Acımızı dindiren tesellilere değil, yıkım ve ölümün siyasi kararlarını veren kapitalist devlet ve burjuva sınıfla girilecek bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var. Bunca yıkımın ve ölümün ortasında mı? Evet, çünkü: “İnsanların hayattan daha fazla istediği şeyler vardır, ölümden daha fazla nefret ettiği şeyler de…”


ALPER ÖZTAŞ

Kapitalist devletlerde, doğal afetlere toplumun fiziksel hazırlığı, hâkim sınıf olan burjuvazinin ekonomi politik tercihleri ile oluşturulur. Burjuvazi, sermayenin hareketini, en ‘rasyonel’ gördüğü noktalara yönlendirir ve bu ‘rasyonalitenin’ çerçevesi fiziksel yıkım olasılığını içeriyorsa, yıkım riskini yani sermaye ve servet kaybı riskini de göze alır. Sermaye birikimi yetersiz olan ve teknik teknolojik gerilikleri yüzünden, tasarruf oranı olarak ifade edilen toplumsal artı değer üretim oranı düşük olan kapitalist devletler, diğer kapitalist devletlere karşı bu dezavantajlarını, sermayenin üretken olan hareketli bölümünü azamiye çıkararak ve emek gücüne ayrılan miktarı da asgariye indirerek aşmaya çalışırlar.

Bu eksende emek gücü içinden yapılan barınma giderinin en ucuz yollu çözümü önemlidir. Zira burjuvazi, işçi sınıfına olabilecek en düşük ücreti ödemenin peşindedir. İşçilerin satın almak ya da kira ödemek için ayırdıkları miktarın azaltılması, ilk adımda gece kondu yapımlarına göz yumulmasıyla sağlanırken, bir sonraki gelişim aşamasında barınılacak yapıların ucuza imal edilmesi ile devam edilir. Binaların ucuza mal edilmesi, inşaat sektöründe çalışan sermaye grubuna bir miktar ek kar da sağlar, ancak bu, burjuvazinin temel güdüsünü oluşturmaz. Vurguncu burjuva müteahhit, vurgunculuğuna, burjuva sınıfının bütününün sınıfsal çıkarlarına hizmet eden bir süreci sürdürdüğü için devam edebilmektedir.

Bu sayede burjuvazi, emek gücünün değerine giren en büyük parçalardan biri olan barınma gereksinimi payını, niteliksiz ama ucuz olarak giderdiğinden, emek gücü ödemelerini asgariye çekebilmektedir. Ayrıca yapı stokunu daha ucuz binalarla oluşturduğundan, biriken toplumsal servete daha az kaynak ayrılmasını ve buradan artırılan kaynağın üretken sermaye olarak, artı değer üreten alanda kalmasını sağlamış olmaktadır. İşçilerin barınma ihtiyacının niteliksiz ama ucuz binalarla çözümlenmesi bu eksende burjuvazinin, dolayısıyla devletin ekonomi politik tercihidir.

Depremin yarattığı yıkımın bir doğal felaket olmamasının, tersine devletin yani hakim sınıf olarak burjuvazinin siyasi bir tercihi olmasının temelini burada görmek gerekir. Burjuva devlet, akılsız olduğundan, plansız olduğundan, bilim dışı olduğundan dolayı böyle bir yönelimin içinde değildir, bu bilinçli bir tercihtir. Kapitalist devletler dünyasında rekabet halinde olan ve bu devletler içinde sermaye birikimi görece düşük olmakla malül olan bir burjuva devletin, bilinçli ekonomi politik tercihidir. Aynı şekilde, burjuvazinin inşaat sektöründe çalışan kısmı da, kültürel olarak geri, dürüst olmayan, kural tanımayan, bilim dışı cahil vurguncular kümesi değildir. Aslında, sermayenin hareketliliği sebebiyle zaten diğer sermaye bütününden ayrılması zor olan bu kesim de, işinin icrasını tüm burjuva sınıfın toplamının icazeti ve onayı ile sürdürürler. Vurgunculuklarının sınırı burjuvazinin toplamının onayı ve çıkar birliği ile oluşur.

Burjuva devletin bu ekonomi politik tercihinin elbette bir riski de mevcuttur. Zaten kapitalist devletler de bu riski alan kapitalist devletler ve bu riski almaya gereksinim duymayan kapitalist devletler olarak ayrılırlar. Riski alan kapitalist devletler, yukarda açıkladığımız şekilde sermaye birikimi yetersizliği çeken ve kapitalist rekabette başka çıkış bulamayan kapitalist devletlerdir. Bu devletler gelişmemiş, uygarlaşamamış, düzenleme ve denetleme mekanizmalarının işlemediği, yarınını düşünmeyen akılsız yapılar olarak tarif edilirler ki defalarca belirteceğimiz gibi bu doğru değildir. Riski almayan ve yapı stokuna gereksindiği oranda sermaye aktaran devletler de, gelişmiş, uygar, düzenleme ve denetleme mekanizmalarının insanlara bağımlı olmaktan çıkmış olduğu, tam bir bilimsellikle hareket eden akıllı kapitalist devletler olarak tarif edilirler ki bu da çok yanlıştır. Tarihsel süreçte kapitalist devletlerin, ilk dönemlerinde yıkım riskini göze alarak hareket ederken bir süre sonra bu riski almayan bir yapılaşmaya gittiklerini görmemiz, bu kapitalist devletlerin bilimin ve aklın yoluna girmelerinden daha çok sermaye birikimlerini artırmış olmalarına ve bu nedenle toplam servetten kaybı içerebilecek doğal afetlere karşı risk almama yönünde hareket edebildiklerine delalet eder. Kapitalist Türkiye ile kapitalist Japonya arasında farkı oluşturan şey, akıl, ilim, irfan, dürüstlük vb. değil, burjuva sınıflarının sermaye birikimleri oranında yaptıkları ekonomi politik tercihlerdir. Devletlere egemen olan burjuva sınıfların, kapitalist dünyada yaptıkları siyasi tercihlerdir.

Türkiye kapitalizmi özelinde, sermaye bu riski 1999 depremine kadar tam bir zorunluluk ile almış gözükmektedir. 99 depreminin yarattığı servet yıkımı burjuvazi için oldukça can sıkıcı olsa da hızla unutulmuştur. 99 depreminin acılarını ve yıkımını unutan işçi sınıfı değildir. İşçi sınıfı, kapitalist devletinin bir miktar sermaye kaybı riskini alarak sürdürdüğü bu ekonomi politik tercihte, canı ile yer almaktadır. 99 depreminde sermaye, kaybını unutmayı tercih edebilmişken, işçi sınıfı yitirdiği her canı hala hatırlamaktadır. Bu nedenle deprem vurdumduymazlığını tüm halka mal edemeyiz. Bu vurdumduymazlık, hakim sınıf olarak devletin sahibi olan burjuva sınıfınındır. Burjuvazi 99 depreminin servet kaybını unutmayı tercih etmiştir. Bu unutuşta, riski ortadan kaldıracak bir dönüşüm için öngörülen kaynak miktarının oldukça yüksek olmasının etkisi de çoktur.

2023 depremi ile yaşanan yıkımın yarattığı servet kaybının burjuva sınıf için nasıl bir yönelim yaratacağını söylemek için erkendir. İlk sözlerden artık bu tarz yıkımların riskinin alınmaması gerektiği yönlü çıkışlar olmuştur. Kalkınma yolunda giden bir devletin sürekli doğal afetler ile uğraşmak zorunda kalması durumunda bu hedefini başaramayacağı yönlü serzenişler burjuva sınıfından gelmektedir. Yani, bölgesinde emperyal hedefler kovalarken, ha bire servet kayıpları ile uğraşmak zorunda kalmanın, kapitalist Türkiye devleti için ayak bağı olacağı belirtilmektedir. Burjuvazi, sonradan karla geri dönmesi için ekonomik ve askeri yayılmacılığa ayrılması gereken kaynakların, geri dönüşü olmayan doğal yıkımlarla kaybedildiğini görmektedir. Kişileşmiş sermaye olarak burjuvazi, kaybedilen sermayenin hesabını çok iyi tutarken, kaybedilen canların hesabını tutmakta ise pek mahir değildir.

Bugüne kadar Türkiye burjuvazisi ve onun devleti, sermaye birikimi çerçevesinde doğal afetlere karşı yıkım riskini almıştı. 99 depremine eklenen bu depremle beraber bu tercihini değiştirip değiştirmediğini göreceğiz. Ancak korkarım bu tercihini değiştirmek istese bile, dünya kapitalist sisteminde yaşanan yapısal kriz ve onun yarattığı sermaye hareketsizliği ve sert rekabet koşulları, tercih değişimi olasılığını zora sokacaktır. Kendi kaynakları içine hapsolmuş bir Türkiye burjuvazisinin, 2023 depreminin yeniden yapılaşmasını ve oluşabilecek yeni bir İstanbul depreminin de önlemlerinin alınabilmesini, risk içermeyen bir yapılaşma tekniği ile sürdürme kararı vermesi zor görünmektedir. Üstelik sadece yeni yapıları gerekli dayanımda yapma sorunu da değildir içine düştüğü durum. Bundan çok daha maliyetli olan geçmişin biriken yapı stokunu iyileştirme sorunudur. Dolayısıyla burjuvazinin ekonomi politik tercihini değiştirmemesi veya değiştirememesi ve sorunu yarına havale etmesi mümkündür. Böyle bir çocuksu vurdumduymazlık hali ile gerçekliği görmemezlikten gelme, bir toplumun varoluşunu sürekli tehdit altında bırakacaktır, ancak zaten kapitalizm ve burjuva sınıfı günümüzde pek gerçekçi ve ileri görüşlü olma vasıflarını taşıdıkları iddiası ile anılmamaktadırlar. Kapitalist devletler, burjuvazinin çıkarları için dünyanın yıkımını göze almışken, Türkiye burjuva devletinin bir ülkenin toplumsal varlığının yıkımına gözlerini kapaması şaşırtıcı değildir. Üstelik gözlerini açtıklarında, harcanması gereken kaynağın büyüklüğü düşünüldüğünde bu durum daha anlaşılır olmaktadır. Burjuvazinin yapacağı ya da yapmak zorunda kalacağı böyle bir siyasi tercihi, ilerleyen günlerde burjuva medyadan ‘gene halkın deprem gerçeğini unuttuğu’ yönlü haberler ile takip edebiliriz. Tersi bir durumda ise kaynağın nereden yaratılacağı oldukça büyük bir sorun teşkil edecektir. Bütünlüklü bir çözümün burjuva sınıfın siyaseti ve ekonomi politik tercihleri ile örtüşmesi kesinlikle imkânsızdır. Bütünlüklü çözüm ya görmezden gelinecek ya da burjuva sınıf ekonomi politik tercihleri ile uyumlu, onlar için ‘rasyonel’ bir hale getirilecektir.

Kapitalist devletin aldığı bu riski canları ile ödeyen işçi sınıfının, yeniden inşa sürecinin hesabını da ödemek durumunda kalacağı tabidir. Toplumsal artıyı üretenler olarak bu yükün onlara yüklenmesi kaçınılmazdır. Bu noktada işçi sınıfının sömürü oranlarının artırılacağı ve bu artış ile burjuvazi için kabul edilebilir hale getirilmiş bir yeniden yapılanmanın finanse edileceği söylenebilir. Burjuvazi için üzücü olan, işçi sınıfından ek bir sömürü ile elde edilmesi gereken bu kaynağın doğrudan kendisine olmasa da, kapitalist dünyada rekabetini artıracak askeri komplekse ya da üretkenliğini artıracak alt yapı süreçlerine aktarılamayacak olmasıdır. Burjuvazinin üzüntüsünü bu oluşturur, yoksa sermayesinden bir kaybı söz konusu bile edilemez. Şunu unutmamak gerekir, gerekli kaynağın nereden sağlanacağına karar verecek ve onu toplayacak yapı kapitalist devlettir ve bu devlet hakim sınıf olan burjuva sınıfının egemenlik aracıdır. Bu değişmeden toplum, tüm toplumsal kaynakları üzerinde, burjuva sınıfın çıkarına olmayan tasarruflarda bulunamaz.

Devrimci Politik Kavramsal Zemin

Kapitalist sisteme ve burjuva sınıfın diktatörlüğüne karşı yöneltilecek eleştirilerin ve verilecek mücadelelerin ayağını basması gereken kavramsal düzlem sadece söylenecek sözleri değil, işçi sınıfının hareketini belirlediği için de çok önemlidir. Kapitalizmle mücadele ve sosyalizmin inşası hedeflerine yönelmiş tüm devrimci politik yapıların sözlerini ve eylemlerini bu kavramsal zeminden verdikleri düşünüldüğünde bu durumun önemi daha görünür olacaktır. Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu şu kriz anında, ona yönelik eleştiri ve hareketlerin omurgasını oluşturan iki kavramı örnek olması için gözden geçirelim. Devrimci politik yapıların, burjuvazinin siyasetini teşhir etmek ve eleştirmek için yoğun olarak kullandıkları ‘dayanışma’ ve ‘kamu’ kavramlarının işçi sınıfına ne derece doğru bir perspektif sunabileceğine eleştirel olarak bakalım.

Dayanışma     

Çok olumlu bir içeriği olmasına ve herkes için tartışmasızca kullanılacak bir ifade olarak görülmesine karşın, dayanışma kapitalist toplumda inşa edilemez. Kapitalizm, toplumun, kendisini toplumsallaşmış bir üretimle ürettiği ve bu toplumsal üretimin, toplumun bir parçası olan burjuva sınıfının çıkarları doğrultusunda toplumsallığından saptırıldığı sistemin adıdır. Toplumsal üretimin, burjuva sınıfsal çıkarını oluşturan mülkiyet ile çeliştiği noktadadır toplum. Kapitalist sistem toplumsal üretimle burjuva mülkiyetin çıkarlarının çatıştığı noktada durur. Toplumun, toplumsal çıkarları ile burjuva sınıfın sınıfsal çıkarları çatışma halindedir. Burjuvazinin sınıf çıkarları ile toplumun geri kalan büyük bölümünü oluşturan işçi sınıfının çıkarları uyuşmaz.

Türkçe sözlükten dayanışma neymiş diye baktığımızda gördüğümüz şudur: “Dayanışma; bir toplumu oluşturan bireylerin duygu, düşünü ve çıkar birliğiyle birbirine karşılıklı olarak bağlanmaları ve her konuda birbirine destek olmaları. Dayanışmak; duygu, düşünce, çıkar birliği içinde bulunmak.” İşçi sınıfı ile burjuvazinin çıkar birliği oluşturamayacağı üzerine söz söylemeye gerek yok sanırım.

Dayanışmanın, sadece işçi sınıfı içinde inşa edilmesinin hedeflendiği söylenebilir. Ancak bu hedefe yönelik olarak da uygun kavramsal zemin dayanışma olmasa gerektir. Yazının başında, yaşadığımız yıkımın burjuvazinin ekonomi politik bir tercihinin sonucu olduğunu ve doğaya ait, doğal hiçbir kısmının bulunmadığını belirttik. Burjuvazinin ekonomi politik tercihlerinin karşısında işçi sınıfının sınıfsal varlığı dışında bir kategoriden söz edilemez. Yani bu yaşadığımız yıkım, burjuva sınıfın, işçi sınıfına karşı bir tercihinin sonucu olarak siyasidir ve salt sınıfsaldır. İşçi sınıfının bu durum karşısındaki hareketine dayanışma değil sınıf mücadelesi dememiz ve bu perspektifte eylememiz gerekir. Tüm süreç katıksız bir sınıf mücadelesi sürecidir, doğal afet olmadığı gibi dayanışmacı ruh halleri de içeremez. Burjuvazinin sunduğu ‘Türkiye’nin dayanışması’ veya ‘toplumsal dayanışma’ kavramsal zeminini, işçi sınıfının dayanışması haline getiremezsiniz. Böyle bir kavramsal kayma bir adım sonra doğal bir afet karşısında işçilerin kader birliği ve kardeşliği haline gelecektir. Kader birliği ve kardeşlik güzel ancak nesnel zemini ifade etmeyen moral belirlenimlerdir.

Bu dayanışmacı söylemle toplanan kaynaklar daha sonra burjuvazinin ellerine teslim edilir. Burjuvazi bu kaynakların deprem dışında asla kullanılmayacağına söz verebilir ve bazen de bu sözünü tutabilir. Ancak sözünü tutsa bile bu kaynakların hangi şekilde ve kimin çıkarına hizmet edecek biçimde kullanılacağı gene burjuvazinin inisiyatifinde kalacaktır. Burjuvazinin bu inisiyatifi nasıl kullanacağını tahmin etmek en saf insan için bile gayet açıktır, çıkarları çerçevesinde olacaktır bu. Ve bu çıkarlar, dayanışmayı örmeye çalışan işçi sınıfının çıkarlarının tam karşıtıdırlar.

Devrimci politik yapıların, ‘bu zor günlerde en dayanışan benim’ yarışına girmeleri, dayanışarak kapitalist devlet dışında bir tür komünal alanlar inşa ettiklerini iddia etmeleri anlaşılır duygusallıklar olabilir ancak doğru oldukları söylenemez. İşçi sınıfı onlardan gelen her yardımı sevinçle karşılayacaktır kuşkusuz ancak işçi sınıfına sunulması gerekenin bu yardımlar olduğu konusu tartışılmaya değerdir. Sıcak bir çorba insanın içini ısıtabilir ancak tümüyle burjuvazinin ekonomi politik tercihlerinin siyasi bir sonucu olarak bedel ödemiş bir insanın içini, bu bedeli bir daha ödetmeyecek bir düzen için verilen siyasi çaba daha çok ısıtabilir.

Dayanışma kapitalist toplumda mümkün değildir. Bu kavram her kriz ortamında burjuvazinin ‘aynı gemideyiz’ söylemiyle benzer yanılgılar içerir. Burjuvazinin, sınıfının çıkarlarını sanki tüm toplumun ortak çıkarları gibi gösterip, bu çıkarlar çerçevesinde oluşturduğu gemiye herkesi sığdırdığını iddia etmesinin yanlışlığı gibi, tüm toplumu aynı dayanışma havuzunda birleştirmekte mümkün değildir. Toplumsal dayanışma ancak, sınıf farklarının ve sınıf savaşımının olmadığı toplumda söz konusu olabilir ve o toplumda da bu sürecin adı gene dayanışma kavramıyla ifade edilemez ama ayrı bir tartışma konusu olduğu için biz şimdilik dayanışma diyelim. Dolayısıyla dayanışmak için bu sınıfsız toplumu kurmuş olmanız beklenir. Kapitalist toplumda bu, isteseniz bile elbette mümkün değildir. Kapitalist devlette, toplum tüm iyi niyetiyle dayanışmayı her yükseltmek istediğinde, karşısında kapitalist devleti ve burjuvazinin farklılaşan çıkarlarını bulur. Dayanışma için söylenen tüm sözler ve inşa edilen tüm etkinlikler bir adım sonra burjuvazinin sınıf çıkarlarının kırılımına uğrayarak var olmak durumunda kalacaktır. Kapitalist devletin, oluşturulmaya çalışılan dayanışma ağlarını kırması ve dayanışma sürecini toplumun hiç arzu etmediği noktalara taşıması, iş bilmezliğinin sonucu değil, varlık nedenidir.

Dayanışma kavramı üzerinden inşa edilen söylem ve etkinliklerin devrimci politik yapıların hiç arzu etmediği noktalara ulaşması sadece zaman meselesidir. Bu kavramsal zemin o denli çürüktür ki işçi sınıfının talep ve gereklerini taşıyamaz ve yıkılması için deprem bile gerekmeyecektir.

Kamu ve Kamuculuk

Kapitalizmde, özel üretimin, toplumsal üretimin bir parçası olarak oluşması değer yasası dolayımı üzerinden olur. Bu bireysel sermayenin çıkarları ile sermayenin sınıfsal çıkarları arasında uyum olsa da bir dolayımın oluşması anlamına da gelir. Özel alan ile kamusal alan ayrımı bu noktaya yaslanır. Yani kamu alanı ve kamusal mülkiyet, kapitalist devletin bir bileşeni olarak var olmaktadır. Kamusal mülkiyet, kapitalist devletin dışında, toplumun toplam mülkiyeti anlamını taşımaz. Kamusal mülkiyet bir kapitalist mülkiyet şeklidir. Kapitalizm içinde, işçi sınıfının mal ve hizmetleri kamusal alandan, nitelikli ve ücretsiz olarak almayı talep etmeleri ilerici ve doğru bir talep olmakla birlikte bu talep, kapitalizm dışı veya kapitalizmle bağdaşmaz da değildir. Kamu alanı kapitalizmden ve burjuvazinin sınıfsal çıkarlarından ayrı bir alan kesinlikle değildir.

Deprem yıkımını veya barınmayı, kamusal zemin içine alarak çözmeyi önermek, hem kamusal alanı kapitalizm dışında görmek hem de yıkımı müteahhitlerin kural tanımaz vurgunculuğuna indirgemek ve süreci siyasi bir boyuttan adli bir boyuta taşımak anlamına gelecektir. Kapitalizmin özel mülkiyetinin karşıtı, kamu mülkiyeti değildir. Özel mülkiyetin karşıtı, üretimin planlanarak, dolayıma ihtiyaç duymadan toplumsal olarak yürütüldüğü ekonomi politik bir dönüşümü yaratmaktır. Mülkiyet bu şekilde ortadan kalkar.

Kapitalist devletin ve burjuva sınıf çıkarlarının karşısına kamucu olarak çıkmak, sosyalist ekonomi politiği bir kamulaştırma süreci olarak anlama sığlığını ifade eder. Kamulaştırma talepleri, kapitalist devleti ve burjuva sınıfının çıkarlarını temel olarak tehdit etmez. Tersine tüm kriz durumlarında, oluşan faturayı işçi sınıfına yüklemede daha rahat davranmak için burjuvazi, kamucu bir gömlek giymekten imtina etmez. Aynı burjuvazi elinin rahatladığı her durumda da kamunun verimsizliği ve niteliksizliği nedeniyle terkedilmesi gereken bir alan olduğunu ilan eder.

Denetleme süreçlerinin kamu kontrolünde olmasının sorunu çözeceği yönlü yaklaşımlar ise gene kamu alanının burjuva sınıfın çıkarlarının dışında olmadığı gerçeğini görememekten kaynaklanır. Yazının başında değindiğimiz gibi, yıkımı oluşturan şartların hepsi burjuvazinin sınıfsal çıkarları temelinde oluşturulmuş siyasal tercihlerdir. Vurguncular, suiistimalciler, rüşvetçiler, bilgisizler burjuvazinin bu siyasal tercihine uydukları için var olabilmişlerdir. Burjuva sınıfın ekonomi politik tercihleriyle uyuşmayan bir düzenbaz vurguncular tayfası da, dürüstlük timsali bir kamu alanı ve denetleme mekanizması da var olma koşullarını oluşturamaz.

Bitirirken

Burjuvazinin ekonomi politik çıkarı ve siyasi tercihlerinin daha ayrıntılı bir incelemesinde bu konuyla ilgili çok daha fazla bileşenin serimi de yapılabilir. Örneğin deprem sonrası yeniden inşa sürecini hem belirleyecek hem de yarattığı tüm olumsuzluğa rağmen aşılamayacak olan rant unsuru tartışılabilir. Burjuva mülkiyetinin sınırı içinde oluşan rant, mülkiyet ilişkileri aşılamadan çözümlenemez bir toplumsal ayak bağı olarak yeniden inşa sürecinde de belirleyici olmaya devam edecektir. Toplumsal faydayı önceleyip, rant unsurunu göz ardı eden bir burjuva sınıf, kendi temelini oluşturan mülkiyet ilişkileri içinde hareket etmiyor olacağından akıl dışıdır. Bu akıl dışılık, rant süreçlerinin kentin tüm dokusunu yaşanılmaz hale getirdiğinin, burjuva sınıf tarafından görülememesi yüzünden değildir. Tersine, burjuvazi kendisiyle beraber toplumun tüm alanlarda çürüdüğünü ve yıkıma doğru sürüklendiğini gayet açıklıkla görür. Ancak, buna karşı bir eylem içine girmesi kendi varlığını oluşturan bütün kategorileri reddetmesi ile mümkündür ki bu da kendisini yok etmesi anlamına geldiğinden, söz konusu bile edilemez.

Dolayısıyla burjuva sınıfından kendi çıkarlarına aykırı bir eylemde bulunmasını istemek hayalcilik olur. Burjuvazinin aldığı tüm kararlar akıllanmadığı, uygarlaşmadığı, bilimselleşmediği için verdiği kararlar değil, içinde bulunduğu sermaye birikiminin ve kapitalist rekabet koşullarının sonucu verilmiş siyasi kararlarıdır. Bu kararların topluma ödettirdiği bedellerden kurtulmanın yolu kaçınılmaz olarak siyasi karar verici rolünü burjuva sınıfından almaktan geçer.

Duygusal yükün en yoğun olduğu bu günlerde içinde yer alınan her çaba anlaşılabilirdir ancak doğru bir yönelime sahip olmayabilir. Devrimci politik yapıların yardım ve kurtarma faaliyetleri, kapitalist devletin ve burjuva sınıfının siyasi kararlarının sonuçlarının teşhir edilmesi, suçun ve suçlunun görünür kılınması, olay yerinde suçüstü yapılması ekseninde önemlidir. Bu günler, mahkûm edildiğimiz yıkım sürecine karşı oluşmuş olan tepkiyle, yıkımı yaratan kapitalist devleti doğru ilişkilendirme ve onun meşruiyetini sorgulama günleridir. Devrimci politik yapıların yardım ve kurtarmada aldıkları rolün muradı, suçu ve suçluyu görünür kılmanın ötesine sarktığında, daha iyi kurtarma ve yardım yapma yönünde bir motivasyona dönüşmeye başladığında, gerçek tarihsel misyonlarını kaybedeceklerdir. Kapitalist devletin ömrünü tamamladığının ispatı, devrimci politik yapıların kapitalist devletten daha iyi organize olduğunu görmemiz değildir elbette. Kapitalist devletin, kendi dışındaki yardım organizasyonlarına, bu çabaların niceliksel güçleri ve kapsamları dolayısıyla değil, devletin sınıfsal niteliğini görünür kıldıkları için karşı olduğu unutulmamalıdır.

Kapitalist devlet ise rolünü gayet doğru oynamaktadır. İşçi sınıfının enkazın dışında kalanlarının doğrudan kendisine ve meşruiyetine yönelen tepkilerinin hedefini saptırmak için manevralara başlamıştır. Devlet nerede diyenler sadece kurtarma ve yardım ekibi sormazlar. Bu soru bir adım sonra devletin bu yıkımı yaratan tercihleri neden ve kimin çıkarı için verdiği, bu tercihleri yapan devletin meşru olup olmadığı noktasına kadar ulaşabilir. Bunun bilinciyle kapitalist devlet, doğrudan kendi varlığına yönelen soruların karşısına önce müteahhitleri atmıştır. Daha tehlikeli bir el yükseltme olarak, ‘devletin kaynaklarını tüketen ve onu kendi halkına yardıma koşmaktan alıkoyan Suriyeli göçmenler’ yalanını hemen sıraya almıştır. Kapitalist devlet doğrudan kendine yönelen her tepkinin ulaşabileceği yıkıcı gücü bildiğinden, bu tepkiyi saptırmak için gerekirse burjuva partilerinden birini ya da birkaçını da feda etmekten çekinmeyecektir.

Kapitalist devlete doğrudan yönelen her tepkinin göreceği şey, burjuva sınıfın ekonomi politik çıkarları doğrultusunda verilen siyasi kararların, bu yıkımı yarattığı gerçeği olacaktır. Her tepki, bir adım sonra, siyasi erke sahip burjuvazinin çıkarlarının, toplumun genel çıkarlarına ters olduğu ve enkaz altındaki kendi yıkımının, ölümünün kapitalist devletin bilinçli siyasi tercihleri sonucu oluştuğu gerçeği ile yüzleşir. Bu gerçekleri gösteren tablonun oluşumunun hızlandırılması ve görüntüsünün berraklaştırılması devrimci politik yapıların ana misyonudur.

Deprem enkaz altında kalıp hayatını kaybedenler için bitmiştir ama enkazın üstünde kalanlar için yeni başlamıştır. Bu yeni süreçte, kendi ayağına da dolanan burjuva kapitalist devletin, yönetim aczine düşmesi ve meşruiyetinin tartışma konusu olması ihtimaldir. Burjuvazi dışında kalan sınıfların, burjuvazinin sınıfsal çıkarları için sonsuza kadar ölmek gibi bir azim taşıdığı da düşünülemeyeceğine göre, devrimci politik yapıların, bu gerçeklik içinde, onlara biçilen öznel rolü oynayıp oynayamama konusunda tarihsel olarak sınanacaklarını söyleyebiliriz. Bunca yıkımın ve ölümün içinde acımızı dindiren tesellilere değil, yıkım ve ölümün siyasi kararlarını veren kapitalist devlet ve burjuva sınıfla girilecek bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var. Bunca yıkımın ve ölümün ortasında mı? Evet, çünkü: “İnsanların hayattan daha fazla istediği şeyler vardır, ölümden daha fazla nefret ettiği şeyler de…”[1]

[email protected]


[1] Mensiyüs


Fotoğraf: Diyarbakır’da yıkılan Galeria AVM’nin enkazı, Mahmut Bozarslan (Voice of America)


 

Bu içeriği paylaş: