Her iş cinayetinden sonra “geçmiş olsun” yarışına girip millete başsağlığı dileyenlerin gözden kaçırdığı ya da kaçırılmasını istedikleri gerçekse şu: Türkiye’de iş cinayetleri istisnai değildir. Sistematiktir. Her yıl ortalama iki bin işçi ölmektedir.
ARİF KOŞAR
Amasra Taşkömürü İşletme Müessesesi’nde 41 işçinin yaşamını yitirdiği grizu patlamasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan şunları söylemişti:
“Bizim mevcut bu tür ocaklarımızın içerisinde Amasra Kömür işletmeleri bizim şu anda en ileri imkânlara sahip olan ocak olmasına rağmen… Tabii birileri bununla dalgasını geçebilir ama önemli değil. Bizim kader planına inanmış insanlarız, kader planına inandığımız için de bunun ne dünü ne bugünü ne de yarını hiçbir zaman olmayacaktır. Bunlar her zaman olacaktır, bunu da bilmemiz lazım.”[1]
Cümleler arasında bağlantı kurmak biraz zor olsa da konuşmada iki açık dezenformasyon dikkat çekiyor.
DEZENFORMASYON 1: ‘EN İLERİ İMKÂNLAR’
Amasra maden ocağında “en ileri” teknik “imkânlar” kullanılmamıştır.
Kömür madenlerindeki en temel risk metan gazıdır. Havada metan oranının yükselmesi ile boğulma ya da patlama riski (grizu patlaması) ortaya çıkar. Amasra’da olduğu gibi…
Kömürün içindeki metan gazının tahliyesi için drenaj sistemleri vardır. Birçok ülkede kullanılmaktadır. Amasra’da ise kullanılmamıştır. Maden Mühendisleri Odası (MMO) patlama sonrasında, kömür havzaları için “metan drenajının her türlü ekonomik kaygıdan uzak bir şekilde dünya örneklerinde olduğu gibi yapılması, bölgenin olabildiğince metansızlaştırılması”[2] gerektiği vurgusunu yapmak zorunda kalmıştır.
DEZENFORMASYON 2: ‘KADER PLANI’
Madenlerde metan yoğunluğunu ölçen sensörler vardır. Yoğunluk %1’e ulaştığında (riskli seviye olan %5’in %20’si) sesli ve ışıklı uyarı ile alarm verilir. MMO’nun belirttiği gibi “Metan sensörünün kritik seviyede uyarı verip vermediği, verdiyse ne çeşit önlemler alındığı, uyarı vermediyse nedenlerinin incelenmesi gerekmektedir.”[3]
Grizu patlamalarının neredeyse rutin halde yaşandığı bir ülkede, metan gazını ölçen sistemin sağlıklı bir biçimde çalışmamasının, eğer çalışıyorsa da gerekli önlemlerin alınmamasının mantıklı hiçbir açıklaması olamaz.
Hem de 2019 yılındaki Sayıştay raporunda grizu tehlikesinin arttığı üstüne basa basa belirtilmişken…
2022 yılında, madenlerde bilimin öngöremeyeceği şey patlama tehlikesi ya da gerekli tedbirler değil, olsa olsa önlem alınmadığında patlamanın hangi gün ve saatte gerçekleşeceğidir.
Söz konusu olan kader değil bir takım ihmaller dizisinin sonucunda göz göre göre işçilerin ölüme sürüklenmesidir.
Bu bir tercihtir.
Ucuz üretim ve daha fazla kâr için kulağının üstüne yatmak, riski göz ardı etmek, cinayeti kadere bağlamaktır.
İŞ CİNAYETLERİ SİSTEMATİKTİR
Her iş cinayetinden sonra “geçmiş olsun” yarışına girip millete başsağlığı dileyenlerin gözden kaçırdığı ya da kaçırılmasını istedikleri gerçekse şu: Türkiye’de iş cinayetleri istisnai değildir. Sistematiktir. Her yıl ortalama iki bin işçi ölmektedir.[4]
Üç kuruş için çalışırken bunca işçinin yaşamını kaybetmesi genelde kapitalist kâr baskısıyla, özel olarak da Türkiye’deki vahşi kapitalist çalışma düzeniyle ilgilidir.
Türkiye’deki çalışma rejimini şekillendiren birbiriyle bağlantılı ve iç içe geçen iki temel unsurdan bahsedilebilir. İlki, 1980’den bugüne emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldıran, onları güvencesizliğe ve ağır sömürüye mahkûm eden neoliberal politikaların egemen olmasıdır. İkincisi, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisi ile ilişkilenme biçimi, başka bir deyişle ucuz işçilik ve düşük maliyetli üretime/ihracata dayalı ekonomik yapılanmadır.
Bu ikilinin emekçiler açısından sonuçları ağır. Sistemin işleyebilmesi (ekonominin büyüyebilmesi) için ücretler düşük olmalı, sendikalılık zayıf kalmalı, çalışma süresi uzun olmalı, iş yoğunluğu artmalı, işçi sağlığı önlemleri gibi maliyetler göz ardı edilmelidir. Bu nedenle Türkiye’de ücretlerin açlık sınırının altında olması, sendikalılık oranının %10’un altında tutulması, Avrupa’nın en uzun çalışma süresinin Türkiye’de olması, iş yoğunluğunun olağanüstü artması ve dünyada iş cinayetlerinde en üst sıralarda yer bulunması rastlantı değildir.
İş cinayetlerini liyakatsizlik, beceriksizlik ya da ihmalle açıklamak sorunun sadece bir yönüne ışık tutabilir. Buraya dikkat çekmek zorunlu. Ancak iş cinayetlerini daimi kılan ekonomik mekanizmayı da değiştirmek gerekli. İş cinayetleri AKP ile başlamadı. AKP ile hız kazandı. Türkiye’de yoksulluğun, sömürünün ve iş cinayetlerinin bu düzeyde yaygın olması sadece yönetimsel bir hata ya da ihmalle ilgili değildir. Sistematiktir ve çözümü de alternatif bir politik hattı gerektirmektedir.
‘ALMANYA’DA NİYE İŞÇİ ÖLMÜYOR?’
İş cinayetlerinin sistematik olduğuna, neoliberal politikalarla katmerlendiğine dair bir tespite verilen ilk karşılık şudur: “Almanya’da da neoliberal politikalar egemen ama orada işçiler ölmüyor.”
Bir ölçüde haklı bir karşı çıkış…
Ancak sorun şu ki, Almanya (ve diğer emperyalist ülkeler) teknoloji üretimi ve yüksek teknolojili ürün ihracatına yoğunlaşıp kol işçiliğine dayalı, ağır ve tehlikeli sektörleri -ve bu sektörlerdeki iş cinayetlerini- Türkiye gibi bağımlı ülkelere “ihraç” etmiş durumda. Dünya ekonomisinin bu işleyişi ve mevcut güç dengeleri bağımlı ülkeler için düşük maliyet rekabetini dayatırken, emperyalist ülkelere tekelci kârlar sağlıyor.
İkincisi, Almanya başta olmak üzere emperyalist ülkelerin büyük bir kısmında geçmişte işçi hareketi ve sendikaların baskısıyla önemli kazanımlar elde edildi. İşçi sağlığı önlemleri kurumsallaştı. Neoliberal yıkımla birlikte gevşeme emareleri göstermiş olsa da bunlar hâlâ etkili.
Üçüncüsü, dünyanın bağımlı coğrafyalarından elde ettikleri devasa kârlar sayesinde emperyalist ülkeler, yüksek maliyetli işçi sağlığı önlemlerini alma konusunda daha rahatlar. Zorda kaldıklarında, bağımlı ülkelerden elde ettikleri tekel kârının bir kısmını buraya ayırma konusunda “cömert” olabilirler.
Bütün bunlar Almanya ve diğer emperyalist ülkelerde “her şey çok güzel” anlamına da gelmiyor. Yoksulluk, gelir dağılımı adaletsizliği, meslek hastalıkları, hayatın kapitalist iş tarafından işgal edilmesi, iş kaynaklı stres ve bilişsel rahatsızlıklar hızla yaygınlaşıyor.[5]
Çünkü, bağlam bir ölçüde farklı olsa da, sermaye mantığı hükmünü sürmeye devam ediyor:
“Kapitalist üretim tarzı (…) emekçinin yaşam ve sağlığını bol keseden harcamayı, onun yaşam koşullarını düşürmeyi, değişmeyen sermayenin kullanımında bir tasarruf ve böylece kâr oranını yükseltmede bir araç sayacak kadar işi ileri götürür.”[6]
ACİL ÖNLEMLER
Sorunun sistematik olması kimi önlemlerin aciliyetle hayata geçirilmesi ve sorumluların cezalandırılması gereğini ortadan kaldırmıyor. Aksine alternatif bir politik çerçeve tam da bunlarla işe başlamalı. Buradan işe başlamalı ki, hiçbir yönetici sırtını hükümete dayayıp işçileri göz göre göre ölüme gönderemesin. Bunu yaptığında kendi hayatının kayacağını, başına büyük “belalar” açılacağını bilsin.
Alınması gereken acil önlemler açık. Grizu patlamalarını önlemek için kömür havzalarında, maliyet değil insan canı göz önünde bulundurularak metan drenajı yapılmalı, bölge metansızlaştırılmalıdır. Daha fazla üretim için işçileri hayatlarını tehlikeye atacak baskılar suç olarak tanımlanmalı, gerekli tüm güvenlik önlemleri alınmadan hiçbir işçi çalışmaya zorlanmamalıdır.
“Çok iyi ama uygulanmıyor” denilen 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu işçilerin canını, sağlığını korumaktan uzak. Madenler, kendilerini denetleyecek iş güvenlik uzmanının maaşını kendisi verdiği ya da denetimi “hizmet” biçiminde şirketlerden satın aldığı sürece işçi sağlığı güvende olmayacaktır. Yasa değiştirilmelidir. Maaşını patrondan almayan, içinde uzman teknik elemanlar ve işçilerin yer aldığı bağımsız denetim mekanizması kurulmalı ve işletilmelidir. Bu olmadığı sürece denetimler, üst düzey yönetici ile denetçilerin çay-kahve muhabbetinin ötesine geçmeyecektir.
Sadece birkaç önlemin alınması bile iş cinayetlerinin sayısında önemli bir azalma sağlayacaktır.
Bitecek mi?
İş cinayetlerini daimi kılan mekanizmayı değiştirmeden çok zor. Çünkü, kapitalist piyasa ve kâr hırsını tek başına denetim dizginleyemez. İşçi sağlığı önlemleri ne kadar azsa, ücretler ne kadar düşükse, iş ne kadar hızlı yapılıyorsa o kadar çok kâr elde ediliyor, ülke ekonomisinin “rekabet gücü” artıyor, ekonomi o ölçüde “büyüyor”. Dolayısıyla denetimi, halk için işleyecek bir ekonomik modelle birleştirmek tek gerçekçi ve sağlıklı çözümdür.
Acilen sorulması gereken soru ise şudur: Kim büyüyor, kim ölüyor?
DİPNOTLAR
[1] Cumhuriyet (2022) “Yine ‘kader’e bağladı: Erdoğan’a göre Bartın’daki maden ‘en ileri imkanlara sahip’”, https://www.diken.com.tr/en-iyisi-buysa-erdogana-gore-patlama-yasanan-maden-turkiyedeki-en-iyi-imkanlara-sahipmis/
[2] TMMOB Maden Mühendisleri Odası (2022) “Amasra Taşkömürü İşletmesi Müessesinde Yaşanan Faciaya Dair Basın Açıklaması”, https://www.maden.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=13480&tipi=&sube=0
[3] TMMOB Maden Mühendisleri Odası, “Amasra Taşkömürü İşletmesi Müessesinde Yaşanan Faciaya Dair Basın Açıklaması”.
[4] İSİG Meclisi verileri için bkz. http://isigmeclisi.org/
[5] Roesler, U; F. Jacobi, R. Rau (2006) “Work and mental disorders in a German national representative sample”, Work and Stress, 20(3): 234-244.
[6] Marx, K. (2003) Kapital: Üçüncü Cilt, çev. A. Bilgi, 4. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, s. 81.
Fotoğraf: Amasra’da kurtarma çalışmaları, Ekim 2022, Anadolu Ajansı