Ceset birikimi ile sermaye birikimi kusursuz bir senkronla, ölümcül bir ahenkle ilerliyor. Yaşayanlar çadır, ölenler kefen bulamıyor. İnsanlar enkaz altındayken hafriyat çalışması başlıyor. İçecek temiz su, yıkanmaya banyo, sıçmaya tuvalet bulunamazken inşaat şirketleri ile sözleşmeler imzalanıyor.
KANSU YILDIRIM
Yaşlı bir depremzede “Ceset torbası vermediler, altısını da inekleri yemlediğim torbaya koydum” diyordu. Televizyon kanallarında milyar dolarlık hayırseverlik şovları sergilenirken insanlar çadır diye bağırıyordu. Türkiye realitesinin en özgün niteliği tam da bu iki olayı kesiştiren kuvvet vektörü haline gelen “birikim”. Ceset birikimi ile sermaye birikimi kusursuz bir senkronla, ölümcül bir ahenkle ilerliyor. Yaşayanlar çadır, ölenler kefen bulamıyor. İnsanlar enkaz altındayken hafriyat çalışması başlıyor. İçecek temiz su, yıkanmaya banyo, sıçmaya tuvalet bulunamazken inşaat şirketleri ile sözleşmeler imzalanıyor. Depremin kritik saatlerinde gösterilmeyen koordinasyon ve seferberlik, ilerleyen günlerde Kuran kursu açılacağında ya da devletlûler sahayı teftiş edeceğinde kendisini gösteriyor.
Bu soğukkanlılık karşısında herkes “kötülük”ten dem vuruyor. Haklı ama eksik. Siyaseti etiğin kavramları ile değil, bizzat siyaseti biçimlendiren iktisadi altyapının kavramlarıyla düşünmemiz gerekiyor. İlleri inşaat imparatorlukları arasında bölüştüren, hayırseverlik şovları ile patron sınıfının meşruiyetini perçinleyen plütokrasiyi empoze eden motivasyon, para. O kadar kuvvetli ki bu motivasyon, ailesini, sevdiğini, evini, varını yoğunu, geçmişini ve geleceğini kaybeden insanlara “adi” “namussuz” dedirtebiliyor.
Biraz geriye sardığımızda tıpkı Soma’da yerdeki madenciye atılan o tekmede olduğu gibi, burada da insanlara hakaret edebilmeyi mümkün kılan siyasi pozisyonu üretim ilişkilerinin karakteri, toplumun işçileşmesi, ucuz işgücüne dönüşmesi belirliyor. Erdoğan Kapital’in ilk cildinde anlatılan “kişilikleşmiş sermaye” tanımıyla özdeş bir siyasi figür. Ülkeyi bir şirket, devleti bir fabrika gibi yönettiğinden ötürü içinde yaşayanları “işçi” olarak görüyor: beğenmezse çalışmasın, işten çıkarır, haklarını vermez, ölürse yenisini bulur, şükretsin… Sermaye rejiminin baş temsilcisi ve aynı zamanda bir bileşeni olduğundan ise işçilere “ne olduğu” değil, üretim araçlarına, sabit sermayeye, özkaynaklara “ne olduğu” sorusu onun ve diğerlerinin gündemi.
14. Louis ona atfedilen “Devlet, benim!” (l’État c’est moi) sözünü dememiş olabilir, ancak Erdoğan, devleti, kamu otoritesini, bunların etrafındaki ideolojik veya klientalist şebekeleri büyük bir hane / hanedanlık gibi görüyor, kurguluyor, dizayn ediyor. Bunun sonucunda da kendisini hanedanlığın lideri / hanenin babası olarak bir mertebeye yerleştiriyor. Bu mülkiyet ilişkisinin tetiklediği siyasal psikolojiyi Lacan’ın Babanın-Adı (nom-du-père) kavramsallaştırmasıyla düşünebiliriz. Baba “hayır!” diyerek yasa düzeninin kurucusu/koruyucusudur. Acının da kederin de sevincin de derecesine o karar verir. Bu hanede ise (siyasal) şiddetten başka bir şey yok. Elbette bu simgesel otorite özel mülkiyet ve sınıf ilişkilerince belirleniyor. Kendisinin de ait olduğu sermaye düzeneğinde hakim olan değersizleşme; daha doğrusu mübadele değeri olduğu müddetçe bir “değer” söz konusu. Hobbes ise Leviathan’da “insanın değeri, fiyatıdır” demişti, bize biçilen onlar için ürettikçe ve tükettikçe hesap defterlerinde yer alacak ve üzerine düşünecekleri yaşamlarımızın fiyatı.