Bugünün dünyasında, gelecekte somutlaşacak ve finansman koşulları ile ayrıntılarını bilmediğimiz sözleşmeler için daha net iddialarda bulunmak mümkün değil. Ancak tam da bu nedenle sözleşmelerin kamuya açık hale gelmesi, borç denetim komitelerinin kurulması, bütün kirli çamaşırların ortaya serilmesi gerekiyor. Bugünden ısrarla söylemek, yazıya dökmek şart.
ALİ RIZA GÜNGEN
Geçtiğimiz yıl Türkiye hukuk sistemine tabi sözleşmelere sahip ve kamu-özel işbirliği kapsamında yapılmış bazı projelerin devletleştirilebileceğini çeşitli muhalefet partisi temsilcilerinden duyduk. Kanal İstanbul’un olmadığı anlaşılan ama Erdoğan yönetimi tarafından öyle sunulan haziran ayındaki temel atma töreni öncesi ve sonrasında, Millet İttifakı’nın iki ana aktörü Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti’nin liderleri, proje nedeniyle uluslararası sermayenin açacağı kredilerin geri ödenmeyebileceğini ima ettiler. Bu görünürdeki radikal çıkışların benzerlerini yıl sonunda yavaştan girilecek seçim sath-ı mailinde görebiliriz. Ancak yapılmış çıkışların Erdoğan yönetimi tarafından bir zorlama gelmezse, son aylarda görüldüğü üzere geri planda tutulması ve “önümüze bakalım” havasının hâkim hale gelmesi daha olası.
Türkiye’de kamu-özel işbirliği kaynaklı projelerin oluşturduğu yükü ve ne yapılabileceğini daha önce kaleme almıştım (Buraya tıklayarak okuyabilirsiniz). Kanal İstanbul bağlamında da benzer bir koşullu yükümlülük birikimi söz konusu olursa, aynı şekilde devletleştirme yöntemine başvurulması gerekeceği açık. Şimdilik finansman sorunu nedeniyle adım atılamayan Kanal İstanbul’un yakında tekrar gündeme geleceği de.
Mega projelerden kaynaklı borcu (ya da bir kısmını) ödememek politik bir tercih ve uzun bir hazırlık gerektiriyor. Kısa bir hatırlatma ile tiksindirici borcun sadece Kanal İstanbul bağlamında ele alınmasının diğer gayrimeşru borçları görmezden gelmeye yol açabileceğini ve şimdiden adımlar atılması gerektiğini açıklamaya çalışacağım.
HESAP, LÜTFEN!
Kamu-özel işbirlikleri kaynaklı biriken borçlar, -Sayıştay’ın kendi raporlarındaki uyarıları dikkate alacak olursak- düzgün bir şekilde muhasebeleştirilmiyorlar. Devlet kendi yasal düzenlemelerine uygun bir şekilde davranmayarak, başka birçok alanda yaratılan griliği burada da tekrarlıyor. Böyle bir takip edilemezlik nasıl bir haraca bağlamanın gerçekleştiğini anlamayı zorlaştırıyor ve iktidardakiler için oldukça işlevsel. Üstelik takip edilemezlik, program bütçe uygulaması nedeniyle pekişmiş bulunuyor.
Bulunduğumuz noktadan, daha önce yapılan hesaplamalara dayanarak (Akkuyu Nükleer Santrali garantisini ekleyerek) 150 milyar doları aşkın bir gelir garantisi verildiğini ve büyük bir kısmı olmasa da dikkate değer bir bölümünün garantiler sonucu ortaya çıkacak bedel olarak somutlaşıp, işler böyle giderse, ödeneceğini anlıyoruz.
Halkın yararına olmayan ve kreditörlerin de bunu bilmelerine karşın borç verdikleri örnekler tiksindirici borç kapsamına giriyor. Doktrinde sadece lafza bakılırsa, gelecekte somutlaşacak borcu bugünden tasnif etmek zor duruyor. Aynı zamanda bugüne kadar uluslararası hukuk bağlamında tartışılmış bu kavramı aynen alıp Türkiye’den temin edilmiş kredilerle gerçekleşen projelere aktarmak kolay değil (birçok KÖİ projesinde uluslararası kredi temini değil, Türkiye’den kredi temini söz konusu). Erdoğan yönetimi son on yılda KÖİ projelerinde 45 milyar dolarlık bir yatırım yapıldığını iddia ediyor. Bu miktarın gerçekçi olup olmadığını bilmiyoruz. Sadece sözleşmelerin incelenmesiyle, teker teker projelerin üzerinden geçilmesiyle ve yapılan hesapların kimler tarafından çarpıtıldığının araştırılmasıyla gerçek miktarlar ortaya çıkartılabilir.
Şunu vurgulamaya çalışıyorum: Türkiye’deki ve başka bazı ülkelerdeki kamu-özel işbirlikleri ya da mega projelerde borçlanma pratiklerinin toplumsal felaketler yaratabilecekleri ve on yıllar süren bir prangayı devlet bütçesine vurup toplumu haraca bağladıkları gerçek. Buradan kaynaklanan borçlar için hukuki bir terim olarak tiksindirici borcu kullanmak sorunlu olabilir. Ancak KÖİ kaynaklı yükümlülükler gayrimeşrular ve ödenmemeliler.
Tamamen ya da büyük bir kısmı dış finansmanla olacak, ekolojik bir alt üst oluşa yol açacak, kamuya zarar verecek bir proje olan Kanal İstanbul’da durum açık. Umarım hiç hayata geçmeyecek bu projenin güzergahından arsa alanlardan, çeşitli taşeronlara kadar ilgili herkes pastadan pay kapma peşinde ve finansman sağlama isteğindekiler de bunun bilgisine sahipler. Projede adım atılırsa tiksindirici borcun en bariz örneği olacak. Ancak tam da bu nedenle tartışmanın buraya kayması süregiden gayrimeşru borç ödemelerini sıradanlaştırma tehlikesi barındırıyor.
ÖDENMEMESİ MÜCADELEYE BAĞLI
Devlet borçlarının hangi koşullarda ödenmeyebileceğine dair on yıllardır süregiden tartışma 2010’larda Yunanistan ve Arjantin sayesinde alevlenmişti. Ancak daha öncesinde Ekvador’da kurulan borç komitesinin çalışmaları ilgi uyandırmıştı. Bu konudaki yazın, Alexander Sack’ın 1927 tarihli çalışmasının yeniden yorumlanması ve güncellenmesine odaklanmış durumda.
Söz konusu güncelleme araştırmacı ya da aktivistin meşrebine göre gerçekleşiyor diyebiliriz. Ancak Sack’ın doktrininin bazı yorumlarında görüldüğü üzere borcu alanın bir despot, ya da Tiran olduğunu ve borç alarak kişisel zenginleşmenin sağlandığını kanıtlamak esas sorun değil. Birçok araştırmacı Sack’ın da atıfta bulunduğu hipotetik bir uluslararası mahkemede kreditörler için “biliyor olmak ve yine de borç vermek” halinin kanıtlanması gerektiğini tartışıyorlar. Ancak böyle bir mahkeme bilindiği üzere mevcut değil. Ya da böyle bir mahkeme kurulursa bunun kreditör çıkarlarından bağımsız olma ihtimali güçlü değil.
Dolayısıyla öğretinin güncellenmesi ve günümüze uyarlanması kısmında çok sayıda sorun mevcut. Bu sorunları verili kabul edip herhangi bir girişimde bulunulmaması ise tiksindirici borcu alan ve bu borcu verenlerin işlerine geliyor.
Kısaca KÖİ’ler bağlamındaki belirsizlikleri özetledim. Belirttiğim üzere, içeriden kredi temini ve doktrindeki kriterlerin uygulanması bakımından farklılık olabilir. Ancak tiksindirici olarak tanımlamayacak isek de gayrimeşru olarak tanımlayabileceğimiz yükümlülüklerden bahsediyoruz. Burada bir noktayı tekrar vurgulamak gerek. Kamu-özel işbirliği kaynaklı yükümlülükler sonucu oluşan borcun bir bölümünün ödenmemesinin önündeki engellerden birisi sözleşmelerin içeriğinin (ve değiştirilmişlerse nasıl değiştirildiklerinin) bilinmemesi. Devletin kendi kurumlarının dahi esasında muhasebeleştirmediği bir borç ve gelecekte ortaya çıkacak borçtan bahsediyoruz.
Ama ayrıntıları bilinmiyor diye bu borç ortadan kaybolmuş da olmuyor.
TURPUN BÜYÜĞÜ
Şimdi gelebiliriz esas noktaya: “Türkiye kreditörlerle karşı karşıya gelemez”, “şu projede finansman zaten devlet bankasından”, “borç zaten ödeniyor” denilerek cendereden çıkış sağlanamaz. Türkiye’nin merkezî yönetim borç stoku 2 trilyon TL’yi aşmış durumda. Genel yönetim borç stokunun GSYH’ye oranı yüzde 40’ın üzerinde ve toplam dış borç stokunun hasılaya oranı yüzde 60’ı geçmiş bulunuyor. Koşullu yükümlülükler gerçek yükümlülük haline gelip gelir-harcama dengesizliğini artırdıkça temel harcama kalemlerinde kısıntıya gidilmesi ya da daha fazla vergi alınması gerekiyor. Ya da görüldüğü üzere borç stoku artıyor. Kısacası, KÖİ kaynaklı pranganın ortadan kaldırılması için asimetrik güç dengelerini, hukuksal boşlukları ve bilinmezlikleri mazeret göstermek fayda sunmuyor.
KÖİ kapsamındaki her köprünün, her hastanenin sözleşmesinin titizlikle incelenmesi, finansmanın nereden geldiği ve kime ne kadarlık garanti verildiğinin ortaya dökülmesi gerekiyor. Bu sağlandığında hangi projede, hangi dolayımlarla ne kadarlık bir uluslararası aktarım ve yandaşa transfer gerçekleşeceği hesaplanabilir. Hesaplamalardaki tutarsızlıklar, sonradan değiştirilen sözleşmeler ve tahmin edilen yolsuzlukların ortaya çıkartılması elzem. Bu nedenle sözleşmelerin gizliliğinin ortadan kaldırılması şart. Eğer bunu bir vaat olarak kamuoyuna ilan etmez, KÖİ kaynaklı borcu görmezden gelir ve ödenmeyecek borcu sadece olası Kanal İstanbul ile sınırlandırırlarsa bugünün muhalefet partilerinin KÖİ kaynaklı yükümlülüklerin aktüalize olması sürecinde ortaya çıkan gayrimeşru borçla ilgili bir şey yapmayacakları anlaşılabilir.
Turpun büyüğü yine heybede ve Kanal İstanbul üzerinden yapılan borç tartışması ilginç bir şekilde KÖİ kaynaklı gayrimeşru borcun normalleşmesinin bir parçasına dönüşebilir.
Modern kapitalizmin son iki yüzyıllık tarihinde devletler defalarca borçlarını askıya aldılar. Bazen kredi çöküşü nedeniyle, bazen bir önceki rejim altında kendilerini zenginleştiren despotları desteklemiş kreditörleri cezalandırma ve mali nefes alma isteğiyle… Bugünün dünyasında, gelecekte somutlaşacak ve finansman koşulları ile ayrıntılarını bilmediğimiz sözleşmeler için daha net iddialarda bulunmak mümkün değil. Ancak tam da bu nedenle sözleşmelerin kamuya açık hale gelmesi, borç denetim komitelerinin kurulması, bütün kirli çamaşırların ortaya serilmesi gerekiyor. Bugünden ısrarla söylemek, yazıya dökmek şart. Aksi takdirde sadece Kanal İstanbul gündeme geldiğinde “onların [kredi verenlerin] paralarını kesinlikle ödemeyeceğiz” demek, “[Erdoğan] para biriktirmeye başlasan iyi edersin” demek bugün ödenen ve on yıllar boyunca ödenmeye devam edecek duran gayrimeşru borçlar için bir şey yapmamak anlamına gelecektir.
Bu yazı 17 Eylül 2021’de gazeteduvaR’da yayımlandı.
Fotoğraf: infomatique (CC BY-SA 2.0 )