Toplumun ve toplumsal güçlerin 40 yıllık faşizan baskılarla etkisinin sınırlandığı koşullarda iktidar kavgası; sermaye, bürokrasi ve siyasetteki gerilimleri yansıtacak şekilde ‘devlet merkezli’ bir alanda gerçekleşiyormuş gibi görünüyor. Bu durum Türkiye toplumu için hem kısa hem de uzun vadeli büyük bir tehdit olarak görülmeli.


HAKKI ÖZDAL

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, göreve geldikten dokuz gün sonra, 11 Aralık 2019’da, AB’nin ‘Yeşil Mutabakat Bildirisi’ni açıkladı. Yeşil Mutabakat, AB yönetiminin “iklim değişikliği ile mücadele konusundaki önerileri” gibi tanıtılsa da Avrupa kapitalizminin en ileri unsurlarının yeni büyüme stratejisinin kod adıydı bir bakıma.

Berlin Duvarı’nın yıkılışından kendi taştan putunu yontan neoliberal kapitalist ‘zafer’ iddiası, daha 90’lı yıllardan başlayarak, aralarında Türkiye’nin de olduğu geç kapitalistleşmiş ülkelerde ve yağmalanan eski ‘Doğu Bloku’ ülkelerinde ortaya çıkan sarsıcı krizlerle erkenden tökezlemişti. Ama 2008’den sonra, sorunun, en ‘ileri’ ülkeleri ve sektörleri de dâhil olmak üzere, kapitalizmin tüm bedenini saran yanı açıkça ortaya çıkmaya başladı. Yeni dünya düzeninin bir başka putu ‘küreselleşme’ sözcüğünden imal edilmişti, ama Batı kapitalizminin lokomotif güçleri derinleşen sorunlara karşı ‘küresel’ çözümler üretemediler. Dahası tek tek ülkeler ve dev kapitalist sektörler yıkımlar yaşadı. Hastalığın iltihapları, Türkiye ve Orta Doğu’da, Hindistan ve Brezilya’da, hatta ABD’de siyasal çıbanlar olarak ortaya çıktı. 2010’ların sonuna gelinirken, Duvar’dan yontulan kapitalist hegemonyanın ‘sürdürülebilir’ olmadığı artık açıktı. Dünya, vaaz edilen barış ve refaha erişmek bir yana, kapitalist sanayinin son 250 yıllık vahşi kaynak sarfı ve atıkları nedeniyle gezegen olarak bile istikrarsızlaşıyordu. Çevresel yıkım ve iklim değişikliği, kâr amaçlı ve plansız üretim ile piyasacı pazarın ortak eseriydi; ama büyük kapitalistler onda, bizzat kendi eylem ve işleyişleriyle ortaya çıkan korkunç sonuçlarından yararlanacakları yeni bir put imkânı gördüler. ‘İklim krizi’, bir egemen sınıflar ittifakı anlamında Batı’nın yeni emperyalist büyüme stratejisine, hem meşru bir gerekçe (ideoloji), hem kuralları yeniden koymak için elverişli bir maddi zemin verebilirdi.

Bu strateji, AB içinde ve dışında, farklı bölgeler ve ülkelerin, farklı sektörler ve sermaye kesimlerinin çıkarları açısından zıt sonuçlar doğuracağı için tartışma ve itirazlara da yol açtı. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde, hatta ormancılık sektörüne dair endişelerle Finlandiya’da eleştiri konusu oldu. Ama Yeşil Mutabakat, en zenginlerin buhrandan çıkış stratejisi olarak güncelliğini, ‘gücünü’ koruyor. Ve önerilerinden çok daha etkin yaptırımlarıyla, AB’ye mal ve hizmet satan ülkelerde, iktisadi yapıda değişimlere yol açacak, kaynak dağılımını değiştirecek düzenlemeler gerektiriyor.

Büyüklerin bu ‘kuralları yeniden koyma’ hamlesi, bizde de ilk olarak büyüklerin, büyük sanayi sermayesinin gündemine girdi. TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, 18 Mayıs 2020’de Sabah gazetesinde yayınlanan röportajında şöyle diyordu örneğin:

“Yeni düzen, içinde birçok fırsat barındırıyor. En büyük ticaret ve yatırım ortağımız olan AB’nin toparlanma yönündeki hazırlıkları Türkiye için çok önemli. […] Katılım müzakereleri iki taraftan da kaynaklı nedenlerle bir süredir donmuş durumda. Teknik bir güncellemenin ötesinde Gümrük Birliği’nde Yeşil Mutabakat ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerini de içerecek adımların atılması halinde üyelik hedefinin de güçleneceğini umut ediyoruz.”

Kaslowski, görülecek şekilde gizlenmiş bir eleştiride [ilişkilerde ‘iki taraftan da kaynaklı nedenlerle donma’] bulunmakla birlikte, taleplerini açıkça söylüyordu: Gümrük anlaşmasının Yeşil Mutabakat ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerini içerecek şekilde yenilenmesi.

Bundan sadece iki gün sonra da Bloomberg HT’de bir yazısı yayınlandı TÜSİAD Başkanının. Rejimin merkez gazetesine söylediklerinden daha ileri gitmişti. “Tedarik zincirlerindeki değişim, Avrupa’nın yanı başında, Gümrük Birliği üyesi ve iyi bir endüstri alt yapısı olan ülkemiz için fırsat” diyordu; ancak bu fırsatı ele geçirmek için “yeni dünyanın yeni kriterlerine” uymak gerekliydi: “AB değerler sistemi içinde güvenilir ve istikrarlı bir ekonomi olarak görülmek, temel hak ve özgürlüklerde belli standartları sağlamak, güçlü bir hukuk devletine sahip olmak, dijital altyapının yeterliliği ve iklim değişikliğine karşı bir yol haritasına sahip olmak.” Türk sanayi burjuvazisi, Mayıs 2020’de, AB’nin Yeşil Mutabakat fermanından sadece beş ay sonra, repertuarına “iklim değişikliğine karşı yol haritası” şartını eklemişti. Küresel stratejinin özünü başarıyla ifade ediyordu Kaslowski bu yazıda: “Yeni dönemin bazı alanlarda getirdiği yıkımı yaratıcı yıkıma çevirerek ekonomimizi dönüştürmek…”

Zayıflar için yaşasın cehennem!

Ekonomiyi ‘dönüştürecek’ bu ‘yaratıcı yıkım’ın adı Türkiye’de yeşil dönüşüm oldu. Büyük sermayenin tüm sözcüleri, her konuşmalarında ve demeçlerinde “yeşil dönüşüm”, “sürdürülebilir kalkınma” gibi parolaları mutlaka kullandılar. Belli başlı büyük şirketler bunları stratejik yönetim ilkesi olarak benimsedi. DEİK, TİSK ve biraz gecikmeli de olsa TOBB, bu ‘yeni gerçek’ eksenine çekildi. TÜSİAD, Aralık 2020’de “Yeşil Mutabakat’ın birçok farklı boyutunu özel sektörün tepe yöneticileri ile ele almak” üzere, ‘Yeşil Mutabakat Söyleşileri’ serisini başlattı. Sonraki 7 ayda, Koç, Sabancı, Borusan, Eczacıbaşı gruplarının tepe yöneticilerinin katıldığı 7 oturum düzenlendi. Konuyla ilgili pek çok rapor hazırlandı, webinar düzenlendi. Ve nihayet, TÜİSAD bünyesinde bir “Yeşil Mutabakat Görev Gücü” oluşturuldu! Bu ‘harekât’ tınılı isimlendirme konunun ehemmiyetini ifade ediyor olmalı! (1)

‘Yeşil dönüşüm’ün, yüksek karbon emisyonları nedeniyle en çok etkilemesi beklenen inşaat, çimento, tekstil, gıda gibi sektörlerde yoğunlaşan, bir kısmı kamu ihalelerinin dopingiyle var olan MÜSİAD tarafında ise bu hegemonik çıkışa karşı uzun süren bir kayıtsızlık dikkat çekti. İstanbul sermayesinin “yeşil gümrük” talep etmeye başladığı 2020 yazında, dönemin MÜSİAD Başkanı Abdurrahman, Dünya gazetesine, hem ekonomik hem de politik pozisyonuna uygun olacak şekilde, “Ekonomik istihbarat savaşları geliyor” başlıklı yazılar yazıyordu! Bir yıl sonra, 11 Eylül 2021’deki MÜSİAD Genel Kurulu’nda Erdoğan, siyasi düzeyde neredeyse organik bir ilişkiyi tasvir ederek, “MÜSİAD milletin bizatihi kendisine ait bir kuruluştur. Sizler de millet adına burada vazife üstlenen kadrolarsınız” ve “MÜSİAD’la önümüzdeki dönemde daha yakın çalışmayı planlıyoruz” diyecek, iklim değişikliği, yeşil mutabakat ve sürdürülebilirlik konularını “gayet özgüvenli bir yerde duruyoruz” diyerek hızlıca geçecekti.

Ancak 20-21 Eylül’deki ABD temaslarının malum sonuçlarının ardından olsa gerek Erdoğan, 27 Eylül’deki kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada, “Türkiye, 2053 vizyonumuzun ilk ve en kritik hedeflerinden biri olduğuna inandığım yeşil kalkınma devriminin tabii bir sonucu olan iklim değişikliği konusunda yeni ve tarihi bir adım atıyor” diyecek, Paris İklim Anlaşması’nın imzalanacağını ‘müjdeleyecek’ idi. (2)

İki gün önceki kabine toplantısı sonrasında yaptığı konuşmada ise vites yükseltti: “Önümüzdeki dönem için Yeşil Kalkınma Devrimi’ni tüm çalışmalarımızın merkezine yerleştirerek insanlığın önündeki bu önemli krizin çözümünde öncü ve etkin bir rol üstlenmekte kararlıyız.” Oldukça kısa sayılabilecek bir sürede, “O konuda özgüvenimiz tam” demekten “Tüm çalışmalarımızın merkezine yerleştiriyoruz” demeye gelen, bakanlığın adını değiştirmeye ve bürokraside yeni birimler ihdas etmeye varan bu gayretkeşlik, temel konularda bir aks değişikliği midir? Erdoğan, Türkiye’de gelişmişlik ve Batı kapitalizmi ile entegrasyon açısından en etkin durumdaki büyük sermayenin ‘yeşil dönüşüm’ adı altında ifade ettiği talepleri benimsemiş ve bunu mu ilan etmektedir? Kendi ittifak bloku içindeki sermaye kesimlerini de “ekonomik istihbarat savaşları” gibi soyut söylem kabukları yerine küresel kapitalizmin yeni büyüme stratejisine mi uyumlamaya çalışacaktır?

Hem uluslararası hem de yerel koşulların zorlaması sonucunda böyle bir noktaya, hiç değilse ‘şeklen’ gelinmiş gibi görünüyor. Dışarıda, ABD ve Rusya ‘temasları’nın ortaya çıkardığı tablo; içeride, koşullarını ve aktörlerini giderek daha somut hale getiren burjuva restorasyon projesinin artan etkinliği zorlayıcı faktörler. Büyük sermaye, Batı kapitalizminin ‘yeni yeşil stratejisi’ konusunda ‘korumacılık’ gibi endişelere sahip olsa da, burası dışında politik ve ekonomik geleceğinin olmadığının bilincinde. Her koşulda, şimdiki yıkık halinden daha güçlü bir iç/ulusal pazara, küresel teamüllerle uyumlu bir politik-ekonomiye, bir tür ‘yeni sanayileşme’ –hatta satın alma gücü ve politik bilinci açısından da ‘yeni’ bir işgücü piyasasına (nüfusa) ihtiyaç duyuyor. (3) Orman yangınları ve düzensiz göç karşısında ortaya çıkan bazı reaksiyonlar, müstakbel yeni dönem restorasyonu için mümkün ve elverişli olan bir ideolojik kabuğu da belli belirsiz göstermişti. Yirmi yıldır aşınmış ve itibarsızlaşmış ‘muhafazakâr demokratlık’ yerine, bir tür ‘liberal ulusalcılık’, ‘milliyetçi küreselcilik’ ikame edilebilir mi? Neden olmasın?

Maddi koşullar üzerinde, ‘yaratıcı yıkım’ tamlamasında ifadesini bulan dönüşüm baskısı, sadece ‘TÜSİAD sözcüleri’nin keyfinden menkul değil. İktisadi altyapıdaki büyük basınç, siyaseti ve devleti de hareketlendiriyor. Merkez siyasetteki hızlı devinim herkesin malumu. Bir süredir AKP/Erdoğan tekelinde olduğu düşünülen devlet aygıtında da ve hatta devlet içindeki AKP/Erdoğan kolonunda bile ‘yüksek hareketlilik’ dikkat çekiyor. Sedat Peker’den TÜGVA’ya uzanan bir hattaki ifşaatı mümkün kılan ‘kaynaklar’ın varlığı bile başlıca önemli.

Erdoğan’ı büyük burjuvazinin taleplerini benimsediğini söylemeye zorlayan, bu her açıdan ‘yeni’ olan şartlar olmalı. Toplumun ve toplumsal güçlerin 40 yıllık faşizan baskılarla etkisinin sınırlandığı koşullarda iktidar kavgası; sermaye, bürokrasi ve siyasetteki gerilimleri yansıtacak şekilde ‘devlet merkezli’ bir alanda gerçekleşiyormuş gibi görünüyor. Bu durum Türkiye toplumu için hem kısa hem de uzun vadeli büyük bir tehdit olarak görülmeli.

NOTLAR

(1) Avrupa Yeşil Mutabakatı konusunda, dönüşüm için gerekli fonların dağıtımı, AB şirketlerinin fonlanıp dışarıda kalanların maliyetleri kendilerinin üstlenmeleri gibi ihtimaller, başka ülkeler gibi Türkiye sermaye sınıfı için de endişe kaynağı olarak vurgulanıyor. Bu yanıyla süreç yerli büyük sermaye için de dikensiz gül bahçesi değil; ama söz konusu tartışmalar, bu yazının ölçeğinin dışında.

(2) Mehveş Evin’in Gazete Duvar’daki “Erdoğan hangi ara yeşilci oldu” başlıklı yazısı, bu konuda kapsamlı bir değerlendirmeyi içeriyor.

(3) Burada çok ham haliyle dile getirilmiş bu hususlarda, Kansu Yıldırım ile yaptığımız tartışmalardan yararlandığımı söylemeliyim.


Bu yazı ilk olarak 14 Ekim 2021’de Gazete Duvar‘da yayınlanmıştır.


 

Bu içeriği paylaş: