslında “tatava” değil de “tatavvur” peşindeyim galiba. Bu eksantrik kelime, her canlı organizmada dış etkilerle ortaya çıkabilen ve kalıtımla ilgili olmayan değişiklik anlamına geliyor. Şimdilerde bunun yerine galiba “modifikasyon” kullanıyoruz? Yani kalıtımsal sorumluluğu taşımak istemeyen ama görüntüden vazgeçmeye de yanaşmayan “modifiye” devrimcilik üzerine düşünmek istiyorum.
“Devrimci” sıfatına –kalıtımsal anlamı dışında– yeni bir içerik mi oluşturmak durumundayız? Mesela “Çağ değişti, artık ona değil buna devrimcilik denmeli” diye mi düşünüyoruz? Eğer söylenen buysa, 71 devrimcileri açısından; “onların somut koşulları, talepleri, ilgi alanları, motivasyonları bizimkinden farklıydı; o yüzden farklı davranıyorlardı: Artık böyle” tespitinin sıhhatini araştırıyoruz demektir. Bence bu iyi bir odak noktası. O günün devrimci üniversite öğrencileri yerine bugün elimizde sosyalist partilere mensup ekonomi, tarih, politika profesörleri var. Neredeyse her gün yazıyorlar, anlamak için dikkatle takip etmeye çalışıyorum. Ülkenin içine sürüklendiği berbat durumdan –kuşbakışı genelleştirirsek– “Tek Adam gitmeden, güçlendirilmiş parlamento ve güvence altına alınmış erkler ayrılığı tesis edilmeden, muhalefet birleşmeden; merkez bankası bağımsız olmadıkça, tarım sübvanse edilmedikçe, işsizlik azaltılmadıkça, cari açık dengelenmedikçe, politika faizi yükseltilmedikçe, yargıya siyasal müdahaleye son verilmedikçe…” çıkılamayacağını tespit ediyorlar. En azından ilk adım böyle atılacak ve bu şekilde tarif edildiğinde Lenin’in tabiriyle “Atların yulaf yediği ve Volga’nın Hazar’a döküldüğü kadar” apaçık bir gerçek gibi duruyor.[16] Öyle olunca –konuşanlar sosyalist olduğu için– “Aşamalı” bir devrim öngörüldüğünü tahmin ediyorum. Önce Cumhurbaşkanlığı kabinesi yerine güçlü bir parlamenter modele geçilecek; bu parlamentonun hazırlayacağı anayasa değişikliğiyle, siyasal, hukuksal ve ekonomik istikrar sağlanacak ve böylece “uygun zemin” oluşturulacak. Millet İttifakı programı sadece buraya kadar öngördüğü için “Neye uygun zemin?” sorusunu sosyalistler cevaplamak durumunda; onlar da severek sahiplenmiş görünüyorlar seçim bildirgelerinde. Yanlış anlamadıysam, böyle bir “ara düze” çıkmayı başarabilirsek “kamu kaynakları” doğru tasarruf edilecek, geniş kamulaştırmalar yapılacak, artan oranlı servet vergisi konacak ve sıkı bir kamu maliyesi disiplini altında yaratılan kaynakla yoksulların anayasal sosyal ve ekonomik hakları hayata geçirilecek. Bu ikinci aşamanın “kesintisiz” hayata geçirilmesini istiyorsak, Cumhurbaşkanı seçiminde büyük ittifaka, parlamento seçiminde ise sosyalistlere oy vermemiz gerekiyor. Yeterince oy çıkarsa 71’in ünlü “Aşamalı Kesintisiz”inin özel bir modifiye yorumu gibi duruyor “Yeni Devrimcilik”.
Olur mu olur, fakat henüz tam ifade edilemeyen meseleler de söz konusu; misâl emperyalizm. “Halimi takrîre mani oluyor hicâbım” diye güzel bir şarkı vardır. Hocaların yaşı dinlemiş olmaya müsait ancak gençler duymamış olabilir; “söylemesi ayıp” dendikten sonra anlatılabilecekler kast edilir. Seçimle iktidarı değiştirerek siyasal/hukuksal işleri yoluna koyabilirsek; “uluslararası finans çevrelerinin” kendisini güvende hissedip yatırım yapabileceği o parayla da belimizi doğrultup ekonomik-sosyal haklar reformu gerçekleştirebileceğimiz imâsı var korkarım. Yani açıktan söyleyen de var ama genellikle hicâb bu kadar açık takrîre mani olmuş. Önce devletin restorasyonu sonra hakların reformasyonu. Bu türden bir “devrim”in ileri fazlarını değerlendirmeden önce, devletin restorasyonu aşamasında ortaya saçılan sağ rasyonaliteyle nasıl başedildiğini incelemek ilginç olabilir. Mecburiyetten –ikinci aşama için vaat edilen– “Devlet Kapitalizmi” derekesinde “Kamuculuk” propagandasına abanılıyor. Yani sosyalistlere iyi oy çıkarsa, seçimle ele geçirdiğimiz devletin derhal barınmaya, sağlığa, eğitime el atıp bunları ücretsiz yapması öneriliyor. Ücretsiz kelimesi kapitalizm koşullarında müstehcen bulunabileceğinden zarifçe “erişilebilir” diyen de var.
“Ee, fena değilmiş işte, nesini beğenmedin?” diyecekseniz; programın kendisinden ziyâde bunun 71 devrimciliğiyle “duygusal bağ” üzerinden nasıl modifiye edildiği hakkında düşünmeye çalıştığımı hatırlatayım. Ama hiç değilse şu mahcup imâ üzerine bir çift söz edilebilir: “Devletin Kamucu Restorasyonu” için ihtiyaç duyduğumuz istikrarlı yabancı yatırımın, aramızda konuşulmamaktan –maalesef– paslanmış literatürümüzde, yeni sömürgeye tam da bu alanların özelleştirilmesi kaydıyla gerçekleştirilmiş emperyalist sermaye ihracı olduğunun farkında mıyız? Yani elbette farkındayızdır, fakat şunu soruyorum: Özelleştirirken tamam da kamulaştırmayı adamların parasıyla denersek zorluk çıkarmazlar mı? Haydi, artık hatırlayan kalmadığı için Santiago Carillo’dan, Enrico Berlinguer’den, George Marchais’den söz etmeyelim, ama daha dün Syriza’nın, Podemos’un, Maduro’nun, Lula’nın ve tüm benzerlerinin neyi niye yapamadığını televizyondan izlemedik mi?
Haksızlık etmemek için bir eş anlamlılar yenilgisine uğramayı göze alarak; bu gibi ekonomik ve siyasal meselelerin 71 Devrimcileri de dâhil her türden solcunun ilgisini çekmesi gerektiğini teslim edeyim. Ancak “ilgi” kavramının peşinden gelecek yaklaşım farklarına işaret edilebilir. Deniz’in “bankacılık ve finans sisteminin ıslahına” gösterdiği ilginin daha çok banka şubesi soymak tarzında dışa vurulduğu bir yana; ne İbrahim’in “Kürecik Raporu”nun –köylüyü ayaklandırmak dururken– “tarımın sübvansiyonu”yla ne de Mahir’in Kızıldere Köyü’ne ilgisinin –yanındaki NATO teknisyenlerinin orada bulunma nedeni ve akıbeti dikkate alınmaksızın– “kırsal kalkınmayla” ilişkilendirilebilmesi mümkün görünüyor.
Hemen fark edilebileceği gibi onlar, tarihte zorun rolü üzerine Engels’in görüşünü paylaştıklarından, ölmüş kabuk politik biçimi –restore hevesiyle tamire çalışarak değil– şiddetle kırarak yeniye gebe toplumun doğumunu kolaylaştırmak niyetindeydiler. 71 devrimciliğinin kalıtımsal niteliği ancak bu genle taşınabilir.
Sosyalistlerin 2023 seçim bildirgelerine bir de bu genetik izin aranması açısından göz atılabilir. Örneğin, “6. Filo’ya hayır diyen devrimcilerin tarihsel bağımsızlık mücadelesinin taşıyıcısı…” olan var. Atfın tarihsel bilgisine sahibiz. Amaç olarak: “…birikmiş sorunların çözümü için yeniden devrimci demokratik kuruluş” öngörülmüş. Niçin yeniden? İlki neydi? Burada yok ama bir başkasında “yeniden” ibaresi yerine alenen: “Halk yıkacak ve 1923’de olduğu gibi yeni bir düzen kuracak” denmiş. İlki 1923 olabilir o zaman. Bir diğerinde; “Milletvekili seçimlerindeki hedefimiz, saray rejiminin temsilcileri olarak AKP-MHP bloğunun ağır bir yenilgiye uğratılması, bugünkü muhalif güçlerin tek adam rejimini ortadan kaldırmak için gerekli Anayasa değişikliklerini yapabilecek milletvekili sayısına ulaşması için sol-sosyalist-demokratik güçlerin mümkün olan en çok sayıyla TBMM’de temsil edilmesinin sağlanması” somutluğunda hedef tarifi var. Yine; “siyasal demokrasiye sahip çıkan tek bir adayla cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilmesi” elzem bulunmuş. Aradığımızın bunlar olmadığı açık.
Neredeyse tüm bildirgeleri okudum. Birçok ayrıntılı ikinci aşama önerisine haksızlık etmeyi göze alırsam, benzerlikler daha dikkat çekici diyebilirim. Büyük emek verilmiş seçim bildirgelerini eleştirmek bu yazının işi değil. Ben kısaca 71 devrimciliğine “duygusal” bağın modifikasyonunu arıyorum. O çerçevede “ekonomik-sosyal haklar/kamuculuk” hattı ile “siyasal demokrasi” perspektiflerine ayrı ayrı göz atmak gerekebilir.
Meselâ bu bildirgelere göre neler yoksul halk için erişilebilir olmalı? Kibritleri tek tek çakıyoruz: “Barınma, temel gıda, sağlık, eğitim, ulaşım, iletişim, çalışma, emeklilik, kültürel gelişim, boş zaman…” Hepsi çok hoş bunların ancak bildiğiniz üzere Kibritçi Kız’ın pratik (ve politik) açmazı elindeki son kutu kibritle sıkı bir yangın çıkartıp donmaktan kurtulmak yerine her bir kibrit sönünceye kadar daldığı hayalle avunmaktı. 71 devrimciliği tam da bu nedenle “ekonomik ve sosyal haklar reformu” yerine, yoksulluğun kuruttuğu bozkırı tutuşturmaya çalışıyordu: Öncü savaşı.
“O zaman koşullar farklıydı” tespiti aklımda; “Kamuculuk” meselesini bağlayıp döneceğim. Büyük miktarda kamusal kaynak gerektiren “ikinci aşamada” artan oranlı servet vergisi ve mali disipline ek olarak kamu mülkiyetinin arttırılmasına da ihtiyaç bulunduğu ortada. Tam buraya gelince sislerin ardından ilk tehlike çanı duyuluyor: “Burjuva özel mülkiyetin karşıtı kamu mülkiyeti değil, mülkiyetin ilgasıdır.”[17] Öztaş devamında kapitalist devleti “kamulaştırma” yönünde restore etmenin abesliği için Evgeni Pashukanis’in 1920’lerin sonunda yaptığı uyarıyı hatırlatıyor: “…özel mülkiyetin toplum karşıtı yönleri ancak de facto, yani piyasa ekonomisinin zararına kurulan bir planlı ekonomiyle durdurulabilir.” Bu uyarı kamuculuğun temel açmazını isabetle yakalıyor; söylemesi ayıp ama ne “piyasa” ne “uluslararası finans çevreleri” yahut az kullanılmaktan unutulmaya yüz tutmuş literatürle ne burjuva devleti ne emperyalizm o işi restorasyonla yapmanıza müsaade eder. Yapabiliyorsanız devrim; yapamıyorsanız devrimci mücadeleye devam gerekir.
Pashukanis ve Meta Mübadelesi Okulu’nun hukuk ile ilgili uyarısı da aynı çarpıcılıktadır: “Eski toplumun bilimsel mirasının bir parçası” olarak burjuva normatif hukuk teorisi bir başka dünyanın inşası için işe yarar mı? Yine hayır. Ancak devrim gerçekleşirse “niteliği itibariyle sınıf tahakkümünün baskı aygıtı olan veya kapitalist mülkiyet ilişkilerinin çerçevesini oluşturan hukuk tedricen sönümlenecek ve yerini burjuva hak fikriyle bozulmamış idari önlemlere terk edecektir…”[18] Hukuk lisans eğitimi aldım ve “burjuva hak fikri” aşağılaması benim de içimi sızlatıyor ama Marksizmin düşünce evrenine dâhil olmak istiyorsak durum bundan ibaret.
Belki de “hukuksal” devrimcilikten vazgeçmenin, çekilmiş bir diş gibi sızlayan boşluğundan korunacak yeni yollar vardır? Yol olabilir ancak yeni değildir. Seçimle ele geçirdiğimiz parlamentoda anayasayı değiştirip sosyal ve ekonomik hakları “erişilebilir” kılmak fikri, size işin başında seçimle iktidarı alıp kapitalist devleti restore ederek sosyalizm kurma fikri kadar yaratıcı görünmüş olabilir, ancak gerçekte sorun basitçe okuma alışkanlığımızın körelmesindedir. Hem devrimci kalıp, hem de Lasalle, Kautsky, Dühring, Plehanov hiç yaşamamış, bütün bu fikirler “çağ değiştiği” için şimdi bizim tarafımızdan akıl edilmiş gibi düşünürsek, ortak okumalarımızla birlikte simgesel ağımız da zarar görür. Bizimkilerin bunları okumakla kalmayıp –bugünün seçim bildirgelerine kıyasla enfes bir Türkçe’yle kaleme alınmış– “Türkiye ve Sosyalizm Sorunları” (Behice Boran), “Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm” (Mehmet Ali Aybar) metinlerini de dikkatle incelemiş olduklarını akılda tutmaya çalışalım.
2023 bildirgelerinde, her ikisi de 1968 yılı içinde kitapçılarda kolayca bulunabilecek bu iki kitaptan geriye düşülen yerin sadece akıcı Türkçe olmadığını da eklememe izin verin. Sorun, parlamentocu sosyalizmin, gerçekten kıymetli ve ilginç tarihsel kökenine ilgi duymak yerine, devrimci sosyalizme modifikasyon kolaycılığına kaçmasındadır.
Ancak “Halka hizmet etmekle görevlendirilmiş kamu mülkiyeti” fikrinde, ortak okumalarımızı aşan, daha köklü sorunlar mevcuttur. Bunun kapitalizme nispeten ileri bir aşama değil yarı-feodal mülkiyetin aynadaki ters yansımasından ibaret olduğunu gösteren sıra dışı bir okuma önerebilirim. 22 Ağustos 1848’de büyük toprak ağası ve Prusya Kralı’nın sabah kahvesi arkadaşı Ludwig von Gerlach “Junker” parlamentosuna hitap ediyor:
“Mülk, Tanrı’nın hukukunu ve şeriatının krallığını korumak için Tanrı tarafından bahsedilen bir makam, kendi başına siyasi bir kavramdır; mülk sadece ondan kaynaklanan vazifelerle birlikte kutsal niteliktedir. Yalnızca fayda sağlamanın bir amacı olarak ise kutsal değil kirlidir. Komünizm vazifesiz mülkiyeti reddetmekte haklıdır. Bu nedenle tehdit edilen haklarımızdan -yani- hâmilikten (kilise ve okulların), polislikten (malikâne komiserleri) ve kanuni yargı yetkisinden (malikâne sahiplerinin hâkimlik yapması) vazgeçmiyoruz. Zirâ bunlar hak olmaktan çok vazifedir…”[19]
Eh, devlet dediğinin işi düzgün hamilik (sosyal haklar), polislik (siyasal istikrar) ve yargıçlık (hukuk devleti) formunda kavranırsa, sosyalizmin değilse bile Asaletin mülkiyet gerektirdiği açık: Noblesse Oblige!
“Ekonomik Sosyal Haklar” meselesini kapatmadan önce son bir anlama girişiminde daha bulunalım. Marksizmin ele geçirilmiş bir devletten –diyelim ki seçimle ele geçirilmiş olsun– acil talepleri yok mudur ve bunlara benzemez mi?
Olmann’ın, Komünist Manisfesto, Fransa’da İç Savaş, Kapital (3. Cilt), Alman İdeolojisi ve Gotha Programının Eleştirisi’nden[20] derleyerek on maddede yuvarlanmış listesine bir göz atalım:
- Toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve toprak rantının devlet masraflarında kullanılması
- Miras hakkının kaldırılması
- Artan oranlı gelir – servet vergisi
- Ayrıcalıklı bir tekel ve devlet sermayesine sahip banka aracılığıyla kredilerin merkezileştirilmesi
- İletişim ve ulaşımın devletleştirilmesi
- Devletin sahip olduğu üretim araçlarının genişletilmesi
- Herkesin çalışmaya eşit derecede yükümlü olması
- Tarımın imalât sanayii ile birleştirilmesi
- Bütün çocukların kamuya ait okullarda parasız eğitimi
Tamam! Benziyor işte üç aşağı beş yukarı. “Kamuculara” haksızlık ediyor olabilir miyiz?
Hayır. 10. madde bu işlerin niye güle oynaya yapılamayacağı hakkında bir fikir verir:
- Bütün “göçmen” ve “isyancıların” mülklerinin kamulaştırılması. Bu ne şimdi? İsyan çıkarmış yahut göçmen mülk sahipleri!
Marx mülk sahiplerinin onlarla açıkça savaşılıp kazanılmadan mülksüzleştirilemeyeceğinin farkındadır ve bu diğer dokuz maddenin varlık koşuludur. 71 Devrimcilerinin diğer sosyalistlerden ayırt edici özelliği bu irfanı devralmış olmalarında yatar.
Kautsky’nin “…Ve burada, siyasal mücadelemizin hedefi bugüne kadar olduğu gibi, parlamento çoğunluğunu kazanma yoluyla devlet iktidarının ele geçirilmesi ve parlamentonun hükümetin efendisi konumuna yükseltilmesi” sözlerinin Lenin’e “sosyalizme ihanet”[21] gibi görünmesinin nedeni budur.
Şimdi bir de siyasal özgürlüklere bakalım. İstediği kadar ikisi de birbirinden “burjuva” olsun; iki hükümet arasında siyasal demokrasiye daha meyyal olanı desteklemek, gerekirse oy vermek niye yanlış olsun? Meselâ ikisi arasından beni hapisten salıverme ihtimâli daha yüksek olanı? İşte bu gerçekten iç gıcıklayıcı duruyor! Yanlış bir tarafı yok bence. Ben yine de oy kullanmayacağım ama meselenin bireysel oydan çıkarılıp örgütsel program üzerinden konuşulması ilginç olabilir. Lenin’in kutsal “Beş S” si basitçe siyasal özgürlük talebiydi: “Svoboda, Slova, Soyuzov, Sobraniy, Stançek”. Mevcut bir devletten, ifade, örgütlenme, toplanma, grev… hakkı talep etmek gayet Leninist bir durumdur. O vakit niye partimizle seçime girip hükümeti parlamentodan etkilemeye çalışmayalım? Sözcüğün tatsız tınılarına aldırmazsanız devrimci literatürde buna “legaliteyi istismar” deniyor. Şöyle yapılıyor: “Konferans RSDİP’in Dördüncü Devlet Duması için yapılacak seçim kampanyasına katılmasının, partimizin bağımsız adaylarının aday gösterilmesinin ve Dördüncü Duma’da partimizin bir birimi olarak parti bütünlüğüne tâbi bir sosyal demokrat grup kurulmasının kesin zorunluluğunu kabul eder.”
“Güzel işte, nesi var bunun istismar olacak?” demeden önce 18-30 Ocak 1912 RSDİP Altıncı Tüm Rusya Konferansı sonuç bildirgesinin tamamını okuyarak[22] bu iş için kurulacak illegal hücreleri, silahlı hazırlığı, adayların partinin yerel illegal örgütleri tarafından onaylanmasını, halkın silahlandırılması faaliyetinin aksatılmaması talimatını da incelemek isteyebilirsiniz.
Hatta daha pratik yol, konferans kararlarına dayanarak hazırlanmış seçim bildirgesinin “İşçiler ve yurttaşlar! RSDİP’in seçim kampanyasını destekleyin! RSDİP adaylarına oy verin!” diye biten son sayfasına göz atmaktadır. Şöyle söylenir: “Bugün partimiz Duma’ya “reform” oyunu oynamak için değil; “anayasayı savunmak”, oktobristleri “ikna etmek” veya liberallerin vaat ederek halkı aldattığı üzere Duma’dan “gericiliği kovmak” için değil; Duma kürsüsünden kitleleri mücadeleye davet etmek, sosyalizmin öğretilerini açıklamak, hükümetin ve liberallerin bütün hilelerini teşhir etmek, halkın geri kesiminin monarşist önyargılarını ve burjuva partilerinin sınıfsal köklerini ifşa etmek; yani, yeni Rus devrimine sınıf bilinçli savaşçılardan oluşan bir ordu hazırlamak için katılıyor.”
İşte “istismar” buna denir! Devrimci sosyalizmin parlamento seçiminden anladığı bu olduğu için parlamentoyu ilke olarak reddetmez ve illegal programına tabi kılar.
İkiyüzlülük mü? Hayır, çünkü sakladığı şey niyeti değil illegal kadroları ve işleyişidir. Bugün bütün açık kalpliliğiyle yasal örgütlenmeye, seçim kanununa, anayasal haklara ve sosyalizme “aynı anda” inandığını ve üzerine 71 devrimcileriyle duygusal bağını koruduğunu düşünen için daha zor bir sorudur aslında. Bu sefer illegalite legalite tarafından istismar edilir ve anılar, şehitler, kızıl bayraklar, yıldızlar ve öncüler “seçim kampanyasının” duygusal dolgusuna dönüşür.
Komünist Enternasyonal 2. Kongresi’nin 2 Ağustos 1920 tarihinde 20 basit maddeyle tarif ettiği “Parlamentarizm ile İlişkimiz” metni beni halâ dün yazılmış kadar etkiliyor ve bağlıyor.[23] Haritama ve pusulama bakıyorum; maalesef bu seferki de güzergâhım üzerinde değil. Yine de kendi örgütsel kapasitesini 2. Kongre kararıyla birlikte kavrayarak “niyet eden” olduysa yol açık bence. Niyet okumadan önce, eldeki bildirgelerde bu yönde bir eğilim görünmediğini kabul etmek durumundayız sadece.
Bu kadar tozlu metinlerden, baskısı azalmış kitaplardan, geçen yüzyılın öykülerinden söz eden birisi olarak yazı bitmeden kaçınılmaz soruyla yüzleşmek zorundayım: Bizimkiler koşullar farklı olduğu için 1969’da sandıktan uzak durmuş olamaz mı? Eğer öyleyse üç ihtimal var ve ilk ikisi şöyle:
- O dönemde parlamento şimdiki kadar siyasal öneme sahip değildi ve seçim büyük fırsatlar sunmuyordu, o yüzden ilgilenmediler.
- Parlamento aynıydı ama koşullar devrimcilik için o kadar elverişliydi ki heba etmeye kıyamadıklarından seçimlerle ilgilenmediler.
1969 genel seçimleri arifesindeki parlamentoyu kavrayabilmek için 1965 seçimlerine göz atmak gerekir. Türkiye’de ilk ve son kez barajsız, milli bâkiyeli D’Hondt tasnif sistemiyle açılan sandıklardan TİP tek bir oyunu ziyan etmeden 15 milletvekili çıkardı. Katılımın %71,26’yı bulduğunu, geçerli 9.748.678 oydan 276.101’ini alan sosyalistlerin %3 oy oranına ulaştığını ekleyelim.[24] Devlet Radyosundan propaganda ve ülke çapında etkili miting imkânları da cabası. İki kamaralı yasama organının yürütme üzerindeki –bugün hayal bile edilemeyecek– gücüyle birlikte düşününce, hayır, birinci tez açıkça yanlıştır. Parlamento bugüne kıyasla hem daha önemli ve işlevsel hem de daha güçlüydü.
Gelelim devrimci mücadele koşullarının “çok uygun” olmasının tercihlerini etkilemiş olma ihtimaline. Dünya ve Türkiye’de devrimci durum ayyuka mı çıkmıştı?[25]
Türkiye ve dünyanın durumuna dair ne çeşit bir tablo çizerseniz çizin, hareketin akıbetine ilişkin olgular “elverişli koşul” tezini zayıflatacaktır. Toplam otuz ayda bütün yönetici kadroları katledilmiş ve filizlendirebildiği üç illegal örgüt fiziksel olarak imha edilmiş bu kolektif iradenin, koşulları çok elverişli bulduğu için devrimciliğe yöneldiğini düşünmek tuhaf olur. Zira devamında 1974-1980 arasında ve 90’ların ilk yarısında onların aklından bile geçmeyecek çapta illegal ardılları büyük kitlesellik ve çarpıcı sonuçlarla silahlı sosyalizm propagandası/mücadelesi yaptılar. Bir kısmı örgütlerinde otuzar yılı devirecek kadrolar yetiştirdi. Otuz ay içerisinde asılarak, kurşunlanarak veya işkencede katledilen bu bir avuç öncünün, bugünden veya kendilerinden sonraki herhangi bir günden daha elverişli koşullara sahip olduklarını kabul etmek tarihsel bir haksızlıktır ve yanlıştır.
Ek olarak, özellikle 1980-1995 yılları arasında Kürt kırsalında ve kentlerinde devasa bir silahlı ulusal/siyasal halk hareketi yaratacak koşulları tamamen değerlendirmenin dışında bıraktım ama vurgu aynıdır ve “elverişli yetmişler” tezini çürütür. THKP-C çizgisinin PKK edinimi müstakil bir incelemeyi hak eder ancak Kürt ulusal/siyasal hareketinin, bugün sadece devrimci sosyalizmin ilke ve ihtiyaçları ile kavranamayacak ulusal iddiaları ve kendisine ait yol haritası vardır. Aynı nedenle bu çizginin parlamentarizme ilgisi yazımızın konusu dışında.
Pekâlâ bu da değil o zaman. Eğer dünyanın “eksenini-yörüngesinden oynatmış” Sovyet Bloğunun yıkılışında; kendinize “dünya değişti” mazereti buluyorsanız, üzgünüm ama ona da katılamayacağım. 71 Devrimcileri de katılmazdı. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao ile güçlü teorik bağlarına ve hatta Kaypakkaya’nın Mao ve Mazumdar’a yakın okuma yapan ilgisine rağmen onlar kimsenin yörüngesinde değildiler. Bütün ortodoksileri ve enternasyonalizmleri içinde Komintern revizyonizmini eleştirdiler ve kendi göbeklerini kendileri kestiler. Bugün de karamsarlığa kapılmak yerine teorik ve pratik açıdan yapılması gereken budur. Değil blok dünya yıkılmış olsa tercihlerinden vazgeçeceklerini düşünmek zordur. Bu da bizi üçüncü ve son seçeneğe getiriyor: Bugün onlar gibi davranılamaz, çünkü deliydiler. Hiç değilse kafaları karışıktı, yanlış düşünmüşler veya takıntıları nedeniyle hata yapmışlardı. Üzücü bir gerçek olabilirdi eğer doğru olsaydı; yine de bunu iddia –veya ima– eden olmuştur. Psikolojik değil politik bir tespit söz konusu: “Demokrasiyi bırakıp yeraltına inmek için çılgın olmak gerekir. Bizim aklımız başımızda (…) gözlerinin içine baka baka halkın oylarını alacağız ve iktidara bu yoldan geleceğiz.”[26] Sorunum, Aybar’ın 65 veya 69 yerine 2023’ün de mottosu yapılabileceği anlaşılan cümlesiyle değil; “çılgınlık” benim açımdan hakaret sayılmaz. “Akıllı Solculuk” kendi mecrasında aksın.
Ancak o takdirde, kafa karışıklığı şartlanmışlık yahut cahillik nedeniyle sandığa giden güvenli yolu bulamayıp kendilerini yok yere öldürtmüş bu genç insanları duygusal tapınma nesnesi haline getirip ikonlaştırmaktaki amaç nedir sorusuyla yüz yüze kalırız.
Öyle ya, madem açtıkları yoldan yürümeyeceğiz, analizlerini, tercihlerini, ısrarlarını, hedeflerini, ciddiye almayacağız –şu seçim telaşının içinde– bir de onların fotoğraflarını elden ele gezdirmeye niye ihtiyaç duyuluyor? “Devrimci” hitabının fonetik tınısı kulağımızı okşadığında bile, yoldaki izlerini, akıllarını, fedakârlıkları ve cüretlerini takip edemediğimiz insanları mezarlarında rahat bırakmak daha doğru değil mi?
Meselenin özüne ulaştık gibi sanki.
Kimin “devrimci” kimin “reformist” olduğunun seçimlere ilgi duymakla, oy kullanmakla, hatta aday olmak veya yasal parti kurmakla değerlendirilmesini yüzeysel bulduğumu işin başından söyledim. Yeri geldiğinde hepsi yapılır; “legaliteyi istismar” anasının ak sütü gibi helâl herkese. Uyanık olunması gereken parlamento tarafından istismar edilmemek, simgesel ağımıza, kalıtımsal bağımıza, ortak tarihimize, üst metinlerimize, birbirimize atıflarımıza sahip çıkmak. Her ne yapacaksak devrim için, devrimci gibi yapmak ve tarihte zorun rolünü akıldan çıkarmamak.
Madem yazıya onunla başladık, sevgili Alice’e Tweedeldee ile Tweedeldum’un evlerini gösteren oklu tabelaların akıbetiyle bitirelim. Tomris Uyar’ın enfes çeviri-isim tercihiyle, aydınlanma anı şöyle tarif edilir:
“Uzun süre yürüdü durdu; ne zaman yol ikiye ayrılırsa her keresinde iki ok da aynı yönü gösteriyordu, birinde “ECİŞ’İN EVİNE” yazıyordu; öbüründe “BÜCÜŞ’ÜN EVİNE”. “Sanırım aynı evde oturuyorlar” dedi Alice, “Daha önce neden hiç aklıma gelmedi ki?”[27]
Kabul edelim 71’de aklımızdaydı; bugün de bütün gücümüzle aklımızda tutmaya çalışıyoruz. Gitmek istediğimiz yer orası değil. Burjuvazinin bir sosyalistin milletvekili seçilmesine razı gelmesi hoş ama tehlikeli bir hediyedir. Julio Cortazar, armağan olarak bir kol saatini kabul etmenin sakıncaları hakkında okurlarını uyarırken şunları söyler: “Size bir kol saati verdiklerinde onu kaybetme, çaldırma, yere düşmesine ve kırılmasına yol açma korkusunu da vermiş olurlar. Size onun markasını ve bunun öbür markalardan daha iyi olduğu güvencesini verirler. Size armağan olarak bir kol saati vermezler; armağan sizsinizdir, kol saatinin yaş günü için verilmiş olan sizsinizdir…”
Saati hafife aldığımı düşünmeyin; hiç değilse günün hangi vaktinde bulunduğumuzu söyler. Meselâ şimdi; sis dağılıyor ama bence hâlâ öğleden önce. İyi bir pusulayı kol saatine değişmek için henüz erken.
Komün haritasının kat yerleri çok yıpranmış duruyorsa; 1917’de, 49’da, 59’da, 71’de, 79’da, 90’larda -ve devamında bulduğumuz her fırsatta- çantadan çıkarıp araziye serdiğimiz içindir. Yüz çizgilerinin karakterini düşünün.
Devrim Tarihi hâlâ tozlu, sloganlar ağdalı, analizler şematik mi görünüyor? Hepsinin “modası” geçmiş gibi mi gözünüzde? O zaman müziği duymuyorsunuz demektir. Devrimci Hareket, kendi açtığı patikada tarihin müziğiyle dans etmektedir. Duyamıyorsanız söylemediğiniz içindir; katılın koroya en azından ritmi hissedeceksiniz. Söyleyemiyorsanız mırıldanın, ıslıkla marş çalın, hapishanenin demir parmaklıklarına metal kaşıklarla vurarak tempo tutun, boykotlarda slogan atın, barikatlarda dövüşün ve genel grevlerde dans edin.
Hava kararırken ateşin başında anlatacak gerçek bir öykünüz olsun. Azınlıkta kalmaktan çekinmeyin, yeterince kalabalığız. Marş söyleyen, dans eden, dövüşen –tamam, oy kullananlar da sandıklar kapanınca gelsin ama madem gittiniz bari bu sefer sandık bağlama tutanaklarından düzgün örnek getirin– akşam ateşin başında toplansın; hepsi bizdendir.
Daha yeni başlıyoruz sayılır; hepi topu elli yıl olmuş, sonuna değil başına yetiştiniz. Kurtuluşa Kadar Savaş’ırsak mutlaka Biz Kazanacağız.
DİPNOTLAR
[i] Lewis Caroll, “Aynanın İçinden” (Alice Harikalar Ülkesinde), çev. Tomris Uyar, Can Yayınları, 5. Basım, 2018, s.57
[1] Tevfik Fikret, “Sis” (Bütün Eserleri içinde), YKY Delta, 1. Baskı 2021, Haz. Nâzım Hikmet Polat
[2] 1969 Aralık ayında ilk toplantılarını yapan ve “SBF-TKP” diye anılmaktan rahatsızlık duymayan çekirdek grubun da hemen hemen aynı kişilerden oluştuğunu biliyoruz; demek ki isim henüz belirleyici değil.
[3] Mahir Çayan, “Bütün Yazılar”, Boran Yayınevi, 2004, s. 106-108
[4] Gövdelerin tazyik altında belirsizleşmesine değinen bu beyitin ikinci dizesinde hoş bir “tabela” göndermesi de var: “Bir tozlu kesâfetten ibaret bütün elvah”. Yani levhalar/tablolar tozlu bir bulanıklığa dönüşmüş. Fikret karamsarlıktan tabelayı bile görmüyor gibidir.
[5] Faşizm dememek için büyük yaratıcılıkla icat edilen “ikame” kavramlardan oluşan küçük bir cep sözlüğüm var: “Tek Adam Rejimi”, “Saray Rejimi”, “Diktatörlük”, “Otoriter/Totaliter Rejim”, “Örgütlü Kötülük”, “Baskıcı Karanlık”, “Gerici İttifak”, “Korku İmparatorluğu”, “Havuz Ekonomisi” vb…
[6] Resmî Gazete, 26.20.10.1969–13 –331, Devlet İstatistik Enstitüsü, “1969 Milletvekili seçim sonuçları” Ankara 1970, s. VIII-IX]
[7] İlgiye dair genel bir kıyas için; İtalya, İspanya, Birleşik Krallık, ABD ve Güney Kore’de son elli yıllık ortalamanın yaklaşık %65 bandında kaldığını, Fransa’da son seçimlerde %46, Almanya’da son seçimde kayıtlı seçmende %76 katılım oranına ulaşıldığı söylenebilir. Gerçek bir ilgisizlik için belki %20’lik Mali, %37’lik Fildişi veya coğrafi bir benzerlik aranacaksa %45’lik Mısır düşünülebilir. Elbette aynı elli yılda meydana gelmiş yüzlerce bağımsız etkenle birlikte değerlendirmek ve bazılarında anılan sürede sadece iki genel seçim yapılabildiğini akılda tutmak kaydıyla.
[8] Seçmen sayısındaki önemli artışa rağmen Adalet Partisi’nin 1965 seçimlerinde aldığı 4.921,235 oyun azalarak 4.229,712’ye düştüğünü ve partinin Demokrat Parti’lilerin affı konusunu “saygınlık meselesi” kabul ettiğini görüyoruz. (*)
(*) Şule Toktaş, Prof. Dr., “Türk Siyasal Hayatından Görünümler: 1965 Genel Seçimleri ve TBMM Dönemi”, s.344]
[9] O zamanlar seçilme yaşı 30’du.
[10] 70’li yıllardaki takipçilerinden ikisinin (Devrimci Yol ve Halkın Kurtuluşu) 14 Ekim 1979 genel seçimlerinde “Boykot” çağrısı örgütlediğini biliyoruz. Aslında 69’dan farklı olarak parlamentoculuğun esamisinin okunmadığı bu hareketli yükseliş yıllarında bile, gayet kitlesel iki siyasi grubun; sokaktaki yahut dergi satışlarındaki ölçek büyümesini “yön değiştirterek” sandık boykotuna aktarabilmesi söz konusu olmadı. Beklentinin konjonktüre ve/veya örgütsel varlıklarına dair öznel bir abartmaya yahut “diferansiyel” hesap hatasına dayandığı anlaşılıyor.
[11] TKP, 1935 tarihli Komintern 7. Kongresi kararlarına paralel olarak: “… İsmet Paşa hükümetinin, memleketin bağımsızlığına, sosyal gelişmesine hizmet eden, memleketin ve halkın yararına bütün icraatinin aktif olarak desteklenmesi…” eğiliminden (*) başlayarak, bizzat yasal parti (TSEP) kurmayı denediği kısa dönem ve kendisini TBKP birleşmesinde lağvettiği ortadan kalkışı ayrık tutulursa, parlamento seçimlerine ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne bu çerçevede ilgi duymaya devam etti. 1969’a özel durumda, aynı tarihli “Milli Demokratik Devrimin İç Yüzü” başlıklı broşürü kaleme alan TKP Yurtdışı Büro sorumlusu Zeki Baştımar’ın (Yakup Demir) siyasal olarak TİP’in desteklenmesini işaret ettiği söylenebilir.(**)
(*) “Hikmet Kıvılcımlı Kitabı” (Seçme Metinler ve Üzerine Yazılar) Haz. Ahmet Kale, Ed-Emir Ali Türkmen, Dipnot Yayınları, 1. Baskı, 2017
(**) “Mühürler” (Türkiye Sosyalist Hareketinden Eserler) Haz. Gökhan Atılgan, Yordam Kitap, 1. Basım 2019
[12] THKP-C Davası sanıklarının üçte biri ordu mensubuydu.
[13] Bu tip simgesel ağ yırtma girişimlerinin en ünlülerinden biri Necmettin Erbakan’ın doksanların ilk yarısında: “Mustafa Kemal yaşasaydı Refah Partisi’ne oy verirdi.” iddiasıdır. Bütün garipliği içinde; esasen Müslüman/Türk/Çağdaş bir “kurucu” Cumhuriyet inşasının öz çocuğu olan makine profesörü, takım elbise kravatlı mütedeyyin mühendis Erbakan’ın bu tarifinde Kemalistleri yadırgatan şeyin, iddianın kendisinden çok kurucu inşanın içeriğiyle nihayet yüzleşmekten kaynaklandığı kabul edilebilir. 71 kurucu inşası içeriği ve niteliği itibari ile kendini ve bizi bu tehlikeden korur.
[14] “Feminist Eleştiri” (Arayışlar ve Müzakereler) Haz. Demet Gülçiçek Emine Erdoğan, Metis Yay. 1. Baskı Kasım 2022
[15] Lenin, Vladimir İlyiç Ulyanov, “Devlet ve Devrim” çev. M. Halim, Spatar – Celal Üster, Yordam Kitap 3. Basım 2020
[16] Lenin de Kautsky’nin “…iktidara bugünkü koşullar altında gelmeyeceğimiz, uzun ve derin mücadeleler sonucu geleceğimiz” tespitinde boş ve tumturaklı bir apaçıklık sezer. (Devlet ve Devrim, syf. 139)
[17] Alper Öztaş, “Depremin Dili ve Kamuculuğun Eleştirisi” Birgün Pazar, 26 Mart 2023, sayı 837, Yıl 19, s.6
[18] Evgeni Pashukanis, “Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm”, çev. Onur Karahanoğulları, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2019
[19] Jonathan Steinberg, “Bismarck” çev. Hakan Abacı, T-İş Bankası Kültür Yay. 2. Baskı 2018, s.120
[20] Bertell Ollmann, “Marksizme Sıradışı Bir Giriş” çev. Ayşegül Kars, 3. Basım 2015, s. 34-42
[21] Lenin, s. 65
[22] August H. Nimitz, “Lenin’in Seçim Stratejisi” (Marx ve Engels’ten 1905 Devrimi’ne) Yordam Kitap, 1. Basım Mayıs 2018, Cilt II, s. 302-312
[23] Nimtz, s. 323-334
[24] Ayrıca Haziran 1968’de yapılan Senato kısmi yenileme seçimlerinde ulaşılacak %4,37 ile yine 1968’de beş ilde yapılan milletvekili ara seçimlerinde ulaşılan %6,44 (beş ilde) dikkat çekici diğer oy çıtalarını gösterir. (Şule Toktaş, Prof. Dr. s.347)
[25] Dünya açısından Ocak 68 TET saldırısı ile Vietnam’ın ABD birliklerini geriletmeye başladığı, baharda Fransa ve birçok başka ülkeyi hareketlendiren “Mayıs 68” rüzgârı ve Ernesto “CHE” Guavera’nın 67’deki ölümüne rağmen silahlı mücadelenin canlılığını kaybetmediği Latin Amerika hatırlatılabilir. Türkiye açısından ise Cumhuriyet tarihinde o güne kadar görülmüş en kapsamlı kitle hareketleri ve yükselen işçi sınıfı mücadelesi söz konusudur.
[26] Mehmet Ali Aybar, “Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm”, Gerçek Yay. İstanbul 1968, s.387
[27] Caroll, s. 57