Şimdilerde kendi arkadaşlarının kuyusunu kazıp yeniden iktidar olmaya çalışan eski Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in Erdoğan’ı kutlayan mesajı Latin milliyetçisi tutumun adeta sembolüydü. Çünkü Morales mesajında “hep beraber adım adım çok kutuplu dünyayı kurmak”tan bahsediyordu. Bu yaklaşım muhtemelen arkasında kirli çıkar ilişkilerinin de olduğu bir mantığın yansımasıydı.


AYKAN SEVER

Dünyada olan bitenlerin herhangi bir zaman diliminde tekil bir anlamı oldu mu bilmiyorum, fakat bugün her neye şahit olursak olalım kaçınılmaz olarak içinde bulunduğumuz 3. Dünya Savaşı’nın[1] prizmasında kırılarak şekilleniyor ve bizlere yansıyor.

Post-modern karakterli yeniden paylaşım savaşı 2. Dünya Savaşı sonrası şekillenen uluslararası “dengeler”i her düzeyde adeta yıkıma uğratıyor, yeni bir düzen kurulamazken doğa ve insanlığı hızlı bir çöküş ve çürümeye sürüklüyor. Günün kapitalizmi adeta bu yılın bolca Oscar ödüllü Her Şey Her Yerde Aynı Anda (Everything Everywhere All At Once – Yönetmenler: Daniel Kwan ve Daniel Scheinert) filmiyle sembolize edebileceğimiz bir zaman düzleminde bizleri yaşamaya mahkûm ediyor.

Savaş paralelinde dünyanın genelinde yükselen milliyetçilik ve neo-faşizm aklın bükücüsü rolünü oynuyor. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’deki oligarşik iktidar yapısının tertibiyle düzenlenip “muhalif” politik aktörlerin müthiş katkıları sayesinde geniş hoşnutsuz kesimlerin enerjilerinin TC’nin restorasyonuna akıtılmasıyla neticelenen “seçim” de bu meselenin tezahürlerinden biri oldu. Türkiye’deki hâkim rejimin nasıl bir tezgâh kurduğunu iyi bilen ve bundan yararlanmayı önüne koyan Batılı yönetimler ve rejime epey yatırım yapan Rusya’nın yanı sıra Arap ülkeleri Erdoğan’ın “zafer”ini kutlamakta gecikmedi. AB yöneticileri ise birinci turdan önce Türkiye’ye gelmek isteyen bazı AGİT gözlemcilerinin engellendiğini; buna ilaveten ilk turda ihlaller olduğunu bilmelerine rağmen AGİT heyetinin seçim gözlem raporunu dahi beklemeyerek Erdoğan’ı alkışlayan koroya katıldılar. Nitekim ertesi gün duyurulan rapor seçimlerin adil olmadığına ilişkin açık gözlem ve ifadeler içeriyordu. AB değerlerinin iyice görünmezleştiği neo-faşist akımları destekleyen Avrupa egemenleri için pazarlık yapabilecekleri rejimin sürmesi, belirsizlik olasılığı içeren “yeni” bir yönetimden elbette daha iyiydi.

Rejimin “zafer”ine ilişkin sosyal medya tebrikleri ve şaşalı kutlama törenine ilgi bir hayli yoğundu. Bu süreçte ne ABD-AB’nin pragmatist ilgisi, ne rejimin nüfuz alanına dâhil etmeye çalıştığı Afrika ülkelerinin tutumu, ne de perişan haldeki Ermenistan Başbakanı Paşiyan’ın hâlleri kimseyi çok şaşırtmadı. Belli bir mantık dâhilinde izah edilebilir yanları vardı. Mesela Paşinyan uzun zamandır içinde bulunduğu çıkmazdan tek çıkış yolu olarak TC’yi görüyor. Batı-NATO kapısı olarak değerlendirdiği TC’ye yanaşarak yeni-Osmanlı’ya millet-i sadıka olabildiği ölçüde bu işten sıyrılabileceğini zannediyor. Nitekim onu kolundan tutup Erdoğan’ın huzuruna çıkaran da NATO Genel Sekreteri Stoltenberg olmuş.

Erdoğan ve Paşinyan

Rejimin “zafer”iyle ilgili kimi sürpriz çıkışlar ise bazı Latin Amerika/Abya Yala ülkelerinin yönetimlerinden geldi. Venezuela Devlet Başkanı Maduro’nun renk körü hali uzun zamandır biliniyordu. Bir süredir rejimden fayda uman Küba yönetimi de şaşırtmadı. Brezilya Devlet Başkanı Lula, Bolivya Devlet Başkanı Arce ve sabık Devlet Başkanı Evo Morales’in sosyal medyadan da olsa Erdoğan’ı kutlamaları dikkat çekiciydi. Erdoğan’ı aklına getirmeyenler de vardı. Şili Devlet başkanı Boric ve Kolombiya Devlet başkanı Petro gibi.

Abya Yala ülkelerinin genelinde Venezuela eski Devlet Başkanı Chavez hayattayken 21. Yüzyıl Sosyalizmi, Bolivarcı sosyalizm gibi adlandırmalarla asıl olarak Latin milliyetçiliğinin egemen olduğu bir sol anlayış etkiliydi. Fakat özellikle 2009’da Honduras’ta dönemin sol iktidarına karşı ABD destekli askeri darbeyle birlikte sol genel olarak ABD emperyalizmi karşısında inisiyatif kaybetmeye başladı. Abya Yala ülkelerinde daha sonra iktidar olan “sol” kesimler giderek iddialarını kaybetti, alenen sosyal demokrat çizgiyi tercih ederken, “sosyalizm” sözcüğü bir laf olarak dahi dile getirilmemeye başlandı. Yeni bir dünyayı yaratma arzusu “sol” politik figürlerin önemli bir kısmı tarafından terk edildi.

Arap Baharı’yla birlikte yeni bir evreye sıçrayan 3. Dünya Savaşı, sürece Ukrayna cephesinin eklenmesiyle büyüdü ve daha da derinleşti. Savaşın yarattığı çok yönlü tahribat tüm dünyayı taraf olmaya zorlarken bunun Latin ülkelerinin yönetimlerine yansımaması da düşünülemezdi. NATO’yu kalkan olarak kullanan ABD-İngiltere ikilisi “otokrasiye karşı demokrasi mücadelesi” verdikleri yalanıyla dünya çapında etkinlik kurmakta gecikmedi. Avrupa adeta ikinci kez ABD tarafından işgal edilerek ele geçirildi. Uzakdoğu ülkeleri başta Japonya olma üzere ABD’nin emir erine dönüştüler.

3. Dünya Savaşı’nın ana aktörleri arasında yer alan Rusya, Çin ve İran ise özellikle Latin Amerika ülkeleri üzerindeki nüfuzlarını kullanarak bu ülkeleri kendilerine taraf olmaya zorladılar. Rusya, Sovyetler Birliği döneminden kalma nüfuzu ve bu ülkelerin muhtaç oluşunun yanı sıra egemen olan Latin milliyetçisi politik anlayış nedeniyle örneğin Küba ve Nikaragua’yı etkilemekte zorlanmadı. Latin ülkelerinde ABD yer yer politik ve askeri olarak etkili olsa da ekonomik düzeyde kıtayı asıl olarak Çin sömürüyor. Pekin yönetimi Latin ülkelerini, liderlerinin politik yönelimine bakmaksızın tamamını kendine bağımlı kılmakta usta. İran da gücünün sınırlılığına rağmen kıtaya dönük medya ve ticari faaliyetlerle bazı bölge ülkelerinin yönetimlerini ve politikacılarını etkilemeye çalışıyor. Şu ara Güney Amerika’nın paylaşılamayan değeri Arjantin, Bolivya ve Şili’nin ortaklaştığı üçgende yoğunlaşan lityum. Lityumu kimin yağmalayacağı sorusu etrafında yeni politik çekişmelerin gündeme gelmesi kaçınılmaz. Bolivya’da hâlihazırda bu paralelde politik çekişmeler mevcut. ABD ise Boric yönetimiyle ile yeni bir ticari anlaşma yaptı, genel olarak Şili piyasasını kontrol etmeye çalışıyorlar.

Biz asıl meselemize dönecek olursak şimdilerde kendi arkadaşlarının kuyusunu kazıp yeniden iktidar olmaya çalışan eski Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in Erdoğan’ı kutlayan twiti[2] Latin milliyetçisi tutumun adeta sembolüydü. Çünkü Morales mesajında “hep beraber adım adım çok kutuplu dünyayı kurmak”tan bahsediyordu. Bu yaklaşım muhtemelen arkasında kirli çıkar ilişkilerinin de olduğu bir mantığın yansımasıydı. Aslında sosyalizm gibi derdi olmayan Çin, Rusya ve TC’nin geldiği emperyalist statüyü görmezden gelen, güç ilişkilerine teslim olmuş bir yaklaşımın uzantısıydı.

TC, Latin Amerika’nın genelinde 2010 sonrası çok yönlü olarak nüfuzunu artırdı. Rejim, TİKA’nın “yardımlar”ı, elçiliklerin faaliyetleri, Fethullah Gülen yapılanmasının varlıklarına el konulmasının yarattığı olanaklar, yaygın “medya” ağı ve Türk dizileriyle kendi lehine olumlu bir atmosfer oluşturdu.(Türk dizilerine Latin Amerika’nın genelinde büyük ilgi var. Bu diziler sayesinde Türkiye harika, turistik bir yer olarak tanınıyor. Arada diktatörlük önemli ölçüde görünmezleşiyor.) Bunun paralelinde ticari işlemler arttı. Bu yıl biraz gerileme olsa da geçen yıl toplamda 19.7 milyarlık bir ticaret hacmine ulaşıldı. Bunun çoğu Türkiye’nin ithalatı. Rejime bağlı şirketler bölgede limanlar kiraladı. Bu arada Türkiye kimyasal uyuşturucular ve eroinin yanı sıra Güney Amerika kökenli kokain dağıtım ağının merkezi haline geldi. Tüketim de bir hayli arttı.  Son dönemde Brezilya’da çetelere yapılan operasyonların gösterdiği kadarıyla TC Güney Amerika arası silah kaçakçılığı da yapılıyor. Ayrıca Venezuela ile başka şeylere ilaveten kaçak altın ticareti de bu süreçte geliştirildi. Sonuçta bir suç örgütüne dönüşen rejimin bu maharetlerini geliştirmesinde Latin ülkeleriyle ilişkisinin büyük payı var.

Neticede Güney Amerika’daki solumsu iktidarların çoğu aslında çok sıradan saiklerle hayata bakıyor. Özetle soruları “sen bize kaç para kazandırırsın, seninle ilişkimiz iktidarımızı kurmamıza/korumamıza ne kadar yardımcı olur…” türünden. Vatan, millet edebiyatına teşne olan her politikacının da bunları düstur olarak benimsemesi çok normal.

Türkiye’de özellikle Maduro’nun Saray’da dua için el açması türünden işler elbette dikta yanlılarını sevindirdi. Kalpazanlığı meslek edinmiş kimi kişiler “sol”la alay ederek yine geçmişlerinden intikam almaya çalışıp çürümüşlüklerini kutsayacakları yanılgısına kapıldılar. Onlarınki onulmaz bir hastalık.  Milliyetçiliği solculuk diye pazarlayan kimi gruplarsa Venezuela ve Küba adına mazeret üretmeye soyundular. Olmaz böyle diyenler de oldu…

Bazı insanlarsa şaşkınlık yaşadılar. Ya bunlar solcu değil miydi gibi soruları oldu. Öncelikle eski çamların epeydir bardak olduğunu anımsatmalıyım, ama bu soruyu asıl romantizm pazarlayan Latin bayilerine sormalısınız. Gerçi artık aradığınız aboneye ya ulaşılamıyordur ya da dükkânın kapısında Cuma’ya gittik, döneceğiz duyurusu asılıdır…


NOTLAR

[1] 3. Dünya Savaşı Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başladı. SB’nin çökmesi sonrası dünya kapitalizmi açısından yeniden paylaşılması ve üzerlerinde hegemonya kurulması gereken alanlar doğdu. ABD önderliğindeki emperyalist-kapitalist blok başlarda elini kolunu sallayarak Afganistan ve Irak’ın işgalinde olduğu gibi sorunsuzca genel olarak işini gördü. Ancak durum 2000’li yıllarda özellikle kapitalist Çin’in yükselişiyle sekteye uğradı. Şu an bu savaş değişik merhalelerden geçerek sürüyor. Ancak bu savaşın bazı karakteristik özellikleri 1. ve 2. Dünya savaşlarından farklı. İlk farklılık zamana yayılmışlığı, süreğenliği bununla bağlantılı temposu. İkincisi mekâna olan yayılmışlığı yani bütün dünyanın yanı sıra uzay ve siber uzayı kapsaması. Belirgin cephelerinin olmaması, asimetrik-hibrit çatışmaya olan açıklığı. Bundan kasıt, yakın zamana kadar birçok ülke açısından kamplaşmada net bir pozisyon alıştan söz edilemezdi. Her ne kadar şimdi bir tarafta NATO ve paralelindeki güçler diğer tarafta Rusya ve Çin yer alıyor gözükse de bu pozisyonların yarın için kalıcı olacağının herhangi bir garantisi yok. Örneğin Arap ülkelerinin geleneksel müttefiki ABD ile ilişkilerindeki çözülmenin yanı sıra ABD-AB zorunlu ittifakının akıbeti, Macaristan-TC ikilisinin NATO’yla ilişkileri, Rusya ve Çin’in müttefikliği gibi durumların geleceğinin belirsizliği açıkken şu anki pozisyonların varlığının ilanihaye süreceğini iddia etmek mümkün değil. Savaşın ne zaman biteceğini söylemek de olanak dışı. Savaşın dışında kalmayı tercih eden ve savaşı durdurmak ve barışı yaratmak için bir enternasyonal dayanışma kurulmadığı takdirde bu olasılık da geleceğimizde maalesef yok.

[2] https://twitter.com/evoespueblo/status/1662930258474020870?s=20

 

Bu içeriği paylaş: