Mülkün ele geçirilmesi macerasında Erdoğan sadece mülke değil, mülkü bugüne kadar kuşatmış siyasal eksenlere de hükmetti. Ordu, polis teşkilatı, bürokrasi, mafya, profesyonel meslekler ve kültürel kimlikler içinde ayrıştırma ve birleştirme yoluyla devlet ve toplumun yeniden inşasına odaklandı.
DİNÇER DEMİRKENT
İlk yazıda demokrasinin içeriksizleştirilmesi ve öznesizleştirilmesi meselesini ele almaya çalışmıştım. Bu yazıda, Türkiye’de “ilk seçimde gidecekler”, “önce bir gitsinler” benzeri ifadelerde kendini gösteren içeriksizleşmeyi ele alacağım.
Türkiye’de kamuoyunun oluşmasını sağlayacak kamusal tartışmanın politik zor ile baskılandığı ve farklı politik görüşleri savunan liderlerin aynı masada görüşlerini sunma ve tartışma geleneğinin ortadan kalktığı bir ortamda kamuoyu yoklamalarının siyasal gündemi belirler, yarışmayı inşa eder hale geldiğini izliyoruz. Elbette bunda şaşılacak bir şey yok. Anket şirketi sahipleri arasında en itibarlı olanlardan birine kulak verelim. Özer Sencar mealen şöyle diyor: “Zamlar ve ekonomik gidişata halk alıştı, güçlü liderlik Erdoğan’ın oyunun belli bir düzeyin altına inmesini önlüyor.” Sencar’ın analizinden şu sonuç çıkıyor, ekonomik sorunlar dahil kötü yönetim iktidarı çözmeyecek, muhalefetin güçlü bir lideri aday olarak belirlemesi gerek. Politikayı, politik çatışma ekseninden çıkarıp liderlik yarışına endeksleyen bu inşa sürecinin sorumlusu elbette anket şirketleri değil; onlar sadece depolitizasyonun kullanışlı bir aracı olarak işlev görüyorlar. Muhalefetin çalışması, piyasaya arz edeceği bir ürün olarak lideri belirlemeye ve hazırlamaya endeksleniyor. Bu ise elbette diktatörlük koşullarında Erdoğan bakımından muazzam bir kolaylık sağlıyor ve destek görüyor. Çünkü muhalefet tarafından hazırlanan ürünün referansı bizzat kendisinde şekillenen “güç/güçlülük” oluyor.
AKP’nin tek başına iktidara geldiği 2002 yılından bu yana Türkiye siyaseti birbirine kardeş olan iki pozisyon arasında; ulusalcı ve liberal eksende -bunları devletler sistemindeki karşılıklarıyla birlikte düşünmek gerek- devleti ele geçirme kavgası içinde şekillendi. Kasım 1994’te “son sosyalist devleti yıktık” diyerek özelleştirme yasasının geçirilmesini kutlarken devletin bağrında büyütüp kıyısında kullandığı cinayet şebekelerini şerefle onurlandıran Çiller öncülüğündeki çürümüş merkez siyaset, 2002 yılında “yeniliği” temsil eden AKP tarafından temellük edildi. 2007 yılında AKP’nin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan “sat sat bitmiyor, ne komünist ülkeymişiz; ulaştırma, kağıt, çimento her şey devlete ait diyecekti. Aynı yıl devlet içinde öbeklenmiş çeteler Hrant Dink’i öldürmüş, katiline bayrak önünde poz verdirmişti. Ulusalcı muhalefet bir yandan Hrant Dink’in öldürülmesinin tetikleyici nedeni olan TCK 301’inci maddeyi savunma derdine düşmüşken bir yandan da cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin önünü açan politik hamlelerini yaptılar. AKP’ye açılan kapatma davası, bu faslın son devresi oldu. Ergenekon davaları ile de Gülen çetesi AKP ittifakı, mülkü ele geçirmek için verilen mevzi savaşının galibi oldu. 2013 yılına gelindiğinde ikinci fasıl açıldı. Gülen çetesi ile AKP arasında devleti (mülkü) ele geçirme mücadelesi darbe girişimi ve OHAL ile son buldu. Bu fasılda Erdoğan ve AKP’nin 2002’de iktidarını devraldığı koalisyonun küçük ortağı olan Bahçeli, mülkün yeni rejimini adım adım ördüler.
Mülkün ele geçirilmesi macerasında Erdoğan sadece mülke değil, mülkü bugüne kadar kuşatmış siyasal eksenlere de hükmetti. Ordu, polis teşkilatı, bürokrasi, mafya, profesyonel meslekler ve kültürel kimlikler içinde ayrıştırma ve birleştirme yoluyla devlet ve toplumun yeniden inşasına odaklandı. Mülk yeniden pay edildi, bu paylaşma esnasında marinalara, otellere çökülmesi daha çok gündeme geldiyse de halka ait olan toprak, su, köyler, kentler çetelerce temellük edildi, sat sat bitmeyen kamusal varlıklar kamusal varlık olmaktan çıkarıldı, bitti. Devlet ve yurttaş arasındaki anayasal ilişkiyi sağlayan hakların kullanımının engellenmesi mülksüzleştirmenin kaçınılmaz sonucuydu. Mülkün yeniden pay edilmesinde devlet örgütü, hiyerarşik ve sembolik olarak Erdoğan ile özdeşleştirilirken toplum Erdoğan’a taraf olanlar ve karşı olanlar olarak bölündü Erdoğan’a karşı olanlar da bu kuruluş içinde devlete karşı olarak kodlandı ve cezalandırıldı. Cezalandırılmaya devam ediyor ki TCK 301. maddenin yanında 299’un yani cumhurbaşkanına hakaret suçunun etkili biçimde eklemlenmesini de böyle düşünmek gerek.
Mülke hükmeden, onda pay sahibi olan mevcut siyasal elitlerden, sermayeden ve çetelerden ayrıştırılıp birleştirilenlerle oluşturulan yeni rejimin kuruluşunda Erdoğan’ın bizzat kendisi bir boş gösteren hale geldi. Bu nedenle söylemsel dönüşlerine de bu dönüşlerin politik etkilerine de şaşırmamak gerek. Ulusalcı ve liberal kardeşleri kendi etrafında ayrıştırıp birleştiren bir politika içinde hat değişiklilerinin siyasal bir anlamı var. Çiller neden tekrar piyasaya sürüldü, Çakıcı, Ağar, Peker etrafında görünen çatışma kimin çatışması? Bugün muhalefetin kullandığı bütün siyasal söylemler bir zamanlar Erdoğan tarafından kullanılmıştı, bugün Erdoğan’ın şikayet ettiği bütün pratikler bizzat Erdoğan tarafından uygulandı. Bugün Erdoğan’a muhalefet eden anayasa hukukçuları, onun anayasal siyasetinin yüzleri olmuştu. Dolayısıyla, devleti ele geçirme, mülke sahip olma ekseninde ilerleyen son yirmi yılın Türkiye siyasetinde Erdoğan’ın karşısında Erdoğan var, güçlü lider arayışıyla, benzer nitelikteki bir ürünü piyasaya arz etme çabasıyla şekillenen bir muhalefetin bu koşullarda geçiş sürecinin öncüsü olması, hatta “önce gitsinler” hayalinin gerçek olması mümkün görünmüyor.
Bu koşullarda geçişi mümkün kılacak içerik; liderle değil; mülksüzleştirenler ve mülksüzleştirilenler arasındaki çatışmayla ilgili olabilir ancak. Bugüne kadar en etkili üç muhalefet vaadinin bürokrasiye, beşli çetenin haksız elde ettiği kazancın kamusallşatırılmasına ve hellalleşmeye/yüzleşmeye ilişkin olması boşuna değil.
Mülkün eski pay sahiplerini de bir araya getiren merkez sağda toplanmış muhalefetin başını çeken Kılıçdaroğlu’nun bir tespiti var. Önümüzdeki süreç diktatörlükle demokrasi arasında bir mücadeleyle geçecek. Peki demokrasi adına ve diktatörlük adına kim söz alacak? Merkez sağ muhalefet bileşenleri bu soruya yanıt vermekte zorlanıyor. Çünkü bu soruya verilecek yanıt, her koşulda, ilk olarak demokrasinin prosedürden ibaret olmadığının, seçimin ancak koşullar sağlandığında sonuç verecek bir prosedür olduğunun kabulü anlamına gelecek. İkincisi, mülkün dışında tutulanların, emeğine, ekmeğine, köyüne, suyuna, şarkısına, türküsüne el konanların öznesi olduğu bir sürecin inşasının gereği anlamına gelecek.
Elbette bu yanıtı altılı muhalefetten beklemek haksızlık olur, hem merkez sağ muhalefete, hem de sosyalistlere. Mülksüzleştirilenlerin üreteceği siyaset, Türkiye’deki tıkanmışlığı aşmak için uzun zamandır sahip olmadığı kadar olanağa sahip; sadece muhalefeti şekillendirmek açısından değil, iktidarı şekillendirmek açısından da.