Bugün, yani derin bir adalet krizinin tam ortasında, siyasal bir ortaklık olarak cumhuriyeti düşünebilmek sınıfsal eşitliği mevzubahis etmeyi kaçınılmaz kılıyor ve kimileri kavramı tam da bu nedenle, olası en dar anlamıyla sınırlandırabilmek için ‘hatırlıyor’.


DUYGU TÜRK

Sadeleştirerek düşünmeyi deneyelim: Siyaset, daima bir ‘ortaklık’ meselesidir. Siyasal soru(n)lar da aslında basit bir kök sorunun etrafında şekillenir: Birlikte yaşıyoruz fakat nasıl? Yani ortaklığımızı hangi ilke, hangi koşul etrafında organize ediyoruz? Bugün hala kullandığımız siyasal terminolojinin en temel kavramları tarihsel olarak bu sorunun güncellendiği –daha doğrusu güncellenmek zorunda kalındığı– derin adalet krizlerine yanıt olarak üretilmişlerdir ve bu anlamda siyasetin tarihi de bir nevi icatlar tarihidir. Siyaset üzerine düşünürken bu icatçı yanıtları tekrar tekrar gözden geçirmek gerekir, tıpkı bir sözlüğe başvurur gibi.

 

Kavramları gözden geçirmeyi zorunlu kılan güncel bir problemimiz de var. Yakın tarihli bir siyaset felsefesi derlemesine şu kaydı düşerek başlamış yazarlar; halk sözcüğünün özgürlükçü geleneğe içkin bir mefhum olduğunu hatırlamamız gerekiyor, zira sözcük tıpkı cumhuriyet ve sekülarizmin başına geldiği gibi hızla şeylerin düzenini olduğu gibi sürdürmenin hanesinde işlevselleştiriliyor…[1] Bu söyleneni, yani aslında sözcükler ve kavramlar üzerinde daimi bir mücadelenin yaşandığını zaten biliyoruz –demokrasinin başına gelenler malum. Fakat yazarların vurgusu es geçtiğimizi zannettiğim bir meselenin altını çiziyor: Siyasal kavramlar, tam da adalet krizlerine birer yanıt olmanın getirdiği radikalliklerinden soyulduklarında, sadece içi boşalmış biçimde kendi karikatürlerine dönüşmekle kalmıyorlar; aynı zamanda değişim arzusunu soğuran bir karşı işlev de ediniyorlar. Birlikte düşünmeye engel olacak, fikirsel ortaklığı baltalayacak biçimde yarattıkları bulamaç da cabası. Bugün bir büyük sermaye temsilcisinin cumhuriyet adına sosyal bilim ödülü koymasını da buna borçlu değil miyiz –cumhuriyet hakkında kafamız karışık, tarihsel düşünmek için fazlasıyla güncelin içinde boğulmuş vaziyetteyiz ve her nedense kavramı pek de kavrayamadan terk etmeye yatkınız. Oysa bana kalırsa görmemiz gereken basitçe şu: Bugün, yani derin bir adalet krizinin tam ortasında, siyasal bir ortaklık olarak cumhuriyeti düşünebilmek sınıfsal eşitliği mevzubahis etmeyi kaçınılmaz kılıyor ve kimileri kavramı tam da bu nedenle, olası en dar anlamıyla sınırlandırabilmek için ‘hatırlıyor’.

 

Cumhuriyet kavramının atası, bir Roma icadına, res publica sözcüğüne dayanır. Çoklu bir icat dönemidir aslında bu; Atina demokrasisinin de tarih ve felsefenin de başlangıcı hemen hemen aynı döneme denk düşer. Atina’daki devrim en temelde, siyasal birlikteliği doğal aidiyetlerden sıyırarak yapay bir ortaklık olarak yeniden kurma edimiyle şekillenmiştir –yurttaş, bu yapay ortaklığın bileşenidir. Demos –yani ne soylu ne de mülk sahibi olanların oluşturduğu sınıf– bu yolla birlikteliğin bütün’üyle –yani halk ile kendisini özdeşleştirir. Bu olgu bize devrimci bir kırılma yaratan özneye dair sanırım çok şey söyler: parça-bütün diyalektiği. Elbette demos’un erki anlamına gelen demokrasi pratiğinin de kök anlamını verir: Borç köleliği kaldırılmıştır, karar alma oturumları yevmiye ile ücretlendirilmiştir ki çalışanlar dâhil olabilsin, ortaklığın işleri profesyonelleşmeyi önleyecek biçimde rotasyona ve denetime tabi tutulmuştur vb. Fakat aynı olgular radikal bir eleştiri olarak siyaset felsefesini de doğurur. Kuşkusuz filozoflar eşitliğe inanmazlar, fakat argümanları kolayca yabana atılır cinsten de değildir. Atina demokrasisinde görüp eleştirdikleri olgu bir halk egemenliği değildir örneğin, ilkesiz kalmış bir savrulma halidir –bugün olsa muhtemelen popülizm denirdi. Demos, yani eşitlik ve özgürlük ile ilişkilendirilegelmiş bu sınıf/halk, süreç içerisinde kendi ilkesinden kopmuş, belagati de kendi gibi zengin liderlerin coşturucu söylevleriyle eyler olmuştur. Eşitlik, bir anlamda yoz bir forma, yani doğru ile yanlış arasında karar vermeye dayanak olacak her tür ölçütün kaybına dönüşmüştür –yine bugün olsa, herhalde post-truth diye tercüme edilirdi. Atina demos’u kendi içinde ‘politik dost’lar olmaktan çıkıp birbiriyle mücadeleyi kazanç kapısına dönüştüren bir ihtilaf içine düşmüştür. Çok özet biçimde söylemeyi denersek: Atina demokrasisi bize özne’yi söyler, ne var ki bu öznenin ilke-siz kaldığında düşeceği yozluğa, ortaklığı çözücü rekabetçiliğine de sahne olmuştur.

 

Filozofların aradığı “ilke” denilebilir ki Roma res publica‘sında cisimleşir –ne var ki bu ilke eşitlik değil, bir sınıfsal denge mekanizmasının yarattığı özgürleştirici ortaklığı korumaktır. Romalı soylular, kralı kovup yeni durumun adını “kamusal şey, ortaklık” olarak koyarlar, fakat res publica aslında demos‘un Roma’daki karşılığı olan pleb‘lerin sahneye çıkışıyla şekillenir. Ortaklığın paysız bileşenleri olmaya karşı isyan, uzun bir süreçte halk ile mülk sahibi soylular arasında, bir sınıfın diğerine hükümran olmasını bloke edici temsil mekanizmalarını üretir ve yasayla da güvenceler. Romalılar için özgürlük budur –dışarıda veya içeride keyfi irade gösterecek kişi ya da sınıflara karşı, hukukla, ama ondan önce, hukukun da dayanağı olarak sınıfsal güç dengesiyle– güvencelenmiş bir özgürlük. Yani Roma’nın da öğrettiği, sınıfsal eşitsizlikle karakterize bir siyasal birliktelikte ‘ortak çıkar’ denilenin gerçekte bir ve aynı çıkar üzerinde uzlaşmak değil, sınıfsal çıkarlar arası mutlak bir üstünlüğü imkansızlaştıracak dengeyi tutturmak anlamına geldiğidir. Machiavelli buna “çatışmalı denge” der –bu çatışmalı birlikteliğin, içerideki köle nüfusunu sürekli besleyen bir yayılmacılığın üzerinde yükseldiğinin kuşkusuz farkındadır.

 

Sınıf/halkı esaslı bir siyasal özne olmaktan çıkaran ve yerine yalıtık bireyleri koyan kuramsal yaklaşımların 17. yüzyıl gibi yakın bir tarihe denk düşmesi, yani modern devletle de kapitalistleşmeyle de yaşıt olması son derece öğreticidir. Yetkin icat Hobbes’un leviathan‘ıdır: Adalet krizi, adaleti bir soru olmaktan halkı da siyasal bir özne olmaktan çıkarmakla ‘çözülür’. Elbette itirazlar da hemen ardından gelir –Spinoza’nın yanıtı demokrasiyi bu kez evrensel insan birliği anlamında günceller. Ne var ki ayrıntılandırılmamış bir yanıttır bu. Ayrıntılandırılmış ve kurucu iktidarı düşünmenin tüm risklerini de üstlenmiş yanıt, 18. yüzyılın ortalarında formüle edilir ve bu yolla res publica da Rousseau’nun eşitler ve özgürlerin birlikteliği olarak tanımladığı çağdaş cumhuriyet kuramında güncellenir. Her iki itirazın da içeriğini, modern devletin topluluğun ‘üzerinde’ sahip olduğu teolojiden mülhem egemenlik nosyonuna karşı içkinlikçi bir müdahalede bulunmaya borçlu olduğunu söylemek gerekir. Yani yanıt, özneyi ve ilkeyi bir araya getiren halk egemenliği mefhumunda cisimleşir –bugün yaşadığımız derin adalet krizi içerisinde, kendisine olabilecek en uzak mesafede bulunduğumuz halk egemenliği mefhumunda. Rousseau burjuva toplumunun bir ortaklık olmadığını öfkeyle ilan eder; bu toplum köleleştiricidir ve özgürlüğün kaybının kökeninde eşitsiz bir birlikteliğe ‘kandırılmış’ olmamız yatar. Dolayısıyla çağdaş cumhuriyet fikri, eşitlik ve özgürlüğün ayrıştırılamazlığı ilkesine dayanır. Mülkiyet eşitsizliklerine, ancak siyasal sonuç yaratamayacak oranda talileşiyorsa cevaz verilir -zira Rousseau, henüz ekonomi ile siyasal alanın kapitalist ayrışmasının keskinleşmediği bir dönemin düşünürüdür. Dolayısıyla siyasal alan hala esas belirleyendir ki aslında bu, çoktan kapitalistleşmiş bir yapıyı dönüştürmeye aday bir pozisyonun da ‘olması gereken’idir aynı zamanda.

 

Öyleyse cumhuriyetçi pozisyonu liberal argümandan ayıran şey politik varoluşumuzdan vazgeçemeyeceğimiz vurgusu kadar, mülkiyet eşitsizliklerine müdahale etmenin siyasal eşitliğin zorunlu koşulu olduğu kabulüdür. Kuşkusuz cumhuriyeti Roma’nın kralını kovma anından esinle tek adam rejimlerine karşıtlık olarak anlamlandırıp dar anlamıyla sahiplenenler de vardır –fakat bu, Fransız Devrimi hiç olmamış gibi davranmaktan farksızdır. Zira eşitlikçi-özgürlükçü iddia, Devrimin liberal ve sınırlı bir girişimden radikalleşerek bir cumhuriyet kurmaya evrilmesiyle birlikte, bir gelenek de yaratır. Tüm 19. yüzyıl boyu siyasal taraflar, kendilerini devrimle özdeşleştiren cumhuriyetçiler ile karşı-devrimci restorasyoncular olarak ayrışır; ilkeler ve özneler de giderek belirginleşir. Önce Paris Komünü’nün “evrensel cumhuriyet”ine ve ardından Ekim Devrimi’ne gelindiğinde tablo nettir: Ortaklığın adalet krizine yanıt ancak, kendisini halkın tamamıyla özdeşleştirebilen bir sınıf tarafından üretilebilir ve siyasal formunu cumhuriyette bulur. Yeniden bir parça-bütün diyalektiği.

 

Evrenselin kaybını, kamu’nun çözülüşünü bir de buradan düşünelim: Bir tür olarak insanlığa eşitlik, özgürlük, kardeşlik vaadinin tekil bir siyasal birlik ölçeğindeki karşılığı, eşitlerin ve özgürlerin siyasal ortaklığıdır. Kavramları çaldırmamak gerekir; bugün cumhuriyeti telaffuz etmek ancak sınıfsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya dönük bir siyasal programdan da söz ediyorsak mümkündür. Bu eksenden uzaklaşıldığı ölçüde elimizde kalan sadece bir karikatürdür.

 

[1] What is a People?, Columbia University Press, 2016: vii.


Fotoğraf: “Çaycı Çocuk” by Tinou Bao (CC BY 2.0.)


 

Bu içeriği paylaş: