Jeopolitik kendini dayattığında kimse demokrasiyi korumaktan bahsetmiyor. Bunun basit bir nedeni var, çünkü demokrasi bir sınıf kavramıdır; bugünlerde ismi çok geçen oligarkların beslediği otokrasiler gibi. Demokrasiler ve otokrasiler farklı kurumlara sahip oldukları için düşman değildir, farklı sınıflara dayandıkları için öyledir.


DİNÇER DEMİRKENT

Siyasal ve iktisadi olanaklar daraldıkça Türkiye’de yaşanan geçiş sürecine ilişkin safların belirginleştiği bir döneme giriyoruz. Bu daralmanın artık açık biçimde birincil göstergesi devletler sistemindeki kırılma. Türkiye’deki geçiş sürecine ilişkin hazırlamaya çalıştığım diziye bu kırılmaya ilişkin fikirler ile başlamak istiyorum.

Kapitalist devletler sisteminin ve onun işlemesini güvence altına kurumların uzun bir sürece yayılan çatırdaması, Rusya’nın Ukrayna işgalinin ardından büyük bir gürültüyle kırılmaya başladı. 1945 düzenine karşı 1990’ların başından beri girişilen eylemlerde öne sürülen ve hukuk normlarına ihtiyaç duymayan “ahlaki” meşrulaştırmaların dahi kenara bırakıldığı yeni bir jeopolitik gerçeklik içindeyiz. Rusya Cumhurbaşkanı Putin Ukrayna’dan bağımsızlığını ilan etmiş iki cumhuriyeti tanımadan önce yaptığı açıklamada Ukrayna’nın yapay bir ulus olduğunu ve “tarihi Rusya”nın bir parçası olduğunu söyleyecek kadar ileri götürdü bunu.

Avrupa Kamu Hukuku’nun temeli olan ve Avrupalı devletler arasında savaşın sınırlandırılmasını (kurallara tabi olmasını) merkezine alan devletlerarası hukuk 1914’te başlayan topyekün savaş ile sarsılmıştı. İmparatorluklar yıkıldı, ulus devletler kuruldu, milliyet varsayımına göre sınırlar belirlendi. Wallerstein’in ifadesiyle 1914’ten 1945’e kadar süren Avrupa’nın ikinci 30 yıl savaşının ardından 1945’te savaşın düşman galipleri, devletler arası sistemin hukukunu tesis etti. Birinci büyük savaştan yüz yıl sonra, artık yeni bir eşikteyiz. Bu eşikte liberal Batı Rus kültürüne ait olmayı aşağılayan yasaklamaları, savaştan kaçan mültecilere karşı ırkçı tavrı Türkiye’yi kıskandıracak biçimde uyguluyor. Jeopolitik kendini dayatınca, emperyalizmin ahlaki gerekçelendirmesi olarak yayılmacı bir araç olarak kullanılan liberal jeokültür yüz yıl önce olduğu gibi saygınlığına yaraşır biçimde geri çekiliyor ya da daha doğrusu eşitsizlik üreten kodlarını açık etmekten çekinmiyor.

Bu koşullarda evrenselci bir umut yaratma iddiası ve kapasitesi olmayan devletler sistemindeki saflaşmadan bağımsız olarak Türkiye’deki geçiş sürecini ele alamayacağımız aşikar. Bahadır Özgür ve Hakkı Özdal’ın savunduğu gibi Türkiye’deki saflaşmaların her birini kesen iki kamptan bahsetmek zorundayız. Fakat her iki kamp da evrenselci iddiadan yoksun durumda. Artık aklı başında hiç kimseye NATO’nun 70 yıl önce olduğu gibi hür dünyanın temsilcisi olarak anlatılması mümkün değil; kimse kitlelerin bu yalana ikna edebileceğini düşünmüyor, buna gerek duymuyor da. Avrasyacı jeopolitikçilerin ise böyle evrenselci bir iddiası zaten hiç olmadı.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yaşanır, eşit ve özgür bir dünya umudunun yerini çoktan beri o bilindik geleceksizlik fikri almıştı: Var olan dünya sahip olabileceklerimizin en iyisi, ötesini düşlemenin sonu felaket getirir. Fakat o var olan dünya savaşları, salgınları, doğanın yıkımı ve derinleşen eşitsizlikleri ile halihazırda bir felakete dönüşmüş durumda. Kitlelerin büyük umutlarını maddi güce çevirdiği yüzyıl geride kaldı, umutları alındı, umut felaketle eşitlendi. Şimdi nükleer savaş tehditleri dahil yıkım kol gezerken felaketin göbeğindeyiz ve umudun taşıyıcısı önderler çekilmiş, maddi bir güce dönüşen fikirler hırpalanmış olsa da kitleler yok olmadı; hareketlerini kestirmek ve öngörmek eskisine göre çok daha zor olsa da varlıklarını sıklıkla ve güçlü biçimde gösteriyorlar. Depolitizasyonun konjonktürel gücü sınırlarına geriliyor.

Liberal demokrasinin saygın teorisyenleri demokratik ve otokratik rejimlerden hangisinin, hangi kriterlere göre fazla olduğunu sayadursunlar, içinden geçmekte olduğumuz kırılmada demokrasi ve otokrasinin içeriğine geri dönecek tartışmalardan kaçamayacaklar -ya da saygın bir tavırla geri çekilecekler.

Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından kurulan düzenin belki de en güçlü yönü demokrasiyi ve onun karşıtı olan rejimleri içeriksizleştirilmesiydi. Demokrasi ve liberalizm arasındaki çatışma sihirli bir uzlaşmayla –temsil- yok sayılırken demokrasi bir takım kurumların varlığına indirgendi, otokrasi de yokluğuna.

Jeopolitik kendini dayattığında kimse demokrasiyi korumaktan bahsetmiyor. Bunun basit bir nedeni var, çünkü demokrasi bir sınıf kavramıdır; bugünlerde ismi çok geçen oligarkların beslediği otokrasiler gibi. Demokrasiler ve otokrasiler farklı kurumlara sahip oldukları için düşman değildir, farklı sınıflara dayandıkları için öyledir. Demokrasiyi kurumlar savunmaz. Demokrasinin bir öznesi, bir fiili ve en az bu ikisinden oluşan bir cümlesi vardır. Öznesini ve fiilini en iyi tarif eden onun ilk ve soylu düşmanlarından Platon’dur. Hem de bugün çok farklı bağlamlarda duyduğumuz gemi metaforuyla:

“Baştaki zenginlerin, yoksullarla bir yolculukta, bir toplantıda ya da bir seferde bir araya geldiklerini düşünelim. Birlikte denize açılsınlar, savaşa katılsınlar, tehlike karşısında birbirlerinin nasıl davrandıklarını görsünler. Yukarıdan bakan artık zengin olmayacak; tersine zayıf, kuru, güneş kavruğu bir yoksul, gölgede yağ bağlamış bir zenginle ana baba gününde yan yana geldi mi ne düşünür? Bu adamlar yoksulların korkaklığı yüzünden zengin olmuş demez mi, kendi kendine? Sonradan bir araya gelip konuşan yoksullar şu sözü etmezler mi: “Bu adamlar bizim elimizde be! Yok bu adamlar! … İşte bu kavgada fakirler düşmanlarını yendiler mi, demokrasi kurulur. Zenginlerin kimi öldürülür, kimi yurtdışına sürülür. Geri kalan yurttaşlar devleti ve devlet işlerini eşit şartlarda paylaşırlar…”

En soylu düşmanının vurguladığı gibi, demokrasinin öznesi demos’tur ve demos bir sınıf kavramıdır.

Türkiye’de geçiş sürecine ilişkin tartışma, demokrasinin öznesi, fiili ve içeriğinden başlamalıdır.

Bu içeriği paylaş: