Kent yaşamının bu kadar yoğunluklu biçimde hayatımızda olmasını endüstri devriminin sonuçlarıyla okuyoruz, fakat Ellen Meiksins Wood bu sürecin İngiltere’de başlayan toprak ıslahı ve toprak çitleme hareketleriyle bağıntılı olduğunu vurgulamaktadır.
FURKAN GÜRSOY
Marksist akademisyen Henri Lefebvre tarafından 60’lara damgasını vuran ve aynı zamanda 68 Hareketi’nin de beslendiği kaynaklardan birisi olan “kent hakkı” sosyalist literatür ve örgüt, parti programlarında görece az ve yetersiz bir alan işgal etmiş ve ediyor olsa da gelinen noktada iklim krizinin de etkileri ve neoliberal kent politikalarının sonucu kent hakkını yeniden düşünmeyi gerektirmektedir. Lefebvre’nin 1968’de yayınlanan Le Droit à la Ville (Şehir Hakkı) (1) kitabında önerdiği kent hakkı fikri ve sloganı yine Lefebvre tarafından “Bir yakarış ve talep işi” olarak tarif edilmektedir. Don Mitchell ise The Right To The City (Kent Hakkı) (2) isimli kent hakkının sınıfsal yapısını da incelediği kitabında kent hakkının bir üst/çatı hak olduğunu ve bu sebeple de proleter devrimin aynı zamanda beşeri coğrafyanın eleştirisi olduğunu söylemektedir. Don Mitchell’in bu tarifi ile birlikte yine Lefebvre tarafından da kent hakkı mülkiyet, kentsel düzen ve yapı itibariyle mevcut kent düzenine karşı çıktığı ve değişim talep ettiği için devrimci bir talep ve mücadele alanı olarak tarif edilmektedir.
Kent yaşamının bu kadar yoğunluklu biçimde hayatımızda olmasını endüstri devriminin sonuçlarıyla okuyoruz, fakat Ellen Meiksins Wood bu sürecin İngiltere’de başlayan toprak ıslahı ve toprak çitleme hareketleriyle bağıntılı olduğunu vurgulamaktadır. Wood’un aktardığına göre toprak ıslahı ve çitlenmesi sonucunda ortak tarım alanları mülk haline gelmiş, topraksız kalan köy halkı ise kente göç etmek zorunda kalmıştır. Kente göç eden topraksız köylü kentte oluşacak işçi sınıfının da nüvelerinden birini oluşturmuştur. (4) Aynı noktayı Haluk Gerger’de Anti-Marksist Devrimcilik kitabında kendi makalesinden yaptığı alıntı ile şöyle vurgulamaktadır; “Evet bir zamanlar işçi sınıfı yoktu. İnsan ve toprak, üretici ile üretim aracı birbirinden kopuk değildi. İnsan vardı ama işçi yoktu. Sonra, insan topraktan koparıldı. İnsan, üretim aracından kopmuştu; artık aç ve açıkta, yoksun ve yoksuldu. Onu kentlere, tüccarın, burjuvazinin kalelerine (burg’lara) sürdüler, vahşi hayvanlar gibi. Vahşi hayvanlar gibi kovalandılar, avlandılar, zincirlere vuruldular, kent dışındaki karanlıklarda ölümlere sürüldüler, sokak ortalarında vuruldular, kilise önlerinde asıldılar ya da şanslı olanları, kadın, çocuk, yaşlı, hasta, farelerin cirit attığı lağımlı sular içindeki vebalı, lanetli mahallelere tıkılıp 17-18 saat “üretim”e koşuldular, işçiliğe mahkûm edildiler. İnsan yitti, işçi sınıfı oluştu.”(5) Lefebvre kentleşme hikâyesini sanayileşmeyle birlikte alıp kapitalist üretim biçimlerinin devlet ve sermaye birlikteliği ile mekânı kontrol ve işgal etme üzerinden sürdürüldüğünün altını çizmiştir. Bunu yaparken kapitalizmin doğalı olan sürekli krizlerini de kent ve mekân üzerinden aşma özelliğine vurgu yapmaktadır. Lefebvre’ye göre kapitalizm yeni mekân üreterek ve mekânı yeniden üreterek sistem tıkanıklığını aşmayı başarabilmektedir. David Harvey artı değer birikimi ve kullanımının ana kanallarından birini doğrudan kent olarak tarif ederken, kent hakkı mücadelesini artı değer üzerinde hak talep etme olarak nitelendirmektedir. Tıpkı Lefebvre gibi Harvey’e göre de kent hakkı bir avuç sermaye sahibi grubun elindedir ve kent hakkı sınıfsal bir mücadele perspektifinde geri kazanılmayı beklemektedir (3). Bu perspektifte kent hakkı salt insan hakkı yapısallığından sıyrılarak daha bütüncül bir talebe dönüşmektedir.
Basit bir düşünme yöntemiyle bile kent yaşamında her gün karşımıza çıkan ve bir şekilde sahip olamadığımız çeşitli antlaşma ve sözleşmelerle sözde garanti alınan evrensel hakların tümü kent hakkı talebinin birer parçasını oluşturmaktadır. Eşitlik ve ayrımcılığa uğramama, barınma, sağlık, eğitim, çalışma, güvenlik, katılım ve demokratik temsil, uyumlu gelişme, çevre ve doğa, kamusal hizmetler, ulaşım, kültür, bilgi edinme ve dinlenme haklarının tümü nitelik boyutuyla zengin ve geniş bir talep olan kent hakkının saç ayaklarını oluşturmaktadır. Türlü hak metinleri, sözleşmeleri ve antlaşmalarına göre herkese verilmiş evrensel haklar olan bu haklar, mücadele niteliği ve hedefinde yanılgıya ve sapmaya düşürebildiği için burada haklar meselesini Marx’ın analiz yöntemiyle inceleme gereğinin altını çizerek, basit bir insan hakları mücadelesine indirgeme apolitizasyonunun önüne geçmek gerekmektedir. Marx’ın hâkim söylemdeki insan haklarına eleştiri niteliği de taşıyan Yahudi Sorunu isimli makalesinde insan hakları konusunu Ali Murat Özdemir ve Ebubekir Aykut’un makalelerinde aktardığı üzere şöyle tarif etmektedir. “Marx, söz konusu metinde, insan hakları söyleminde önvarsayılan insanın, basitçe, egoist, içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerden soyutlanmış, atomize olmuş insan olduğunu vurgular. Liberal söylemin insan hakkı olarak tanımladığı ve koruduğu özgürlük menfaati, insanlar arası ilişkiler üzerine değil, insanın insandan yalıtılması üzerine kurulup, şahsi menfaat edinime hakkına tahvil edilmiştir. Bu haliyle özgürlükler başlığı altlında korunan menfaat (hak), bireye dışsal bir entite olarak tasvir edilen (sivil) toplumun temelini oluşturur: Her insan bir diğerinde kendi özgürlüğünün – gerçekleşmesini değil- kısıtlanmasını görür hale gelir. Kısıtlama haklar aracılığı ile yapılır.” (7) Don Mitchell’de Kent Hakkı kitabında tartıştığı “hak” mevzusuna dair şunları yazmaktadır. “ Hatırlanamayacak kadar eski olduğunu düşündüğümüz bu haklar, örneğin kamusal alanda toplanma ve kullanma hakkı, görece yeni olmakla kalmaz, aynı zamanda daima öfkeyle karşı çıkılmış ve iktidara sahip olanlar tarafından homurdanarak ve hınçla verilmiştir. Her zaman karşı çıkılmıştır: Kamusal alana erişim hakkı ve kamusal alandaki haklar asla tam anlamıyla garanti altında değildir. Oy verme hakkı dışında da sürekli yeni mücadeleler ortaya çıkar, örneğin nükleer çağda mantıklı ve huzurlu bir yaşam sürebilme hakkı… veya Batı dünyasının postmodern şehirlerinde düzgün, makul fiyatlı bir barınma ortamının yokluğunda yalnızca yaşama hakkı bile mücadele gerektirir.”(2) Buradan da görüleceği üzere kent hakkı mücadelesi de dâhil olmak üzere verilen tüm mücadeleler bu kadar yeni, kof, kim tarafından kime verildiği ve hangi niteliklerde karşılık bulduğu tartışmalı olan insan hakları metinlerine sırt dayanarak ve bu metinlerde yazılanları temin edersek sistemsel problemlerimiz çözülür önerisi maalesef bir yanılgıdan ve ideolojik sapmadan başka bir şey değildir. İnsan hakları metinleri, burjuva demokrasisi gibi egemen sınıftan çekilip koparılarak tüm kazanımlar pek tabi işçi sınıfının çok uzun ve türlü bedeller ödeyerek kazandıkları hakları olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Materyalist bir tarih okuması ile insanlığın ileri taşınmasında ve örneğin feodal kalıntılara karşı burjuvazinin ilerici devrimine katkı sunan bu kazanımlar günümüz dünyasında ise işçi sınıfının iktidarı için aşılması gerekmektedir.
Kent hakkı üzerine düşünmüş Lefebvre ve Harvey gibi akademisyen ve yazarlar kentleşmeyi doğrudan kapitalizmin bir sonucu olarak değil kapitalizmin dolaysız olarak kentleşme süreci ile korelasyonuna vurgu yaparak kentleşme sayesinde kapitalizmin kendini yeniden ürettiğini söylemektedirler. Kapitalizmin kendini yeniden üretmesi ve aynı zamanda da sürdürebilmesi kent mekânının metalaştırılması ve örgütlemesi ile birlikte gelişmektedir. Kapitalizmin ekonomi politiğinin kenti örgütleme eylemi sermaye çıkarları gözetilerek gerçekleştirilmektedir. Sermayeye göre düzenlenen kentler beraberinde kent sakinlerinin kentsel haklarına saldırıyı ve rantı da beraberinde getirmektedir. Sermayeye göre örgütlenmiş artı değer birikim ve üretim mekânları olarak tarif edilen kent mekânları neoliberal üretim biçimiyle birlikte tüketim mekânları olarak da revizyona uğramıştır. John Friedman kentin metalaşması ve neoliberalizmin saldırılarının etkileri ile birlikte kamusal alanların kent sakinlerinin elinden yitimine vurgu yapmaktadır. (5) Harvey kent ve kapitalizm ilişkisini tarif ederken sermayeyi ve artı değer birikimini coğrafi bir mesele olarak ele almakta, kapitalizmin kriz çözümlemelerinde görülen mekânsal yayılıma ve yeni mekân üretimine vurgu yapmaktadır.
Marksizm’in öncüleri Marx ve Engels kenti iki farklı boyutuyla incelemişlerdir. Bunlar kapitalizmin toplumdaki yansıma mekânı ve yine toplumsal süreçlerin gelişimi için elzem bir ön koşul olarak sıralanabilmektedir. Buna göre kentin kendisi net hedef olarak tarif edilmemektedir. Kentli işçi sınıfının yoksulluğu kentin değil, kapitalizmin sonucu olarak tarif edilirken toplumun kent bağlamında yaşadığı tüm sorunların yine esas olarak toplumsal çözümle çözüleceği vurgusu karşımıza çıkmaktadır. Fakat Marx ve Engels için kentlerin bir başka boyutu daha vardı. Kentleşmenin artmasını sosyalizme geçiş sürecindeki olumlu gelişim olarak görmekteydiler. Buna göre kapitalist üretim ve birikim biçimlerinin merkezi olan kentler, devrimci sınıfın yani işçi sınıfının kendisini gerçekleştireceği mekânların da kent mekânları olduğunu, sınıf mücadelesinin ve başarıya ulaşma koşullarının büyük kentlerde gereken olgunluğa ulaşabileceğini öngörmekteydiler. Marx’ın analizlerine göre devrimci sınıfı oluşturan somut koşul kentin kendisi değil, kentte işçi sınıfına reva görülen kapitalizmin doğalı yoksulluk ve salgın hastalıkların üreme merkezi olan kent mekânları potansiyel devrim koşullarını oluşturacaktır. Engels ise kenti, tüm boyutlarıyla kapitalizmin doğalı olan çelişkilerin tarlası olarak tarif etmektedir. (6)
Engels’in 1842’de İngiltere’de yaptığı gezi ve arkasından 1845’te basılan İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabında sınıfsal perspektifte bir kent incelemeleriydi. İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda tüm kenti farklı perspektiflerden ele alırken fabrikalarda çalışan toplamların sosyal ve ekonomik yapılarını, kentte gerçekleşen üretim biçimini, yapısını ve üretim merkezlerinin pazar yerleriyle olan ilişkilerini incelemenin yanında sokakları, caddeleri ve kent meydanını da ele incelemiştir. İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabından Engels’in gözünden Manchester’a dair şu alıntıyı yapmak kentlere dair ufuk açıcı bir perspektif kazandıracaktır.
“Kentin ilginç planı sayesinde birinin yıllarca Manchester’da yaşayıp, her gün işe gidip gelip asla bir işçi sınıfı mahallesinin görmemesi ya da bir zanaatkârla ilişkiye geçmemesi mümkün. Manchester’ı sadece iş ya da zevk için ziyaret eden, temelde işçi sınıfı semtleri ve orta sınıf semtleri oldukça uzak oldukları için, asla varoşları görmez… Manchester’ın merkezinde oldukça büyük yarım mil uzunluğunda bir mil genişliğinde bir ticaret bölgesi vardır. Bu bölgenin tamamına yakınında kalıcı ikametli kimse yoktur ve geceleri ıssızdır, sadece polisler karanlık, dar caddelerinde fenerleriyle devriye gezerler… Bu ticaret bölgesinin çevresinde ortalama 1.5 mil genişliğinde bütünüyle işçi sınıfı konutlarından oluşan bir yerleşim alanı kuşağı vardır. İşçi konutları alanı merkez hariç bütün Manchester’ı içerir… Bu işçi sınıf eve ya da konutları kuşağından sonra orta ve üst sınıfın yaşadığı semtler yer alır… Üst sınıflar sağlıklı kır havasının tadını çıkarır ve Manchester’ın merkezine on beş otuz dakika arayla yola çıkan omnibüslerle bağlanan lüks ve rahat konutlarda yaşarlar. Bu plutokratlar evlerinden kentin merkezindeki işyerlerine, tamamıyla işçi sınıfı semtlerinin içinden geçen en kısa rotadan, yolun iki kıyısındaki sefalet ve kirliliğe ne kadar yaklaştıklarının farkına bile varmadan gidebilirler. Bunun nedeni, Borsa’dan her yöne kentin dışına uzanan anayollarda, iki tarafta neredeyse hiç kesilmeden alt orta sınıfın üyeleri tarafından işletilen dükkânlar bulunmaktadır.”(5)
Engels’in de üzerinde durduğu ve gözlemlediği kentin ve konutların sınıfsal ayrımı kent hakkı tartışmalarını Nasıl bir kent? Kim için kent hakkı? Kime kent hakkı? Kamusal kent alanlarının asıl sahibi kim ve ne için önemli? sorularının ışığında düşünülmesine katkı sağlamaktadır. Bu sorulara kısa ve basit cevaplar üretilebilir. Fakat daha bütünlüklü düşünüldüğünde örneğin evsizler için kent hakkını nereye konumlandıracağımız uzun tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Tarihsel gelişimi ile birlikte ele alındığında evsiz olma hali eğer bir insana yaraşır bir olgu ise en eski batı kentlerinde hukuksal yaptırım örnekleriyle dahi bir ayıp olarak nitelendirilmiş, ekonomik, politik ve sosyal nedenler hasıraltı edilmiş, evsiz olma halinin sebeplerinin sorumluluğu doğrudan evsiz kalmış kişilere yüklenmiştir. Don Mitchell Kent Hakkı kitabında kent yaşamını düzenleyen yasaların, yasa koyucuların ve yasaları uygulayıcıların, egemen sınıfın göz zevkini bozduğu için düşmanlaştırdığı evsizlik kimliğini ele almaktadır. George Kelling ve hukukçu akademisyen Catherine Coles’in birlikte yazdıkları “kırık cam teorisi” evsizlik üzerine yazılmış en çarpıcı metinlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir binada tek bir kırık camın olması halinin bile binanın ve onu çevreleyen mülklerin dışardaki insanlar tarafından zevk ve yağma için göze kestirilen mekânlar olarak algılanacağını iddia ederken kenti bu binalara, evsizleri de doğrudan kırık cama benzetmektedirler. Bu teoriye ve yazarlarına göre kırık camın mevcut olma durumu doğrudan kriminojendir ve suç üretmektedir. Buradan hareketle yazarlara göre pis kokan, sarhoş, beceriksiz evsizler doğrudan polis denetimine ve sert kontrol kurallarına tabii olmak zorundadır. Kırık cam teorisinin yazarları insanların sınıf statüleri sebebiyle doğrudan ötekileştirmesinin ve doğrudan suçlu sayılmasının anayasal problemler içerdiğini kabul etmektedirler. Fakat yine de evsizlerin kentin imajına yıkıcı etkilerinin olduğunu vurgulayarak teorilerini savunurlar ve öyle ki sokakların evsizlerden temizlenmesi adına hukuksal ve anayasal araçların yetersizliğine dikkat çekerek bu husus özelinde kurgulanan yasa ve yaptırımların daha da sertleşmesi gerektiğinin altını çizmektedirler. Evsizlik durumunun mevcut ekonomi politikle ve mülkiyetle ilişkisini yekten hasıraltı ederek evsiz insanların doğrudan kendi seçimleriyle evsiz olduğu düşüncesiyle hedef gösterirlerken polis, kanunlar ve toplum tarafından hedef alınmalarını önermektedirler. (6)
Peki kent hakkı perspektifinde evsizliği ve evsizleri nereye konumlandırmalıyız? Kentte yaşayan evsizlerin uyuma, tuvalete gitme, duş alma gibi ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri kamusal alan ihtiyacını kent yaşamından ayrı bir yere konumlandırmak mümkün görünmemektedir. Örneğin bir evsizin evi olmadığı için evde karşılayamadığı tuvalet ihtiyacını, yine evsiz olması sebebiyle özel mülke tabi herhangi bir mekândan içeri alınmaması (bu mekânlara bar, kafe gibi işletmeler de dâhil) halinde yakın çevresinde de ulaşabileceği kamusal bir tuvalet yoksa nasıl bir yöntem bulmalıdır sorusunu düşünelim. Bu nitelikteki tek bir soru bile türlü propagandalarla pazarlanan kent yaşamının en temel yaşam fonksiyonlarını karşılama niteliğinden ve verimliliğinden itibaren ne kadar sorunlu ve çözüm bekleyen bir halde olduğunu göz önüne çıkarmaktadır. Evsiz insanların sokaklara tuvaletini yapma hakları bir kent hakkı mıdır, yoksa kent hakkı evsizlik olgusunu ortadan kaldırma mücadelesi midir? Bu perspektiften bakıldığında esasında kent hakkının beraberinde üretim, tüketim ve mülkiyet ilişki biçimlerini doğrudan hedef alan sınıf mücadelesiyle birlikte okunması mümkündür. Kent hakkının sınıfsal ve sosyal nicelik ve nitelik krizi öylesine derinleşmiş ve benimsenmiş bir haldedir ki kimsenin kimseye reva görmediği boyutuyla her seferde kendisini tekrar etmektedir. Mültecilerin toplu taşıma kullandıkları, adalarda bisiklet sürdükleri, denize girdikleri veya sahilde güneşlendikleri fotoğraf ve videolarla sosyal medyada yapılan paylaşımların nitelikleri ve içerikleri, örgütlenen yabancı düşmanlığı ve kullanılan nefret dili saymış olduğumuz çok basit kent aktivitelerinin dahi kim tarafından kime reva görülmesi krizinin örneklerinden birisini oluşturmaktadır.
Kent hakkının bir diğer can alıcı nitelikteki boyutu alanların ve meydanların kullanım halidir. Mitchell’in kitabının beşinci bölümünde alıntıladığı Jeremy Waldron alıntısı kent meydanı ve alanlarının politik önemine dair önemli bir atıftır. Waldron şöyle demektedir:
“Bir eylemi özgürce gerçekleştirebileceği bir yer olmadığı sürece hiç kimse o eylemi gerçekleştirmekte özgür değildir.”(2)
Kent meydanlarının yasaklanması, girişinin ve çıkışının devlet tarafından kontrol edilmesi veya aynı meydanların merkezi veya yerel yönetimlerin kararıyla kapatılıp açılması, bir arada yaşama ve kentsel haklara saldırıyken aynı zamanda toplumsal muhalefeti engelleyen karşı devrimci bir niteliğiyle de gün yüzüne çıkmaktadır. İstanbul’da 1 Mayıs ve Taksim Meydanı ilişkisi veya Gezi Parkı bu minvalde değerlendirilmeye uygun örnekler arasında yer almaktadırlar. Bir arada yaşamın ve sosyal ilişki ağları için kullanımının açık olması ve bürokratik denetimlerin işgalinden kurtulması gereken parkların, meydanların insanların karşılaştığı, kaynaştığı ve örgütlendiği sokakların, halkların ve emekçilerin sözlerini ve taleplerini dile getireceği meydanların devletin yasal kararlar ve polis gücüyle engellenmesi sosyal anlamlarının yanında politik anlamlarıyla emekçilerin, ezilenlerin ve ötekilerin tam karşısında konumlanmaktadır. Politik anlamıyla halkın yaşamının ve yaşamsal fonksiyonlarının egemen sınıf ve ideolojisi tarafından topyekûn işgal edilmesi anlamına gelmektedir.
Bu makalede sadece kent hakkı perspektifiyle ele almaya çalışacağımız kentsel dönüşüm de aynı temelden filizlenmektedir. Merkezi ve yerel yönetimlerin kente müdahalesini meşrulaştırmak üzere kullandıkları kentsel dönüşüm kentin ve sakinlerinin talep ve ihtiyaçları doğrultusunda değil, egemen ideolojinin ve sermayenin kent tahayyüllerine göre şekil alırken, kenti ve mekânı doğrudan ve bütünüyle meta haline dönüştürme biçimi olarak kullanılmaktadır. Her ne kadar egemen ideolojinin ve sermayenin kentsel dönüşüm tanımları ve propagandaları bozulan, çöken veya yıprana alanların ve deprem riski olan bölgelerin revizyonu, yeni iş alanlarının oluşturulması, ekonomik gelişim, kültürel mirasın korunması vs. olsa da esasında ekonomik ranttan ve mekânın ideolojik dönüşümünden ve işgalinden fazlasını içermemektedir.
Kentsel dönüşüm projelerinin hedef aldığı kent mekânlarına ve mahallelere bakıldığında emekçilerin yoğunlukta olduğu mahalle ve semtler karşımıza çıkmaktadır. Kentsel dönüşüm sermayenin ve devletin öylesine net bir aynası niteliğinde hayat bulmaktadır ki yukarda kent hakkının saç ayakları olarak saydığımız hakların tamamı doğrudan zor kullanılarak ve meşru zemine oturtularak, karşılığında hiçbir bedel ödenmeden yok edilmektedir. Örneğin kentsel dönüşüm sürecinde yukarıdan aşağı örgütlenmiş ve tepen inme projelerin karar mekanizmalarının hiçbir aşamasında o evlerde yaşayan insanlar söz sahibi olamıyorken, kamulaştırma kanunlarıyla mülksüzleştirmeler, evden çıkarmalar, mahallenin elektriğini, suyunu kesmeler, hemen her örnekte gördüğümüz polis şiddeti, baskılar, zor kullanmalar sermaye ve devlet ilişkisine örnek teşkil etmektedir. Bu aynı zamanda yukarda da saydığımız (eşitlik ve ayrımcılığa uğramama, barınma, sağlık, eğitim, çalışma, güvenlik, katılım ve demokratik temsil, uyumlu gelişme, çevre ve doğa, kamusal hizmetler, ulaşım, kültür, bilgi edinme ve dinlenme) hakların tümünün devletin meşru zor güçleri (hukuk ve kolluk güçleri) ile alenen ilga edilmesidir. Bu bağlamda esas olarak hakim ideoloji, ekonomi politik ve siyasi konjonktür özü itibari ile sorun çözmek, ortadan kaldırmak yerine sorunu başka alanlara ve mekanlara kaydırmaktan fazlasını yapmamaktadır. Egemen sınıfının sorun ötelemesinin yanında Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da burjuva sosyalizmi diye tarif ettikleri ve günümüz toplumunda ortaya çıkan tüm kötülüklerin temelini koruyan fakat aynı zamanda da bu kötülükleri yok etmeyi, ortadan kaldırmayı talep etme durumu burjuvazinin devamlılığını sağlamaktan ve bu sürekliliğe engel olabilecek sorunları onarmaktan fazlası değildir. Kent hakkının kazanım mücadelesi, üniversitelilerin Barınamıyoruz Hareketi, konut sorunları, evsiz kalan insanlar, kent hayatının normali olan imkân ve faaliyetlere erişememe problemleri ve kentsel dönüşüm… Bu sorunlara farklı farklı çokça çözüm ve mücadele önerileri yazılıyor ve bu hususlara dair büyük bir külliyat mevcut. Bu külliyat içinde Engels’in “Konut Sorunu” makalesinde altını çizdiği önerinin alıntısını yaparak bitirelim.
“Ve kapitalist üretim tarzı var olduğu sürece, konut sorunu ya da işçilerin kaderini ilgilendiren herhangi bir başka sorunu tek başına çözmek istemek budalalıktır. Çözüm, kapitalist üretim tarzının kaldırılmasında, tüm geçim ve emek araçlarına işçi sınıfının kendisi tarafından el koyulmasında yatıyor.” (8)
DİPNOTLAR
- Lefebvre, Henri. (2020). Şehir Hakkı (Çev. Işık Ergüden). İstanbul. Sel Yayınları.
- Mitchell, Don. (2020). Kent Hakkı (Çev. Aydın Çavdar). İstanbul. Ayrıntı Yayınları.
- Harvey, David. (2022). Kent Deneyimi (Çev. Esin Soğancılar). İstanbul. Sel Yayınları.
- Wood, Meiksins, Ellen. (2021). Kapitalizmin Kökeni Geniş Bir Bakış (Çev. A. Cevdet Aşkın). İstanbul. Yordam Kitap.
- Gerger, Haluk. (2022). Anti-Marksist Devrimcilik. İstanbul. Yordam Kitap.
- Baysal, C. U. (2012). Kent Hakki Yeniden Hayat Bulurken. Eğitim Bilim Toplum, 9(36), 31-55.
- Bıçkı, D. (2006). Harvey ve Castells’ de Kent Sorunsalı: Politik Ekonomi Vizyonu ve Sınırlılıkları. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7(11), 111-130.
- Özdemir, A. M., & Aykut, E. (2010). Marksizm ve Hak Kavramı: Kuramsal Bir Yaklaşım Denemesi. İnsan Hakları Yıllığı, 28, 23-44.
- Engels, F. (2020). Konut Sorunu (Çev. Erkin Özalp). İstanbul. Yordam Kitap
Fotoğraf: “İstanbul Panorama” by Eusebius@Commons is licensed under CC BY 2.0.