Önümüzdeki seçimler, temsili demokrasinin restorasyon projesiyle faşizmin sınırlarındaki rejim arasında geçecek, bu açıdan bir prosedürün ötesinde bir anlama sahip. Fakat seçimin belirleyeni, demokratik öznenin katılımı, kendi adına konuşması, demokrasinin içerik kazanma mücadelesinin varlığı/yokluğu olacak.
DİNÇER DEMİRKENT
Seçim ne işe yarar sorusunu sorup birkaç ortalama siyaset bilimi kitabı karıştırdığımızda, kavramın katılımla ilişkili olduğu fikrine kapılırız. Seçmen belli aralıklarla sandığa gider ve temsilcilerini seçer, temsilciler onlar adına kamusal varlıkları yönetir, temsil edilenler adına ve çoğu zaman onlar hakkında karar verir. Demokratik yönetimin mümkün yegane biçimi olarak sunulan temsili demokrasinin ilkesi bu nedenle seçimdir. Seçim ilkesinin eleştirmenleri, saf temsil ilkesine dayanan bu usulü, yani temsilcinin temsil edilenden tamamen bağımsız olarak onun adına karar verici konuma gelmesini bugüne kadar birçok yönden ele aldılar. Yönetenlerin yönetmesinin gerekçelendirmesi için demokratik olmaktan ziyade törensel bir form olmaktan, ezilenlerin belli aralıklarla kendilerini ezecek olanları seçtiğine; siyasal elit yaratma mekanizmasından bir atama usulü olduğuna kadar birçok eleştiride demokratik katılımın seçimlerle sağlanamayacağı dile getirildi. Temsili rejimler demokrasi korkusunun ürünüydü, demokrasinin öznesini denklemin dışında tutabilmek için geliştirildiler. Halkı uzakta tutacak yönetebilir çoğunluklar yaratan seçim sistemleri ve prosedürleri geliştirdiler. Buna karşı genel oy mücadelesinin, yani seçimlere katılabilme mücadelesinin erkek işçi sınıfından, kadınlara ve ırksal farklılıklara genişlemesinin su götürmez biçimde demokratik bir mücadelenin sonucu olduğu gerçeğini görmezden gelmek mümkün değildir. Saf temsilin demokrat eleştirmenlerce demokrasi dışı niteliklerinin vurgulanması ile genel oy hakkı mücadeleleri olgusunun demokratik niteliği arasında bir çelişme var mı? Genel oy sorununun ortadan kalkmış olduğu günümüzde bu soru bir anlam taşır mı?
Bu sorunun temsili demokrasinin saygınlığının giderek azaldığı, karşısına alternatif olarak diktatörlüklerin çıktığı bir dönemde yeniden anlam kazandığını hatta giderek daha da önemli hale geldiğini düşünüyorum. Temsili demokrasilerin “demokrasi”nin sınıf içeriğini ortadan kaldırdığı, diktatörlüğe meyyal rejimlerin de bunu araçsallaştırdığı bir dönemde seçimlerin geri dönüşünün anlamını geçen Kasım’da ABD’de Trump karşıtı kampanyada gördük. Önümüzdeki ay Macaristan’da gerçekleşecek seçimlerde muhalefetin birleşmesinin bir değişiklik yaratacağı beklentisi artıyor. Türkiye’de de benzer bir durum var. Son yerel seçimlerde rejim ittifakının güç kaybettiğinin ortaya çıkmasıyla rejimin seçimle değiştirilebileceği bir restorasyon dönemi beklentisi tüm toplumda arttı. Fakat seçimlerin yarattığı tüm bu beklentilere rağmen seçim, muhalefetçe hala bir katılım aracına dönüştürülebilmiş, politize edilmiş değil. Yurttaşlar seçimlere hala kendi fikirlerinin, ihtiyaçlarının ve taleplerinin karşılanacağı bir katılım aracı olarak değil, “onun değil, bunun yönetmesi”nin aracı olarak bakıyor. Seçimler çevresinde oluşan bütün piyasa, kamu oyu anketleri, sermaye sınıfları arasındaki rekabette beklentilerin yeniden şekillenmesi, bürokrasinin reorganizasyonuna dönük beklentilerin yarattığı ön almalarda mesele “demokrasi” değil, kimin yöneteceği sorunu.
Bunun böyle olması, temsili demokrasilerin demokrasisizleşmiş karakterinden kaynaklanıyor. Denklemde demokrasinin öznesi yok, diktatörlere karşı kurumlar ve hakların mücadelesi olarak sunulan şey ise aslında siyasal elitler arasında ve sermaye fraksiyonları arasındaki mücadelenin yansıması. Türkiye’de oluşan ittifaklar sistemi de bu yansımanın yansıması olarak önümüze geldi. 6 muhalif partinin liberal demokrasiyi restore etmesi, kurumları geri getirmesi ve hakları güvenceye alma vaadi (ki bunu muhalefet ittifakının savunduğundan daha güçlü savunacak kadar ciddiye almalıyız) karşısında yerli – milli, güçlü Türkiye ve beka vaadi. Seçimin sorusu bu: hangi siyasal elitler yönetecek?
Bugün bu soru iki açıdan önem taşıyor. Birincisi, temsili demokrasinin “demokratik” kazanımlarını geri getirme vaadini, faşizmin eşiğindeki bir diktatörlüğe karşı savunmanın bir aracı olarak seçimler benzer bütün rejimlerde ortak bir anlam kazanmaya başladı. Bu bağlamda elit belirleme ya da yaratma prosedüründen farklı bir politik anlama kendiliğinden sahip oldu.
İkincisi, temsili demokrasilerin demokrasisizleştirilmesine karşı demokrasinin öznelerinin vereceği yanıtlar açısından da seçimler eskiden olduğundan çok daha fazla anlam taşıyor. Seçimlerin, demokratik taleplerin örgütleneceği ve hayata geçirileceği bizatihi politik bir sürece dönüştürülmesi olanağı, gerilmiş görünen iki kutbun bağını keserek onları savurma gücü kazanma potansiyeli taşıyan demokratik hareketler için önemli. Türkiye’de aşırı sağ ve merkez sağ/liberal ittifakların dışında oluşan demokratik/sosyalist kümelenmenin bunun farkında olduğu görülüyor.
Seçim Kanunlarında Değişiklik
Seçimlerin bir prosedür niteliğinin ötesinde anlam kazandığı bir dönemde, özellikle muhalefet açısından en büyük tehlike seçime hala bir prosedür gibi yaklaşmak. İlk seçimde gidecekler yaklaşımına karşı gelişen haklı eleştirinin temelinde de bu var. Seçim demokratikleştirilmezse ve demokrasiyi savunabilecek, kendi adına konuşacak gerçek özne olan halk sürecin sahibi kılınacak biçimde güçlendirilmezse, prosedür sonuç getirmeyecek. Bunun hem dünyada hem de Türkiye’deki örneklerini gördük. 2017 halkoylamasında kanuna aykırı olarak mühürsüz oyların geçerli sayılması, Trump’ın ABD’de yargıçları ayarlama girişimleri, Orban’ın seçim usulünü kendi iktidarını güçlendirecek biçimde düzenlemesi birbirine benzeyen öğrenen örnekler.
Seçim kaybetmeye yaklaşan iktidar partilerinin seçim kanunlarında kendi lehlerinde değişiklik yapmaları çok partili siyasetimize uzak olan bir şey değil. AKP’nin TBMM’ye sunduğu teklif üzerine genel yorumlar da böyle. Bu konuya daha dikkatli yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü burada asıl olan seçim prosedürünün adil ve güvenceli gerçekleşebilmesi getirilen uzlaşılmış kurallar konusu. Şöyle açıklayayım. Değişiklik teklifine bakıldığında en az dört amaç ilk elde kendini hemen gösteriyor. En önemli görüleni, AKP’nin daha fazla milletvekili çıkarabilmesini sağlamak üzere getirilen, artık oyların ittifaktan bağımsız, eskiden olduğu gibi d’Hont sistemine göre sayılarak partilerin kazandığı milletvekili sayısının belirlenmesi usulü. İkincisi, zaten HDP’nin yüzde 10 barajını aşmasının ardından ve ittifak usulünün girişiyle Türkiye’de 12 Eylül rejiminin istediği çoğunlukları yaratmak için tasarladığı yüzde 10 barajının, 7’ye düşürülmesi. Üçüncüsü partili cumhurbaşkanına propaganda yasağının getirilmemesi -ki varken de buna uymuyordu. Dördüncüsü de seçime girme yeterliliğini sağlama koşulu olan TBMM’de grup sahibi olmanın artık yeterli olmayacağı. Bu her ne kadar geçmişe referansla tartışılsa da HDP bakımından da önemli bir mesele haline gelebilir.
Fakat AKP ve benzeri rejimlerin seçimlere müdahalesinin asıl amacının lehe düzenlemenin yapılmasının ötesinde, kuralları eğip bükme – uygulamama imkanı yaratma olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla değişiklikte benim ilgimi çeken asıl nokta, il ve ilçe seçim kurullarının hepsinin teklifin kabulünden sonraki 3 ay içinde değiştirilecek olması. Türkiye’de hakim savcı bileşimini ve hakimlerin kıdemini bilen biri kaygımın nedenini anlayacaktır.
Seçimlerin yargı denetimine alınması Türkiye’de seçim güvenliğine ilişkin en önemli meselelerden biriydi ve bu YSK’nın 2017 halkoylaması ile 2019 İstanbul seçimlerinde oldukça aşındırılmıştı. 2017 değişiklikleriyle seçimlerde etkili olabilecek bakanların tarafsızlaştırılması hükmü de kaldırılmıştı. Dolayısıyla adres kayıt sistemi de yine mevcut ayarlama bakımından muhalefetin merceği altına alınmalı.
Muhalefet partilerinin seçim güvenliğini sorunlaştırmaması konusunda izlediği stratejinin nedeni anlaşılabilir olsa da apolitik ve beklenen faydayı sağlamanın aksine beklenmedik ölçüde riskli. Çünkü Türkiye seçim adalet sorunuyla birleştiğinde demokratik bir boyut kazanabildiği bir geleneğe sahip. Dolayısıyla seçimin politikleştirilmesi, demokratikleştirilmesi için demokrasinin öznesini çağırması gereğinin yanında adaleti çağırması ve muhalefetin seçim adaleti güvencesini iktidara yapacağı baskıyla kazanmasının büyük bir önemi var. 2014 seçimlerinden beri sandık güvenliği konusunda kendiliğinden gelişen demokratik inisiyatiflerin hareketlilikleri dahi bunun için kanıtlar sunuyor.
Evet önümüzdeki seçimler, temsili demokrasinin restorasyon projesiyle faşizmin sınırlarındaki rejim arasında geçecek, bu açıdan bir prosedürün ötesinde bir anlama sahip. Fakat seçimin belirleyeni, demokratik öznenin katılımı, kendi adına konuşması, demokrasinin içerik kazanma mücadelesinin varlığı/yokluğu olacak.
Bu mücadeleyi vermesi beklenen elbette iki ittifak arasındaki çelişkiyi derinleştirecek, temsili demokrasiyi demokratikleştirme kapasitesini taşıyan demokratik özneler; partiler, hareketler.