Egemenlerin büyük bir coşkuyla karşıladığı ve başarı olarak sunduğu ekonomik büyüme, emek ve doğa sömürüsünü toplum nezdinde meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Bu sürecin tersine çevrilmesi, sınıflar arası güç mücadelesinde dengelerin değişmesine bağlıdır.


ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU 

TÜİK’e göre Türkiye’nin Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası (GSYH) 2021’de yüzde 11 büyümüş. IMF tahminine göre 2021 yılında küresel ekonominin büyüme oranı ise yüzde 5,9 olmuş. Türkiye ekonomisi 2021 yılında dünya ortalamasının oldukça üzerinde büyüdüğünü gösteren bu veri, ekonomi yönetimi ve hükümet çevrelerinde büyük bir başarı olarak değerlendirildi. Peki bu yerinde bir değerlendirme midir, ekonomik büyümeye bakarak ekonominin iyiye gittiği söylenebilir mi? 

Kısaca özetlersek; ekonomik büyüme, belirli bir dönemde (ay, yıl, çeyrek yıl vs) meydana gelen mal ve hizmet üretimindeki yüzde artışı gösterir. Ama aynı zamanda ekonomik büyüme kapitalizmin varlığını sürdürmesi için gerekli olan artık değerin yani sermaye birikiminin ne kadar arttığının da göstergesidir. Bu nedenle ana akım iktisatçılar ve kapitalizmin uluslararası kurumları işsizlik, gelir eşitsizliği, enflasyon, cari açık gibi verileri göz ardı edip GSYH’da büyümeyi bir ülkede ya da bölgede ekonominin durumunu gösteren en önemli veri olarak kabul eder; ülkeleri yönetenler de bunu topluma bir başarı hikayesi gibi sunup böbürlenme vesilesi yapar.

Hal böyle olunca bu kez de akla “Sermayenin biriktiğini, kapitalizmin gelişimini sürdürdüğünü gösteren ekonomik büyüme toplum için ne ifade eder?” sorusu gelir. Bunun yanıtı büyümenin “nasıl” ve “neye rağmen” olduğuna bağlıdır.

Ekonomik büyümenin temel dinamiği üretimdir. Artık değerin sürekli artması, sermayenin daha fazla birikmesi için üretimin de sürekli artması gerekir. Ayrıca rekabet koşullarında pazardan daha fazla pay almak, yeni pazarlara açılmak ihtiyacı da daha fazla üretimi teşvik eder. Artık değer ve rekabetin güdülemesiyle “aşırı üretim” gerçekleşir. Üretimin aşırı olması ise enerji kaynağı ve hammadde olarak doğanın; üretimi gerçekleştiren unsur olarak da emek gücünün daha fazla sömürülmesi anlamına gelir. Bu nedenle toplumsal yansımasını görmek için ekonomik büyümeyle birlikte “büyümeden emeğin aldığı pay”a ve “ekolojik tahribat”a bakmak gerekir. 

TÜİK’in GSYH’daki büyümeyle birlikte açıkladığı üretim faktörlerinin GSYH’dan aldığı paya bakıldığında, emek gücünün payının önceki yıllara göre gerilerken sermayenin aldığı payın arttığı görülür. 2019’da emek gücünün GSYHden aldığı pay yüzde 35,1 iken bu oran 2020de yüzde 33,1e ve 2021de yüzde 30,2’ye düşmüştür. Buna karşılık sermayenin aldığı pay 2019’da yüzde 47 iken 2020’de yüzde 49,3’e 2021’de ise yüzde 52,6’ya çıkmıştır. Emekçilerin GSYH’dan aldığı pay üç yıl içinde 4,9 puan azalırken, sermayenin payının 5,6 puan artması; emek ve sermayenin payları arasındaki farkı 11,9’dan 20.4’e çıkarmıştır (TÜİK, Dönemsel GSYH Hesap Bültenleri).

Türkiye’de sınıf kimliği fazlaca öne çıkmadığı için “emekçi” olarak tanımlanan kesimin toplam nüfus içindeki yeri yani nicel büyüklüğü pek bilinmez. SGK verileri üzerinden kabaca bir hesaplama yapıldığında; SGK Aralık 2021 istatistiklerine göre (işçi -SGK’da 4a’lılar- ve memur -SGK’da 4c’liler- statüsünde) ücretli çalışan (aktif) ve onların bakmakla yükümlü olduğu (pasif) toplam 58 milyon 117 bin kişi vardır. Buna SGK’ya göre yüzde 30 dolayında kayıt dışında sigortasız çalışan yaklaşık 9 milyon kişiyi eklediğimizde 67 milyon civarında kişinin yaşamını kendisi ya da yakının emeğiyle elde ettiği ücretle sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Bu da 84 milyon olarak açıklanan Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 80’ini emeğin karşılığı olan ücretle geçinenlerin oluşturduğu, anlamına gelir. Bunun dışında kalanların çok önemli kısmını ise küçük üretici, esnaf, çiftçi vs oluşturur ki onların durumu da emekçilerden çok farklı değildir. İşte Türkiye ekonomisi yüzde 11 büyürken sofradaki ekmeği küçülenler, yoksullaşanlar toplumun -küçük bir azınlık dışında kalan- çok büyük kesimidir. Dolayısıyla “Ekonomi, toplumun bu geniş kesiminin daha fazla sömürülmesi, yoksullaşması üzerinden büyümüş ve bu büyümeyle birlikte bir avuç sermayedar servetine servet katmıştır.” belirlemesi rahatlıkla yapılabilir.

GSYH’daki büyümeye emek sömrüsünün yanı sıra ekolojik tahribatın da önemli katkısı olmuştur. Bir taraftan -maliyetleri arttırdığı için- gerekli önlemlerin alınmaması, sanayinin yarattığı çevre kirliliğini artırırken diğer taraftan ucuz enerji, hammadde ve rant elde edebilmek için dereler, ormanlar, denizler geri dönüşü mümkün olmayacak biçimde tahrip edilmiştir.

Büyümenin toplum için ne ifade ettiği sorusuna geri dönersek; GSYH’daki büyümeye, Türkiye’de sermaye birikim süreci açısından bakıldığında, büyümenin “başarıyla sürdürüldüğü”nü; ama buna toplumun çok geniş bir kesimi olan emekçiler ile tahrip edilen doğanın yaratacağı sonuçlar açısından bakıldığında ise “bedelin tüm toplum için son derece ağır olduğu”nu söyleyebiliriz. 

Toplumun bu ağır bedeli kabullenmesinin nedenlerini her şeyden önce sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin dengesizliğinde aramak gerekir. Siyasi rejimin otoriterleşmesiyle beraber devletin emekçiler üzerindeki baskısının yoğunlaşması, bununla birlikte emek süreçlerinin de otoriterleşmesi, işçi sınıfının artan sömürüye karşı direncini kıran önemli bir etkenlerdir. Öte yandan emekçilerin sınıf bilincinden uzak olması ve örgütsüzlüğü sınıflar arası mücadelede dengelerin işçiler aleyhine bozulmasına neden olmaktadır. Mevcut sendikaların ve işçi sınıfını temsil etme iddiasındaki siyasi yapıların sermaye birikim rejimiyle birlikte değişen üretim biçimleri ve bunun emeğin nicel ve nitel yapısında yarattığı değişimi doğru algılayıp buna uygun mücadele yol ve yöntemleri geliştirememesi de “sınıflar arası güç dengesini bozan etkenler”e ilave edilmelidir.  

Üzerinde ayrıca ve önemle durulması gereken bir başka konu “ekoloji ve sınıf mücadelesi”nin birbirinden ayrıştırılmasıdır ki bu ayrışma kimi zaman birbiriyle karşıt mücadele alanları haline bile dönüşebilmektedir. Oysa birbirinden farklı (imiş) gibi görülen emek ve doğa sömürüsünün kaynağı sermaye birikimine dayanan kapitalist üretim sisteminin kendisidir. 

Yani egemenlerin büyük bir coşkuyla karşıladığı ve başarı olarak sunduğu ekonomik büyüme, emek ve doğa sömürüsünü toplum nezdinde meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Bu sürecin tersine çevrilmesi, sınıflar arası güç mücadelesinde dengelerin değişmesine bağlıdır. Toplumun çok büyük kesimini oluşturan emekçilerin sınıf olma bilincine ulaşıp bu bilinçle örgütlenerek yürüteceği mücadele, sömürüye karşı direnmenin ve sınıflar arası güç dengesini değiştirebilmenin tek yoludur!

Bu içeriği paylaş: