RICHARD RUBINSTEIN (*)
Vladimir Putin’in Ukrayna’ya yönelik saldırısı şüphesiz yasa dışı ve gayri ahlakidir. Rusya’nın çıkarları bakımından maliyetli bir hata olması da muhtemeldir. Ne var ki şimdi asıl soru bununla ilgili ne yapılacağıdır ve işgale öfke duyanların şimdiye kadar verdiği cevaplar tehlikeli bir şekilde amaca hizmet etmekten uzaktır.
Amerikalılar ve Avrupalılar, “Putin cezalandırılmalı” diye ısrar ediyor. Ama şu anda uygulanan ceza biçimleri –ağır ekonomik yaptırımlar ve Ukrayna’ya askeri yardım– askeri mücadeleyi uzatmak ve Rus ekonomisini felce uğratmak için planlanmış durumda. Görünen o ki bu plan Rusya’daki hoşnutsuz kitlelerin ve oligarkların Putin’i Batı’nın daha çok hoşuna gidecek bir liderle değiştireceği teorisine dayanıyor. Kusura bakmayın ama bu pek mantıklı değil. Çatışmayı uzatmak daha fazla Ukraynalı ve Rus’un ölümüne yol açacak, onların yurttaşlarında ve sevdiklerinde intikam duygusu uyandıracak. Bu yaklaşım dünyayı nükleer savaşın eşiğine getirebilir. Dahası, bütün bir halka acı çektirmek genellikle onları liderlerine karşı değil, düşmanlarına karşı birleştirir.
Uygulanan ve önerilen cezalar dizisi aynı zamanda birçok Batılının Putin’i Adolf Hitler’e benzettiğini ve müzakere masasına dönüşü Münih tarzı yatıştırmanın eşdeğeri olarak gördüğünü gösteriyor. Ancak bu görüş, çatışmayı neyin kışkırttığına ve çatışan tarafların gerçekte kim olduklarına dair derin bir yanlış anlamayı ele veriyor. Vladimir Putin, dünya hakimiyetine ve “aşağı” ırkların soykırımına odaklanmış şeytani bir beyin değil. O, birbirleriyle rekabet halindeki imparatorluklar dünyasında emperyal oyun oynayan, bir zamanların büyük imparatorluğunun acımasız lideri. Kore’de Harry Truman’dan, Vietnam’da Lyndon Johnson’dan veya Irak’ta George W. Bush’tan daha mı acımasız? Belli ki değil. O zaman neden onun kötü karakteri çatışmanın birincil nedeni olarak görülüyor?
Nedenlerden biri bariz. Çatışma analistlerinin de kabul ettiği üzere şiddet temelli bir mücadelede her iki tarafın da çatışmanın tek nedeni olarak rakibin kötülüğünü ve zulmünü düşünmesi yaygındır. “Onlar savaşmayı seçen, şer saldırganlar. Biz ise mecbur olduğumuz için savaşan, erdemli müdafileriz.” New York Times editörleri Ukrayna’daki savaşı tam olarak böyle tanımlıyorlar ve şöyle ifade ediyorlar:
… Bay Putin’in son günlerde ve haftalarda ortaya koyduğu savaş gerekçelerinin hiçbirisi daha zayıf bir komşuya savaş açmak için çok fazla hakikat veya herhangi bir meşruiyet içermiyordu. Bu, tümüyle yanlış nedenlerle tercih edilmiş bir savaştır ve Bay Putin ile zümresi, Ukrayna ve Rus kanının dökülen her damlasından, yok edilen her geçim kaynağından ve çatışmanın yol açtığı tüm ekonomik sıkıntıdan sadece ve tamamen sorumludurlar. [1]
Hakikatin yarısı, hiç olmamasından daha iyidir ve bu kesinlikle hakikatin yarısıdır. Putin, askeri saldırıya uğramadan Ukrayna’yı işgal etti. Öne sürdüğü savaş nedenlerinden bazıları (örneğin Ukrayna diye bir ulusun olmadığı iddiası) uydurmacaydı. ABD/Avrupa’nın NATO genişlemesini durdurmayı reddetmesi gibi diğer nedenler oldukça doğruydu ancak bunlar bombalamayı ve masum insanları öldürmeyi haklı çıkarmaz.
Bununla birlikte New York Times başyazısının raydan çıktığı yer, Ukrayna’yı sarmalayan şiddetten “sadece ve tamamen” Rus liderlerin sorumlu olduklarını iddia etmesidir. İşin gerçeği sorumlu taraflardan biridirler ama tek sorumlu değildirler. Bu mücadelenin nedenleri, Bay Putin’in kötü seçimlerinin çok ötesine uzanmaktadır ve çatışmaya neden olan sorunları çözmek de Rusları cezalandırmanın çok ötesindedir. Söz konusu nedenler sistemiktir yani Putin ve yandaşlarına ilaveten diğerlerinin de mevcut şiddetin sorumluluğunu paylaşması gerekmektedir.
“Sistemik” ifadesi, çatışma halindeki devletler ve halklar arasındaki ilişkileri yapılandıran bir sistemin –düşünce, konuşma ve davranış kalıplarıyla desteklenen bir sosyal organizasyon biçiminin– var olduğu anlamına gelir. Mevcut sistemimizi en iyi tanımlayan kelime emperyaldir. Dört büyük imparatorluk şu anda bölgesel hegemonya ve küresel üstünlük için birbirleriyle rekabet etmektedir. Bunlar, ekonomik ve askeri güç sırasına göre, Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Avrupa ve Rusya’nın hakim olduğu çok uluslu bloklardır. Türkiye ve İran gibi baş gösteren bazı bölgesel güçler de emperyal tarzda nüfuz kullandılar ancak Ukrayna krizindeki esas oyuncular ABD, Avrupa ve Rusya’dır. Çin de potansiyel bir katılımcıdır.
Böyle bir durumda şiddetin patlak vermesi sürpriz olmamalıydı. Emperyal sistemler, işleyişlerinin düzenli bir ürünü olarak şiddet temelli çatışmalar üretirler. Bağımlı halklar sıklıkla isyan ederler ve bu, emperyal liderleri muhalifleri bastırmaya yönlendirirken rakip imparatorlukları da söz konusu halklara destek olmaya cezbeder. İmparatorluklar sıklıkla, özellikle tartışmalı sınır bölgelerinde, birbirlerinin yönetme hakkına meydan okurlar. Hem vekalet savaşları hem de dünya savaşları üreten bir rekabet biçimidir bu. Ukrayna, Avrupalı küçük ortağı tarafından desteklenen Amerikan imparatorluğu ile Çinli müttefiki tarafından ahlaki olarak desteklenen Rusya arasındaki müsabakanın ödülüdür. Mevcut durumla benzerlik kurulabilecek, bazıları oldukça korkutucu olan birçok tarihsel örnek vardır. Misal, emperyal Almanya tarafından desteklenen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Büyük Britanya ve Fransa tarafından desteklenen Rus İmparatorluğu’nun bağımsızlık peşindeki Sırbistan üzerindeki rekabetleri doğrudan I. Dünya Savaşı’na yol açtı.
Kuşkusuz imparatorluklar çıkarlarını her zaman savaşa girerek savunmazlar. Bir bütün olarak sistem kitlesel şiddet yaratma eğiliminde olsa bile, müzakereler, ihtilafları en azından geçici olarak çözmek için kullanılabilir. Ukrayna’nın başına gelen mevcut trajedi önlenebilirdi ancak bunu engellemek için Bay Putin’in tahammülünden veya tutum değiştirmesinden daha fazlası gerekiyordu. Amerikalılar ve Avrupalılar NATO’nun genişlemesini durdurma ve II. Dünya Savaşı sonrasında Avusturya ve Finlandiya vakalarında yaptıkları gibi Ukrayna’ya tarafsız bir tampon devlet olarak muamele etme hususlarında anlaşsalardı, bu işgal neredeyse kesin bir biçimde önlenebilirdi. Söz konusu vakalarda olduğu gibi Ukrayna’nın belirli alanlarda (örneğin ekonomisine ilişkin karar almada) özerklik hakkı tanınıp, iki imparatorluktan herhangi birisinin askeri müttefiki olma hakkı kısıtlanabilirdi. Ancak Batılı güçlerin Rusya’nın taleplerini böyle bir teklifi kabul edecek kadar ciddiye aldıklarına dair hiçbir emare yok.
Neden yok? Putin’in gözetimi altında NATO iki katı genişliğe ulaştı, Doğu Avrupa’da ordu ve hava üsleri kurdu, Polonya ile Romanya’daki füze tesisleri de dahil olmak üzere iki “süper üs” inşa etti. ABD bu esnada, Rus ve Çinli rakiplerini tehdit etmek (veya “caydırmak”) amacıyla dünya üzerinde 800’den fazla askeri üssünü muhafaza etmeye ve nükleer tesislerini modernize etmeye devam etti. Bu saldırgan duruşun mantığı, rakibin sözde saldırganlık eğilimiydi. Çatışmayı gerekçelendirmenin döngüsel, klasik bir örneği. Ukrayna’nın seçilmiş lideri 2013 yılında ulusunu Avrupa’dan ziyade Rusya ile daha yakın ilişkilendirme yolunu seçti. Buna karşılık, Batı tarafından desteklenen bir ayaklanma onu devirdi ve Kiev’de Batı yanlısı bir rejim kurdu. Rusya bu bariz saldırganlığa, Rusça konuşanların yaşadığı eski bir Rus toprağı olan Kırım’ı ele geçirerek ve Donbass bölgesindeki ayrılıkçıları destekleyerek yanıt verdi. Bu, sözde saldırganlık sonrasında Ukraynalı ve Batılı liderlerin Ukrayna’yı Batı yörüngesine sokma kampanyalarını yoğunlaştırmalarının bir nedeni oldu.
Bütün bunlar, imparatorluklar arasındaki daha büyük bir çatışma örüntüsünün parçasıydı. Putin’in yıllardır talep ettiği şey, Rusya’yı kendi güvenlik kaygılarını öne sürmesi ve dünyadaki nüfuzunu artırması yasak olan, yenilmiş ama düşman bir güç olarak gören Soğuk Savaş sonrası sisteme son verilmesiydi. Hiç de Rus yanlısı olmayan Carnegie Uluslararası Barış Vakfı bu politikayı 2019 yılında doğru bir şekilde özetledi:
Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana ABD’nin Rusya’ya yönelik politikası, özünde aynı politikalar dizisini izleyen farklı yönetimlerin hikâyesidir. İkili ilişkilerde iki yön başlıca rahatsız edici unsurlar olarak öne çıkıyor: Siyasi sistemini reformdan geçirmek ve yeniden şekillendirmek için tekrarlanan girişimlerden belli olduğu üzere Rusya’yı olduğu gibi kabul etmeyi reddetmek ve Avrupa-Atlantik güvenlik mimarisini Rusya’yı çevreleyen Avrasya alanına genişletmek. Bu son derece iddialı uğraşların her ikisi de defalarca denendi ve başarısız oldu ama her ikisi de ABD’nin Rusya’ya yönelik resmi politikasının köşe taşları olmaya devam ediyor. Geriye dönüp bakıldığında, Rusya ve eski Sovyetler Birliği devletleri konusunda daha az iddialı bir ABD yaklaşımının daha sallantısız bir ABD-Rusya ilişkisi için daha iyi bir temel oluşturabileceği sonucuna ulaşmamak güç. [2] (Vurgular tarafımca eklenmiştir.)
Ne var ki Carnegie analizinde kabul edilmeyen şey, imparatorlukların geleneksel olarak böyle işlediğidir. Romalıların Kartaca’ya yaptığı gibi düşmanlarını tamamen ortadan kaldırmadıkları veya ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrasında Mihver devletlere yaptığı gibi toplumlarını tepeden tırnağa yeniden biçimlendirmedikleri durumlarda, imparatorluklar rakiplerine bağımlı kılınması gereken, zayıf siyasi ve askeri düşmanlar olarak davranırlar. Bu tür kısıtlamalara ve aşağılamalara maruz kalanlar, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, kaybedilen ihtişamlı günleri geri kazanma hayalleri kurarlar ve ufaltılmış bir imparatorluktan geriye kalanlara sıkı sıkıya tutunmakta ısrar ederler. Fatihleri tarafından güvenilmeyen ve küçümsenenler bu güvensizliğe karşılık verirler ve kendilerine doğrultulmuş silahları kabul edilemez, varoluşsal tehditler olarak görürler.
Bu nedenle, Vladimir Putin’in Ukrayna’yı işgal etme konusundaki son derece hatalı kararı, Rus liderin kibri ve güvensizliğinin sonucu değildi sadece. Aynı zamanda Batı imparatorluklarının kibri ve güvensizliğinin yarattığı çaresizliğin de bir sonucuydu. Bu çatışmanın derinlerdeki yapısal doğasını görmezden gelmek, emperyal sistemin kendisini sorumlu tutmak yerine şiddeti liderin kötü karakterine bağlayan bir “şer düşmanı suçlama” oyununda taraf tutmaktır. Dahası bu tavır, hikâyeyi, ilintili tek sorunun Ukrayna’nın kendi kaderini tayin hakkı gibi göründüğü bir noktaya kadar basitleştirerek, çatışmayı kavrayışımızı dumura uğratmaktadır. Rekabet halindeki imparatorlukların egemen olduğu bir dünyada, ulusların kendi kaderini tayin etme hareketleri sıklıkla şiddet temelli çatışmaları ve bazen de dünya savaşlarını tetikler.
Mevcut örnekte çatışmanın giderek daha yıkıcı ve tehlikeli bir şekilde tırmanmasını önlemek için ne yapılabilir? Bu soruya ilk elden verilebilecek cevap, Rusya ile Ukrayna arasında halihazırda gerçekleşmekte olan barış müzakerelerine devam edilmesidir. Rusların, sivilleri öldürmek ve Ukrayna toplumunu yok etmek için topyekûn bir savaşa girmiş olarak tasvir edildiği propagandaya rağmen, çatışmanın bu aşamasında hava desteği olmaksızın görece yavaş ve ayrım gözeten ilerleyişleri, “şok ve korku” yayan askeri taktiklere veya ülkenin işgaline ihtiyaç duymayan bir çözümü müzakere etmeye istekli olduklarını gösteriyor. Bu müzakereler ateşkesle sonuçlanırsa, bir sonraki adım, Rusya’nın başlangıçtaki taleplerini yeniden gözden geçirebilecek ve aynı zamanda savaşın yarattığı yeni korku ve endişelerle başa çıkabilecek bir barış konferansı düzenlemek olmalıdır.
Bu tür bir müzakere, tırmanmaya devam eden gerilime açıkça tercih edilir ama hâlâ rekabet halindeki imparatorlukların egemen olduğu bir dünyada, güç temelli müzakerelerin çatışmaları sürdürülebilir bir şekilde çözmesinin pek mümkün olmadığını da kabul etmek gerekir. Seçkinlerin sürücü koltuğunda olduğu, yağmacı bir kapitalizme ve militarizme bağlı olan emperyal sistemin kendisinin acilen dönüştürülmesi gerekiyor. İmparatorlukları parçalamaya, daha demokratik ve barışçıl bir dünya düzeni yaratmaya yönelik halk hareketleri, muhtemelen nükleer savaşla sonuçlanacak bir rekabetin tek gerçek alternatifidir.
Kimileri için bu umut, “olmayacak duaya amin demek” gibi görünebilir ancak emperyalizm karşıtı, insanlık yanlısı hareketlenmelere sandığınızdan çok daha fazla destek var. Liderleri şeytanlaştırmayı bırakmak ve eleştirirken ışığı imparatorluklara tutmak, bu potansiyeli açığa çıkarmanın ilk adımı olabilir.
Notlar:
[1] “Mr.Putin Launches a Sequel to the Cold War,” New York Times, 24 Şubat 2022.
* Profesör Richard E. Rubenstein ABD dış politikası, dinsel çatışmalar, terörizm, ciddi uluslararası ve yerel anlaşmazlıkların çözüm yöntemleri konusunda uzmandır. George Mason Üniversitesi, Carter School for Peace and Conflict Resolution eski direktörü olan Rubinstein şiddet temelli toplumsal çatışmaların çözümüne ilişkin çok sayıda kitap yazmış, ders vermiş ve konuyla ilgili radyo-televizyon programlarında ve belgesellerde yer almıştır.
Bu yazı ilk kez Counterpunch internet sitesinde 4 Mart 2022 tarihinde yayımlanmıştır.
Fotoğraf: Акутагава – CC BY-SA 4.0
Çeviren: Ferhat Sarı