Gezi’nin temsil ettiği, insanların yaşama koşullarına doğrudan ve karşılıklı anlaşmalar içerisine müdahale etme ihtimalinin, seven kadar nefret edenin de hayalini süslemediğini kim iddia edebilir?
BARAN GÜRSEL
Gezi davasından çıkan kararın iktidarın, toplumun o ya da bu içerik ve ölçüdeki değişim umutlarını söndürme çabası olduğu fikrine ben de katılıyorum. Toplumun umutlanma ve hayal kurma kapasitelerini söndürüp, cansızlaştırıp, bu hayallerin -bazısına zalim bazısına kurtarıcı gibi görünerek- merkezine yerleşmeye çalışmak bu dönemin temel bir stratejisi gibi görünüyor. Ama bu fikirleri biraz daha da ilerletmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Gezi eylemlerinden dokuz yıl sonra yapılan bu müdahale, eylemlere doğrudan yapılanlardan farklı olarak o eylemlerden “kalana” yapılmış oluyor. Eylemlerden topluma ne kaldığı, çok farklı yerlerden tartışılabilir, zaten tartışılıyor. Benim burada işaret ettiğim, aslında bizim; olabilen, olamayan, olabilecek gibiyken olamayan, olabilmişken kaybolanla bireysel ve kolektif olarak uğraşma biçimimiz.
Hepimize ortak olarak kalan, “kalanla” uğraşmak oldu; esas olarak kaybedilenle uğraşmak. Bu uğraş tabii ki bir düşünce uğraşı, bazen bilinçli bazen bilinçdışı, bazen bireysel bazen kolektif, bazen yazılara bazen kurumsal işleyişlere yansıyan, bazen de izleri pek görülemeyen bir uğraş bu. Ve elbette duyguyla yüklü; hayal kırıklığını, sevgiyi, coşkuyu, üzüntüyü, öfkeyi, hıncı taşıyabiliyor. Bunun -özellikle Gezi’nin en aktif öznelerinden olan genç işçiler için- bir yas süreci gibi düşünülebileceğini, hatta bu yasın izlerinin belki bir kedi sevgisinde veya belki Kadıköy sevdasında bulunabileceğini daha evvel de iddia etmiştim.[1] Bunu bir yas gibi (de) düşünmeyi hâlâ anlamlı buluyorum.
Bu fikri metnin girişindeki önermeye bağlayarak söylersem, geleceğe dair değişim umudunun zemini de, kaybedilenlerin, hem geri dönmesi imkansız yönlerinin dönüşünün imkansız olduğu, hem de yeniye örnek teşkil eden yönlerinin yeniden üretilebileceği fikrinin zihne yerleşmesidir. Böylesi bir umut, hem geçmişle geleceğin arasındaki sürekliliği taşır, hem de gerçekle ilişkisi kuvvetlidir, onu tanır ve değiştirmek ister; “zamanın koşullarına” uygundur.
Gezi davasında verilen cezalar, toplumun gerçeği tanıyıp onu değiştirmeye dair hayallerin yakıtının, bu umudun, zeminindeki yas sürecinin bir parçası ve belirleyicisi olmaya yönelik bir çabaya işaret ediyor. Acıya acı katarak, kayıpları katmerleyerek acının “esas” belirleyeni olma konumuna oynamak, kaybın gerçekten tümden belirleyeni olması imkânsız olsa da öyleymiş gibi görünmeye çalışmak, kalandan/kaybedilenden yeşerebilecekleri de kontrol etme çabasına dayanıyor gibi duruyor. Çok da tanıdık olduğu üzere yası imkansızlaştırma çabası.
Ama şunun altını çizmek isterim. Bu çabanın sadece Gezi eylemleriyle doğrudan sevgi bağı kuranlara yönelik değil, gündelik deneyimlerinde, ikircikli veya bütünlüklü hiç fark etmez, değişim isteği uyanan, çoğu -yaka rengi, işi, eğitimi, geliri, yaşam tarzı fark etmeksizin- işçi olan geniş bir kesime yönelik olduğunu düşünüyorum. Gezi eylemlerine duyulan ister sevgi, ister hınç ya da nefret olsun, her iki “tarafın” da Gezi’de gördüğüyle ilgili bir arzu taşıdığı düşünülebilir. Yönetilmesi gerektiği hissedilen bir arzu. Gezi’nin temsil ettiği, insanların yaşama koşullarına doğrudan ve karşılıklı anlaşmalar içerisine müdahale etme ihtimalinin, seven kadar nefret edenin de hayalini süslemediğini kim iddia edebilir? Bana kalırsa bu önerme iktidarın “intikam” gibi görünen kontrol çabasıyla da doğrulanıyor. Toplumun en azından bazı kesimlerinin Gezi’yi unutması veya ona kayıtsızlaşması için uğraşılması da pekala mümkünken Gezi’nin anısı açıkça geri çağrılmaktadır.
Bana kalırsa meseleye buradan bakarak, bir yanda Gezi’yi “sonuna kadar” sürdürememiş olmanın veya sonrasında aynı gücü toparlayamamış olmanın altında ezilmenin, diğer yanda geçmişi geçmişe gömme küskünlüğünün ötesinde bir yere yerleşmeye çalışabiliriz. Gezi’nin yasına müdahale etme çabasına karşı bu süreci bağlarımızı yeni bir seviyede koruyarak/onararak sürdürmenin yollarını arayabiliriz.
Burada bahsettiğim bağ kurma tarzı, tam Gezi’de imkânı beliren ve tam olacakken olamamış gibi olana denk düşüyor: birbirimizi sevmenin de ötesinde veya sevmeyi bir buyruk gibi benimsemeden, önceliğimizi, birbirimizi tanımamıza gerek olmadan, korumak, kollamak haline getirmek. Bu arayış aynı zamanda, yası mümkün hale getirme, umudun cansızlığın bağlarından kurtulacağı zeminleri bizzat ilişkilerimizde kurma arayışıdır. Belki bunu iktidarın hukukuna karşı Gezi’nin etiği olarak da düşünüp tartışabiliriz.
Bu dönemde benzer kitlesel hareketlerin oluşup olmayacağını önden bilmek de, geçmişi kontrollü bir şekilde tekrarlamak da imkansızdır ama yapabileceğimiz, güncel koşullara uyarlayarak Gezi’yi belli açılardan örnek almak, örnek almaya aktif olarak devam etmek olabilir. Bağlarımızı bu yeni seviyede, yeni bir etik çerçeveyle geliştirmeye çalışmak da bunun bir yolu olarak düşünülebilir.
Elbette bunun için sınıf örgütlerimize, diğer mücadele ve dayanışma örgütlerimize ve başka iletişim kanallarına ihtiyacımız var ve tüm bunların bu bahsedilen amaçla -çatışmaya açık ama zarar vermeye kapalı, kopmadan ve koparmadan ilişkilenmeyi sağlayacak, pek de tanımadığımız birini bize düşündürecek, sevmeyebileceğimiz birini bize kollatacak şekillerde– işlemesine ihtiyacımız var, dolayısıyla bu mecralardan öncelikli talebimiz bu olabilir. Mücadele örgütlerimizin içinde ve arasında Gezi etiğinin tartışılması ve bağların bu temelde kurulması için daha çok çaba gösterebiliriz.
Burada bahsettiğim bağlar, birbirini tanımayan ve tanıması da imkânsız Gezi eylemcilerinden başlayıp, Gezi’ye bakıp bir hayal kuran herkes adına cezaevine konanlarımıza, oradan da Gezi’yi pek makbul bulmayan ama başka bir dünyayı da arayan diğerlerimize uzanabilir.
Bunun adına Gezi’ye yaslanmak diyebiliriz.
[1] Bkz. http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com/2018/04/esitlik-kahve-ve-kediler_16.html
https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/03/23/kadikoyun-gocmenleri-genc-isciler
Fotograf: Gezi park protests, June 15, 2013 (Fleshstorm via Wikimedia Commons)