§
Toplumsal hareketler ve Marksist metodoloji (4)
§
Toplumsal hareketlerin, ayaklanmaların ve isyanların giderek yayıldığı bir dönemde sosyolojik Marksizmin nasıl konumlanacağı önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Burada ikili bir çerçeve vardır; sosyolojik Marksizm, bir taraftan karşı hareketlerin oluşum zeminlerini irdeleyip bu hareketlere neden olan tarihsel ve konjonktürel dönüşümleri içerir; diğer taraftan hareketlerin toplumla ve devletle olan genel ilişkisine ya da geri çekilip sönümlendiği noktalara odaklanır.
YENER ÇIRACI
Marksist literatür dışında sınıf analizi, Max Weber, Durkheim ve takipçilerine kadar uzanabileceği gibi Marksistler arasında bile oldukça tartışmalıdır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Marx’ın sınıf analizini sistematikleştirmesidir. Kapital’in üçüncü cildinin sonunda “sınıflar” başlıklı bir içerik bulunsa da ikinci ve üçüncü cilt tamamlanmamış olduğu için eksik kalmıştır. Yine de sonraki kuşak Marksistler, sınıf kuramını bütünlüklü biçimde geliştirmeye yönelik çalışmalar ortaya çıkarmıştır. Öne çıkanlardan biri, Erik Olin Wright’ın Sınıflar adlı kitabıdır ve burada büyük ölçüde bu çerçeveden yararlanılacaktır.
Sınıf analizi, bütünlüklü biçimde dört ana başlık altında ele alınabilir: yapısal sınıf analizi, sınıf mücadelesi, sınıf bilinci ve sınıf oluşumu. Her bir kavram, klasik Marksizm’den başlayarak çeşitli tarihsel koşullarda geliştirilmiştir.
Öncelikle Wright’a göre Marx, sistematik bir sınıf kuramı geliştirmemesine rağmen sınıfların ne olduğu sorununu yanıtsız bırakmaz. Hem ekonomi politik eleştirileri hem de politik ve tarihsel yazılarında sınıf tartışmaları önemli bir yer kaplar. Ancak “bu çalışmaların çoğu iki sorun etrafında döner: sınıf ilişkilerinin soyut yapısal haritalarının detaylandırılması ve fail-olarak-sınıfların somut konjonktürel haritalarının analizi” (Wright, 2016: 15). Bu nedenle sınıfların toplumsal ve politik alanda ve bir bütün olarak üretim ilişkilerinde aldığı konum olmak üzere Marx’ın metinlerinde ikili bir karakter ortaya çıkar. Üretimin toplumsal örgütlenmesi, üretim ilişkileri, kapitalist üretim tarzı ve onun dinamikleri gibi bir dizi tartışma, sınıf ilişkilerinde Wright’ın “soyut yapısal” olarak adlandırdığı kısma dahildir. Sınıf yapıları içindeki konumlanmalar, kolektif mücadeleler ise ikinci bölümü kapsar.
Sınıflar konusunda her iki yaklaşımı da kapsayan en önemli metinlerden biri kuşkusuz Komünist Manifesto’dur. Bilindiği gibi burada sınıf haritalaması “özgür yurttaş ile köle, patrisien ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa” ve modern dönemde de “burjuvazi ile proletarya” (Marx & Engels, 2008: 21) arasında bölünür. Buna göre kapitalist dönemin ayırt edici özelliği sınıf ilişkilerini “yalınlaştırması”dır. Bu yalınlaştırma, sınıflar hakkında nesnel bir tanım yerine daha çok “tarihsel bir dönemden diğerine doğru” soyutlama düzeyindeki bir “gidişatı” içerir (Wright, 2016: 15-6). Komünist Manifesto’dan bir yıl sonra Marx’ın sınıf mücadelesi ve konjonktürel bağlamları dahil ettiği analizler, yalınlaşma durumunu daha da karmaşık bir hale getirir. Özellikle Fransa’daki sınıf mücadelelerini incelediği Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’inde Marx, “burjuvazi, proletarya, büyük toprak sahipleri, finans aristokrasisi, köylüler, küçük burjuvalar, orta sınıf, lümpen proletarya, sanayi burjuvazisi, yüksek mevkili memurlar” (Wright, 2016: 16) gibi farklı konumlardan bahseder.
Sınıf analizinin bir diğer handikaplı tarafı, çağdaş Marksistler arasında yaşanır. Buna göre Marx’ın burjuvazi ile proletarya arasında somut hale geleceğini düşündüğü kutuplaşma yaşanmaz ve bu, çağdaş Marksistler arasında büyük oranda kabul edilir. “Ücretliler arasında mesleki ve teknik işlerin büyümesi ile büyük şirketler ve devlet içerisinde yönetimsel hiyerarşilerin yaygınlaşması, en azından basit bir kutuplaşmış yapının önemli ölçüde aşındığına dair bir görünüm” sergiler. Aynı şekilde “sınıf oluşumu” ve “sınıf mücadelesi” bağlamında oluşturulan şablonun (ilkel, köleci, feodal, kapitalizm, sosyalizm, komünizm) yarattığı teorik sorunlar ve “tarihin bu kavramsal sorunu aşama aşama ortadan kaldıracağı” (Wright, 2016: 18) varsayımı da son bulur.
Sınıfın yapısal analizi ve sınıf mücadelesi klasik Marksist metinlerde oldukça yer kaplayan kavramlardır. Wright bunlardan hareketle sınıf oluşumu kavrayışına geçer ve bu kavramı şöyle ele alır:
Sınıf oluşumu ise o sınıf yapısı içerisinde, o sınıf yapısının şekillendirdiği çıkarlar temelinde örgütlü kolektiflerin oluşumuna işaret eder. Sınıf oluşumu bir değişkendir. Verili bir sınıf yapısı tipi, sınıfların kolektif örgütlenmesinin derecesi ve biçimine göre değişen, bir dizi muhtemel sınıf oluşumu tipiyle karakterize edilebilir. Sınıf temelli kolektifler, verili bir sınıf yapısı içerisinde, zorunlu olarak sınıf yapısının kendisinde herhangi bir dönüşüm olmaksızın örgütlenebilir, çözülebilir ya da yeniden örgütlenebilir. Sınıf yapısı sınıflar arasındaki toplumsal ilişkilerce tanımlanıyorsa, sınıf oluşumu sınıflar içerisindeki toplumsal ilişkiler ve mücadeleye angaje olmuş kolektifleri geliştiren toplumsal ilişkilerce tanımlanır (Wright, 2016: 20).
Bu nedenle sınıf oluşumunun, verili bir konjonktürel durumdaki politik mücadele ve örgütlenme tarzlarının ağır bastığı bir kavram olarak öne çıktığı söylenebilir.
Bölümün geri kalanı, Wright’ın sınırlarını çizdiği alt başlıklar etrafında karşı hareketler için sınıf analizine dair bir çerçeve geliştirmeye çalışacaktır.
Sınıf Analizinde Yapısal Sınıf Konumları
Marksizm içinde yapısal sınıf konumları, oldukça geniş bir biçimde tartışılagelmiştir. Bu nedenle geniş bir literatür olduğu söylenebilir. Bu çalışma çerçevesinde, karşı hareketler ve geliştiği zemin göz önüne alınarak yapısal sınıf tartışmaları iki ana çerçeveden değerlendirilecektir. İlki ikinci bölümde ele alınan piyasalaştırma, ilk birikim ve sermaye birikim süreciyle ilişkilidir. Yapısal sınıf analizini statik bir çerçeveden daha dinamik ve tarihsel bir süreçte ele alma olanağını bu tartışmalar sağlar. Diğeri ise üretim süreciyle ilişkilidir. Bunun için üretim ilişkilerini basit meta üretimi tartışmalarının ötesine geçerek bir bütün olarak toplumsal üretim ilişkilerine doğru genişleten bir çerçeveye sahip olmak gerekir. Böyle bir analiz çerçevesi için Marksizm içinde oldukça tartışmalı olan bir ikiliğe yeniden dönmek gerekir, yani altyapı-üstyapı mefhumuna.
Bilindiği gibi kavramları ilk kullanan Marx’tır ancak her ikisi de çok seyrek biçimde kullanılmıştır. Kuramsal bir ağırlık kazanmaları 20. yüzyıldaki Marksist tartışmalara dayanır (Wood, 2008: 65). Kavramın genel yansıması altyapı (maddi ya da iktisadi) ilişkilerinin üstyapı (din, sanat, kültür, siyaset, hukuk, ideoloji vs.) ilişkilerini belirlediği şeklindedir. Wood’a göre yukarıdaki gibi kaba bir formülasyona ilk defa yol açan Stalinizmdir. Buradaki ilişkiler bütünü, iktisadi ilişkilerin edilgen bir yansıması konumuna yükseltilmiştir (Wood, 2008: 65). Daha sistematik ve karmaşıklaştırılan bir formülasyon ise Althusserci ya da yapısalcı Marksizm tarafından yapılır. Wood bunu şöyle anlatır:
Altyapı-üstyapı modelinin mekanikliği sürdürülmüş ve toplumsal yapının birbirinden kopuk, sürekliliği olmayan, dışsal olarak ilişkilendirilen “etkenler”, “düzeyler” ya da “anlar”la kavramlaştırılması korunmuştur; altyapı ile onun üstyapıdaki yansımaları arasındaki mekanik olarak belirleyici ilişkiler, yapı ile tarih arasındaki katı ayrım ve iktisadi belirlenimlerin sonu gelmez bir biçimde görülemeyen bir “son an”a ertelenmesi ile gerçek dünya ile örtüşmeyen bir hale getirilmiştir. Yapısalcı kavramsal araçlar, ayrıca, “iktisadi”nin “toplumsal” ve “tarihsel”den ayrılmasını teşvik etme eğiliminde olmuş, bu da sık sık “iktisadi”nin teknolojiyle özdeşleştirilmesi sonucunu doğurmuştur; ve yapısalcı eğilimdeki Marksistlerin, sürekliliği olmayan, kendi içinde var olan ve durağan yapı dizileri halinde gördükleri dünyada eksik olan tarihsel dinamizmi sağlamak üzere teknolojik determinizme yöneldiklerini görmek şaşırtıcı olmamaktadır (Wood, 2008: 67).
Böylece Wood, “son kertede ekonomik belirlenim” önermesinin kuramsal kökenini göstermiş olur. Yine de yapısalcı Marksizmin altyapı-üstyapı mefhumuna dair bu yaklaşımının Marksist geleneğin genel görüşü olarak kabul edilmesi gibi bir durum söz konusudur. Oysa E. P. Thompson, Raymond Williams gibi emek tarihçilerinin konu hakkında mekanik ve indirgemeci olmayan yaklaşımları da vardır ve bu görüşler, üretim sürecini toplumsal üretim ilişkileri olarak anlama konusunda önemli açılımlar sağlamaktadır.
Yapısal sınıf analizini temellendirme konusunda genellikle “tahakküm” ya da “sömürü” ilişkileri merkeze alınır. Oysa Thompson, “üretim ilişkilerini ‘sömürü ve egemenlik ilişkilerinin’ biçimlendiği ve toplumsal hayatın tüm boyutları üzerinde o anda ve daima baskı uyguladığı ilişkiler ve süreçler” (Wood, 2008: 80) olarak kavrar. Dolayısıyla her ikisini de içerir. Thompson’da tek başına ayrıksı duran bir “iktisadi” kategori ve buradan türeyen bir üstyapı ilişkileri söz konusu değildir. Thompson’ın yaptığı “özgün Marksist ‘üretim biçimi’ kavramının, piyasa ilişkilerinde ve/veya bir tür soyut biçimde bağımsız “teknoloji”de vücut bulan kapitalist ‘iktisat’ ile özdeşleştirilmekten kurtarılması çabasıdır” (Wood, 2008: 82).
Thompson’a göre altyapı-üstyapı ilişkileri mekanik olarak kurgulandığında, aralarında nedensel bir ilişkiyi zorunlu hale gelir. Bu, üretim biçiminin doğrudan toplumsal oluşuma eşit olduğu vurgusunu da içerir. Metinleri gözden geçirildiğinde Thompson’ın buna neden karşı çıktığı hemen anlaşılabilir. Buna göre altyapı-üstyapı ilişkilerini bu biçimiyle kurgulamak, “farklı sınıfların, üretim biçimi ile farklı ilişkilerini, bu sınıflarla bağlantılı kurumların, kültürlerin ve ideolojilerin üretim biçiminde ‘ifadesini bulduğu’ farklı yolları hesaba katmamaktır” (Wood, 2008: 83). Başka bir deyişle buradaki kurgu, ağırlıklı olarak üst sınıfların “üstyapı” ilişkilerini dikkate alacak biçimdedir.
Thompson, sınıfın olmadığı yerde bile sınıf mücadeleleri bulmaktadır. Ancak bu modelden yola çıkıldığında egemen sınıf dışı tüm düşünceler ve pratikler geri plana itilir ve egemen kültür, söylem, düşünce, üretim biçimi ve ilişkileri tarihsellikten arındırılarak “yapısal” bir konuma yükseltilir. Başka bir deyişle tüm bunlar “evrenselleşir” ve “tarihsel hareketin kaynaklandığı farklı türden ilişkiyi gözden uzaklaştırdığı için de yanlış yönlendiricidir” (Wood, 2008: 84). Bu nedenle Thompson’ın neredeyse bütün çalışmaları aksini ispat etmeye çalışır. Yiyecek ayaklanmaları, ahlaki ekonomi, görenek, gelenek ve hukuk üzerine yaptığı tüm çalışmalar, üretim ilişkilerinin kültürel ve siyasal biçimlerden bu kadar mekanik ve aynı zamanda indirgemeci biçimde ayrılamayacağını vurgulayan bir içeriktedir. Ve bunların tümü, yani “bu tür tarihsel dönüşümler, öyle basit ve kendiliğinden bir biçimde, altyapıdaki (bağımsız) değişimler, üstyapıda değişimlere yol açtığı için yaşanmaz (örneğin, teknolojik determinizmde olduğu gibi). Bu dönüşümler, maddi hayattaki değişimler, mücadele alanı haline geldiği için yaşanır.”[1]
Tahmin edilebileceği gibi Thompson’ın kuramsal katkısı oldukça karmaşık görünür. Hatta Thompson’dan bir kuram çıkarılması için çalışmalarının tümüne bakmak gerekir. Çünkü onun kuramsal katkısı, tıpkı sınıf tartışmalarında olduğu gibi tarihsel metinlerine gömülüdür. Thompson’ın yaptığı süreklilik ile değişim arasında karmaşık ilişkileri izlemeye çalışmaktır. Bu nedenle altyapı ilişkilerini maddi ya da iktisadi bir biçim yerine toplumsal ilişkiler çerçevesinde aldığı söylenebilir.
Thompson’dan farklı olarak Raymond Williams’ın altyapı-üstyapı ilişkileri konusunda bir tür metodoloji geliştirdiği söylenebilir. Öncelikle Raymond Williams, altyapı-üstyapı ilişkileri için başlangıç noktasının “toplumsal varlığımızın bilincimizi belirlediği” önermesi olması gerektiğini belirtir. Buradan hareketle “kültürel sürecin gerçekliklerini anlamak adına altyapının daha önemli bir kavram” olduğunu iddia eder. Altyapı-üstyapı ilişkilerini kullanan teorisyenlerin çoğunun altyapı kavramını neredeyse bir “nesne” olarak gördüğünü düşünür. Oysa Williams’a göre altyapı, “insanın gerçek toplumsal varoluşudur.” Ve genel hatlarıyla altyapıyı “maddi üretici güçlerin gelişiminde bir aşamaya tekabül eden gerçek üretim ilişkileri” olarak görür ve “gelişiminin belli aşamasında bir üretim tarzı” olduğunu söyler (Williams, 2013: 47).
Williams’a göre altyapı, genel bir durum yerine süreci anlatır. “Dahası bu sürece, sonrasında üstyapının değişen süreçlerine çevrilmek üzere belli sabit özellikler” (Williams, 2013: 48) de atfetmez. Bu nedenle Williams, altyapı ile ilgili “sabit bir ekonomik ya da teknolojik soyutlama mefhumundan uzaklaştırılıp, temel çelişkiler ve çeşitlilikler içeren ve dolayısıyla her zaman dinamik bir süreç durumunda olan gerçek toplumsal ve ekonomik ilişkiler içindeki insanların özgül faaliyetleri yönünde yeninden değerlendirmemiz” gerektiğini önerir (Williams, 2013: 48).
İlerleyen bölümlerde Williams, Wood’un da vurguladığı gibi kavramın ağırlıklı olarak “temel sanayi” ile sınırlandırılan bir tür teknolojik belirlenimcilikle iç içe geçtiğini ama genel olarak altyapı dendiğinde aslında “temel üretici güçleri” (Williams: 2013: 49) düşünmemiz gerektiğini belirtir. Bu temel üretici güçleri ise sadece kapitalist ilişkiler dahilindeki bir meta üretim süreciyle sınırlandırmaz ve “toplumun kendisinin ve insanların kendisinin temel üretimine, gerçek hayatın maddi üretimine ve yeniden üretimine” atıfta bulunacak biçimde genişletir.
Dolayısıyla Williams, altyapı-üstyapı kavramlarının mekanik vurgusuna karşı Thompson ile aynı zemini paylaşır. Ancak ondan farklı olarak altyapı-üstyapı kavramsallaştırmasını iç içe geçebilecek biçimde konumlandırmak yerine altyapı kavramsallaştırmasını daha öne çıkaran bir “üretici güçler” tanımı savunur. Üstyapı konumlarının önemli olduğunu ve özellikle egemen sınıfların siyasal ve ideolojik faaliyetleri söz konusu olduğunda bu vurgunun öne çıktığını söyler. Williams’a göre “bütünlük” nosyonu, altyapı ve üstyapının birlikte değerlendirilmesini önemli kılmakla birlikte “toplumsal aygıtlarda ve siyasal ve ideolojik faaliyet ile inşanın belirleyici bir alanında, eğer üstyapıya ait bir öğe göremezsek, gerçekliğe görmemizin” mümkün olmadığını da belirtir. Bunun sonucu “yasalar, kurumlar, teoriler ve ideolojilerin çoğu zaman ‘doğal’ olarak” nitelendirilmesi olur ve belirli bir sınıfın egemenliğini ve toplumun sınıfsal niteliğini görünmez hale getirir” (Williams, 2013: 51). Bu nedenle Williams, bütünlük nosyonunun ancak “hegemonya” tartışmalarıyla birlikte ele alınması gerektiğini belirtir.
Görüldüğü gibi Williams için altyapı, “toplumsal üretim ilişkileri” etrafında bir değerlendirmedir. Üretici güçler kavramı burada önemli bir rol oynar. Sadece ekonomik ya da teknolojik alanla sınırlı olmayan bir üretim süreci söz konusudur. Bu nedenle sınıf dışı kabul edilen toplumsal ilişkiler de bu üretim süreci içerisinde değerlendirilme imkânı bulur. En azından Williams’ın kuramsal katkısı böyle zemin sağlamaktadır.
Dolayısıyla sınıfın yapısal analizinin tarihsel ve konjonktürel olmak üzere ikili karakter taşıdığı söylenebilir. Bir tarafı birikim ve piyasalaştırma etrafında yapılan, sınıfın yapısal koşullarını değiştiren, proleterleşme, metalaşma ve mülksüzleştirme sürecini ortaya çıkaran tarihsel dönüşüm sürecidir. Diğer tarafı ise değişen koşulların konjonktürel analizin öne çıktığı, toplumsal üretim ilişkilerine yapılan atıftır. Bu nedenle Polanyi’nin “çifte hareketi”, bu ikili çerçeveden hareketle yeniden düşünülebilir.
Sınıf Analizinde Sınıf Mücadelesi
Sınıf mücadelesi kavramının Marksist teorinin “anahtar sözcüğü” olduğu ve merkezi bir rol oynadığı birçok Marksist tarafından kabul edilir. Bununla birlikte, kuruculardan başlayarak kavram üzerine yapılan tartışmalarda çeşitli anlamlar ve içerikler ortaya çıkmıştır.
En genel anlamıyla sınıf mücadelesi, üretim tarzı ve üretim süreciyle ilişkilidir. Kavram, mülksüzleştirilen, üretim araçlarından ayrıştırılan işçilerle, mülkiyeti elinde bulunduran sınıf arasındaki bir mücadeleye atıfta bulunur. Üretim sürecinde artığa el koyma etrafında gelişen bu mücadeleler, kitlesel üretimin geliştiği sanayi ve fabrika merkezleri nedeniyle sık sık bu alan etrafında tanımlanır. Elbette burada söz konusu olan basit bir ekonomik biçim ve talep ekseni değildir. Aynı zamanda artığa el koyma sürecinin tersine çevrilmesi ve “mevcut mülkiyet sisteminin alaşağı edilip alternatif bir sistemin tesis edildiği bir siyasi kavrayışa yol açar” (Patnaik, 2015: 83-4)
Bunun yanında kavram, ikinci bir noktayı daha vurgular. Komünist Manifesto’nun “bugüne kadar tüm toplumların tarihi sınıf mücadelelerin tarihidir” diye başlayan ünlü açılış cümlesi, bu noktanın altını çizer. Bu vurguyla birlikte farklı toplumsal formasyonlardaki karşıtlıkların sınıflı toplumların tümüne içkin olduğu bir durum anlatılır ve dolayısıyla kavram, aynı zamanda tarihsel bir mücadeleyi dile getirir. Dolayısıyla sınıf mücadelesi, üretim süreciyle ilişkili olduğu kadar farklı sınıflar arasındaki tarihsel mücadeleye de aittir. Marx ve Engels’e göre bu tarihsel mücadele kapitalizmle birlikte keskinleşen bir karakter kazanır. Sınıf konumları ve çelişkileri “burjuvazi ve proletarya” etrafında netleşir. Elbette buradaki tanım analitik kategoriye değil, bir tür gidişata, tarihsel bir harekete atıfta bulunur.
Kavramın sınıf konumları ve çelişkilerinin keskinleşmesiyle öne çıkan üçüncü bir anlamı somut mücadele anlarına odaklanan biçimidir. Bir başka deyişle sınıf mücadelesi, toplumsal patlama, isyan ya da ayaklanma biçimleriyle ilişkili olarak da değerlendirilmiştir. Marx ve Engels, 1848 devrimlerini bu biçimiyle ele alır. Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim gibi metinlerin her biri, sınıf mücadelesini merkeze alarak tarihsel soyutlamayı ve somut durumun analitik analizini geliştirir.
Kavram üzerine geliştirilen çoğu içeriğin yukarıdaki tanımlar etrafında yapıldığı söylenebilir. Başka bir deyişle “üretim sürecinde meta olarak muamele görmek karşısında verilen mücadeleler”dir. Yine de çalışmanın genel bağlamı düşünülürse bu noktaya “emek piyasasında meta olarak muamele görmek karşısında verilen mücadeleleri” (Silver, 2004: 244) de eklemek gerekir. Başka bir deyişle Marx ve Polanyi bağlamında işçi hareketleri incelemesi için sınıf mücadelesi noktasına bir başlık daha eklemek yararlı görünmektedir; metalaşma sürecinin yarattığı sınıf mücadeleleri.
Genelde düzeyde soyutlandığında meta, ikili karaktere sahiptir. Bir taraftan meta, üretim sürecinin bir ürünü olarak görünür. Bu üretim sürecinde artığı el koyma, karı maksimize etme gibi durumların her biri ücretli emeğin sömürüsü üzerinden meta çıktısını arttırmanın yollarını arar. Bununla birlikte meta, sadece üretim süreciyle ve üretim sürecinin çıktısıyla ilişkili değildir. Aynı zamanda “toplumsal bir biçimdir.” Bu nedenle “kapitalist üretim sürecinin çıktı olarak üretilemeyen iktisadi ilişkilerini kapsayabilen bir esnekliğe sahiptir. Bunlar içinde en önemli ikisi, işgücü piyasasında meta-biçiminde içerimlenen emek gücü, kapitalist biçimde üretilemeyen ve bu nedenle arazi piyasasına dahil edilen topraktır” (Albritton, 2015: 105). Dolayısıyla meta, hem kapitalist üretimin ürün olarak çıktısı hem de bu sürecin ürettiği toplumsal bir ilişki biçimi olarak görünür.
Doğrudan kapitalist üretim sürecinin üretmediği şeyleri kapsama ya da içerme bakımında metalaşma kavramı da aynı esnekliğe sahiptir. Meta kavramında olduğu gibi metalaşma da ikili bir özellik ortaya çıkarır. Bir taraftan kavram, “kapitalizmin tüm temel iktisadi değişkenlerinin sermayenin içsel meta-ekonomi mantığı altında içerimlenmesi anlamına gelir” (Albritton, 2015: 106). Önceden kullanım değerine sahip olan ama mübadele değerine sahip olmayan şeylerin piyasa ilişkilerine dahil edilmesi, ortak kullanım değerlerine sahip olan şeylerin özel mülkiyete dönüştürülmesi ya da eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi temel insani ihtiyaçların ve yeniden üretim alanının piyasalaştırılması bunun örnekleri olarak görülebilir. Bunların her biri kapitalist üretim sürecinin doğrudan meta çıktısı değildir ama metalaşmayla birlikte bu ekonomik mantığa içerimlenmiştir.
Metanın toplumsal bir biçim olduğu gibi metalaşma da toplumsal bir ilişki biçimine gönderimde bulunur. Başka bir deyişle bu süreç “hayatımızın piyasa dışı değerler ve normlar tarafından yönlendirilen birçok boyutuna piyasaların egemen olmasıdır” (Gomez-Baggethun, 2020: 109). Bu nedenle kavramın kapitalist üretim biçiminin yaymaya çalıştığı toplumsal ilişki biçimiyle (piyasa toplumu) eş zamanlı gittiği söylenebilir.
Sonuç olarak metalaşma kavramı, bir tür yayılma sürecini anlatır. Başka bir deyişle önceden meta olmayan şeylerin metalaştırılması ve bu metalaşma sürecine kapitalist toplumsal ilişki biçimlerinin yayılmasına atıfta bulunur. Bu süreç, aynı zamanda önceden meta olmayan şeyler ya da müştereklerde piyasa dışı gelişen toplumsal ilişki biçimlerinin de yerinden edilmesini gerektirir. Çünkü herhangi kullanım değerine sahip bir şeyin özel mülkiyet mi yoksa ortak mülkiyet temelinde mi gelişeceği sorunu şeyler üzerinde iki farklı toplumsallık tahayyül etmeyi beraberinde getirir ve bu da onu sınıf mücadelesinin bir parçası yapar. Bir diğer ifadeyle şeyler üzerinde iki toplumsal ilişki biçiminin aynı anda gelişmesi oldukça zordur ve metalaştırmanın yaydığı toplumsallık olan piyasa toplumu ile müşterekleştirmeye ve ortak mülkiyete dayalı toplumsal ilişki biçimleri arasında bir çatışma söz konusudur. İşte bu nokta, metalaştırma sürecini sınıf mücadelesi etrafında düşünmeyi beraberinde getirir.
Bu noktada bir alıntıyla devam edilebilir:
Marx, hiçbir zaman ‘metalaşma’ terimini kullanmamıştır, ancak onun bütünlüklü teorisi, bu kullanıma davet çıkarır. Terim, bir şeyin aşama aşama metaya dönüşmesi sürecini çok iyi ifade eder ve Marx, yaşamın yeniden üretiminin metalaştırılmasını kapitalizmin ortaya çıkışı ve devamlılığı açısından bir önkoşul haline geldiği için, toprakta ve gıda üretiminde özel mülkiyetin yaratılmasının ardındaki şiddetli mücadelenin açıkça farkındadır. Dahası, Marx’ın Kapital‘inin temel amacı, metalaşma sürecinin tamamlanması varsayımı üzerinden sermayenin içsel mantığının izini sürmek iken, aynı zamanda, mevcut hiçbir ekonomide metalaşmanın asla tamamlanmadığını anlamamızı da sağlamaktadır (Albritton, 2015: 106).
Mülksüzleştirme yoluyla birikim, yeni çitlemeler gibi süreçlerin her biri bahsi geçen aşama aşama metaya dönüşme sürecinin tanımı olarak da görülebilir. Üretim alanında olduğu gibi yeniden üretim alanında da bir metalaşma ve piyasalaştırmanın egemen olma noktasına doğru ilerlemektedir. Ancak hem Marx’ın Kapital’inden dolaylı yolla çıkarılan sonuçta hem de Albritton’un makalede iddia ettiği üzere hiçbir ekonomide “topyekûn bir metalaşma” mümkün görünmemektedir (Albritton, 2015: 105-106). Dolayısıyla topyekûn bir metalaşma süreci mümkün değilse şeyler üzerinde ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal ilişkinin gelişim koşullarının her zaman bulunduğu ve bu noktanın sınıf mücadelesi kapsamına dahil edilebileceği söylenebilir.
Sınıf mücadelesi ve karşı hareketler ilişkisinin mantıksal çerçevesi bu noktada şekillenmektedir. Genel ya da tarihsel olarak karşı hareketler, “toplumun savunusu” çizgisi etrafında gelişip, piyasalaştırma ve metalaştırma karşısında yükseliyorsa burada topyekûn bir metalaştırmadan bahsedilemeyeceği ve hareketlerin aslında hem buna tepki olarak hem de buradaki boşluktan yükseldiği söylenebilir. Aynı biçimde toplumun savunusu çizgisi basitçe savunma refleksi etrafında değerlendirilemeyecek kadar karmaşık özellikler göstermiştir/göstermektedir. Bu çizgi aynı zamanda piyasa toplumunun verili toplumsal ilişki biçimlerinin ötesine geçmeyi, alternatif bir ilişki biçiminin imkanlarını da aramaktadır. Dolayısıyla tüm bunlar metalaştırma karşısındaki mücadeleleri özgün bir biçimde sınıf mücadelesi kapsamına eklemlemektedir.
Sınıf Analizinde Sınıf Bilinci ve Sınıf Oluşumu
Sınıf bilinci ve sınıf oluşumu üzerine tartışmalar birlikte ele alınacaktır. Bunun önemli bir nedeni, her iki kavaramın da politik ve örgütlenme düzeyleri ile olan tanımlanma çerçevesidir. Sınıf bilinci üzerine en bilindik eser Lenin’in Ne Yapmalı adlı metnidir. Lenin, Alman Sosyal Demokrasi Partisi’ni model alarak Rusya üzerinde bir tartışma yürütür. Dönemin işçi hareketleri ve sınıf örgütleriyle polemikler içinde ele alınan bu metin, işçi sınıfı bilinciyle ilgili sonradan pek çok devrimci hareket tarafından kullanılacak bir yöntem önerir. Burada sınıf bilinci, çoğunlukla ideolojik bir çerçevede tanımlanır ve neredeyse bütünüyle örgüt ve strateji tartışmalarıyla ilgilidir.
Sınıf bilincine dair kuramsal katkı ise George Lukacs tarafından yapılır. Tarih ve Sınıf Bilinci adını verdiği metin oldukça kapsamlıdır. Lukacs da Lenin ile aynı amacı taşır. Temel olarak proletaryanın örgütlenme sorunlarına, proletarya bilincine dair analiz çerçevesi geliştirerek somut sorunlara çözüm önerileri getirir. Lukacs Marx’a atıfla argümanını “meta” kavramından geliştirir ve “şeyleştirme ve proletarya bilinci” arasında bir tartışma inşa eder.
Sınıf bilinci üzerine tartışmasının bir hattı yukarıdaki gibidir ve ideolojinin ağır bastığı içeriklere sahiptir. Diğer hattı ise “deneyim” kavramı etrafından inşa edilen ön plana çıkan tartışmadır. Bu çerçevede yine emek tarihçileri ve özellikle Thompson’ın sınıf bilinci ve sınıf oluşumuna yönelik argümanları ön açıcı olmuştur.
Tıpkı diğer tartışmalarında olduğu gibi Thompson, sınıf tartışmalarını da Avrokomünistlere ve özellikle Althusser’e karşı yapar. Sınıfın yapısal analizi, sınıf bilinci, sınıf mücadelesi gibi Marksizm içerisinde merkezi bir rol oynayan kavramların yanında İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu adlı kapsamlı çalışmasıyla Thompson, “oluşum” kavramını da buraya bir şekilde dahil eder. Thompson’a göre “oluşum, faile olduğu kadar koşullanmaya da çok şey borçlu olan etkin bir sürecin incelenmesidir. İşçi sınıfı belirlenen bir zamanda güneş gibi doğmaz. Kendi oluşumunda oradadır” (Thompson, 2004: 39).
Thompson, öncelikle kavram üzerinde karmaşa yaratan isimlendirmelerden yola çıkar. Bu nedenle “çalışan sınıflar” ya da “ücretli emekçiler” gibi Marksist sınıf tartışmalarında çokça tercih edilen kavramların yerine “sınıf” terimini kullanır. Çünkü Thompson’a göre terimler, farklı fenomenleri gevşek bir biçimde yan yana getiren bir çağrışım yapar (Thompson, 2004: 39). Oysa sınıf, bundan çok daha fazlasıdır. Sınıfın failliğini vurgulayacak biçimde Marksizm içerisindeki diğer tartışmalara atıfla şunu söyler:
Sınıftan, ilişkisiz ve birbirine benzemez gibi görünen bir dizi olayı, hem deneyimin hammaddesinde hem de bilinçte birleştiren tarihsel bir fenomeni anlıyorum. Bunun tarihsel bir fenomen olduğunun altını çiziyorum. Sınıfı bir “yapı” ve hattâ bir “kategori” olarak görmüyorum. İnsan ilişkilerinde gerçekten olan (ve oluşumu da gösterilebilen) bir şey olarak görüyorum (Thompson, 2004: 39).
Görüldüğü gibi Thompson’ın ilk vurgusu sınıf tartışmalarında deneyimin önemli bir rol oynaması yönündedir. Aynı zamanda sınıfın tarihsel bir fenomen olduğunu da tekrar tekrar vurgular. Çünkü Thompson, kendi sınıf kavrayışını diğer kavrayışlardan ayırt eden önemli şeylerden birinin bu olduğunu düşünür. Silver’ın Polanyi’den yola çıkarak söylediği sarkaç-vari sürekli inşa hareketleriyle Thompson’ın “tarihsel bir fenomen” olarak andığı şey arasında önemli bir bağlantının olduğu söylenebilir.
Thompson ile birlikte sınıf bilinci elde etme konusunda deneyim kavramı görünür hale gelir. Buradaki anlamıyla deneyim kavramın gücü, karşıtı olduğu Althusser’ci “ideoloji” kavramına denk gelir. Kavramın gelişiminde Thompson’ın Kapital yerine önemli ölçüde Marx’ın politik yazılarını ele aldığı söylenebilir. Elbette bu, kendisini eleştirenlerin çokça suçladığı gibi Thompson’ın sınıfın yapısal haritasının reddettiği anlamına gelmez. Thompson, üretim ilişkileri ve sömürü deneyimini, mücadele içindeki sınıfların varlığıyla birlikte ele alır. Başka bir deyişle içinde bulundukları koşullardan hareket eden insanların eylemlerinin ve failliklerinin hem koşulları hem de eylemi kapsayacak bir dengede olmasıdır. Kısacası Thompson, sınıf mücadelelerinin, sınıf bilinci ve sınıf oluşumunu da içerecek biçimde deneyimler ortaya çıkardığını iddia eder. Thompson’ın İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu adlı eserinin önsözünde yazdığı bir paragrafla Marx’ın 18. Brumaire’in girişinde yazdığı paragraf arasındaki benzerlik hemen göze çarpar:
Sınıf deneyimi, büyük ölçüde insanların içine doğdukları ya da iradeleri dışında girdikleri üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Sınıf bilinci, gelenekler, değer sistemleri, düşünceler ve kurumsal biçimlerde somutlaşan bu deneyimlerin kültürel terimlerle ele alınmasıdır. Deneyim kesin görünürse de sınıf bilinci görünmez. Benzer deneyimleri yaşayan benzer meslek gruplarının tepkilerinde bir mantık görebiliriz ama bundan herhangi bir yasa çıkaramayız. Sınıf bilinci değişik zamanlarda ve yerlerde aynı şekilde ortaya çıkar ama hiçbir zaman tam tamına aynı şekilde değil (Thompson, 2004: 40).
Dolayısıyla Thompson, sınıf bilinci ve sınıf oluşumu konusunda tarihselliği, deneyimi ve insanların kendi aralarında yarattığı kurum ya da gelenekleri ele alır. Çalışmalarında sömürü ve mücadele deneyimini merkeze alır ve sadece yapısal koşulları değil, insanların içinde bulundukları gelenekleri, değerler sistemlerini, düşünceleri de ele alır. Dolayısıyla Thompson’ın bunlar arasındaki ilişkiyi “dışsal” olarak değil “içsel” biçimde kurduğu söylenebilir. Bu da sınıf analizine “içsel” olarak dahil edilebilecek “sınıf dışı” ilişkilerin, halihazırda Thompson’ın sınıf bilinci ve sınıf oluşumu tartışmasında da önemli bir rol oynadığı anlamına gelir.
Kısacası Thompson, sınıf bilinci ve sınıf oluşumunun merkezine sınıf mücadeleleri koymakta, bunların belirli soyutlamalar ya da yasalarla değil deneyimler aracılığıyla elde edildiğini ve tarihsel bir fenomen olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylemektedir. Bu da her tarihsel dönemin kendi yapısal sınıf analizlerini, sınıf mücadelelerini ve bunlardan ortaya çıkan sınıf bilinci ve sınıf oluşumunu beraberinde getirir.
Ve biz tarihi belirli bir anda durdurursak, ortada sınıflar kalmaz; yalnızca çok değişik deneyimleriyle çok sayıda insan kalır. Ama biz bu insanları toplumsal değişim içinde yeterince izlersek, ilişkilerin de, düşüncelerinde ve kurumlarında düzenlilik görürüz. Sınıf, insanların kendi tarihlerini yaşarken kendilerinin tanımladığı bir şeydir ve sonuçta sınıfın nihai tanımlaması da budur (Thompson, 2004: 41-2).
Dolayısıyla Thompson için sınıf, bir tür üst fenomen gibidir. Başka bir deyişle sınıf mücadelesi, sınıf bilinci ve sınıf oluşumunun bütünselliği gibi görünür.
Thompson’ın sınıf bilinci ve sınıf oluşumuna yönelik kavrayışları Marksizm içinde oldukça tartışmalıdır. Bu yaklaşıma dair çeşitli düzeylerde eleştiriler dile getirilir. Bu nedenle Thompson’ın sınıf kuramının bir takipçisi sayılabilecek Ellen Meiksins Wood hem bu eleştirilere yanıt verir hem de Thompson’ın yaklaşımına daha kuramsal bir zemin kazandırır.
“İlişki ve süreç olarak sınıf” adını verdiği bir makalede Wood, Thompson’a yönelik eleştirileri birkaç başlık altında toplar. Sınıfı kültürelci bir biçimde ele aldığı, nesnel üretim ilişkilerini yok saydığı, sınıf oluşumuna yönelik iradeci ve öznelci bir biçimi öne çıkardığı gibi bir dizi eleştiri bunlardan bazılarıdır (Wood, 2001: 94). Wood’a göre Thompson’a bu eleştirileri yönelten Perry Anderson ve Gerald Cohen’in temel tezi, Thompson’ın sınıf kavrayışının Marx’ın “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” diye ayırdığı kısmın ikincisi yönünü tercih ettiği görüşüdür. Birinci konum, “nesnel” sınıf analizleriyle ilgili olduğu için onlara göre Thompson bu tartışmayı görmezden gelir ve “kendinde sınıf” ile “kendisi için sınıfı” özdeşleştirir. Diğer bir deyişle Thompson, sınıfı, sınıf bilinciyle özdeşleştirir. Dolayısıyla “bir sınıf, bu biçimde var olana kadar sınıf değildir” (Wood, 2001: 94) sonucuna varılır. Oysa Wood, durumun tam tersi olduğunu iddia eder. Buna göre “Thompson’ın sınıf kavrayışının büyük gücü, sınıf bilincinin yokluğunda da sınıfın eylemlerini tespit etme ve açıklama yetisine sahip olmasıdır” (Wood, 2001: 94). Gerçekten de Thompson’ın “sınıf olmadan sınıf mücadelesi” tezi bunu doğrular niteliktedir. Sınıf mücadelesini sınıf kavrayışının merkezine aldığı için sınıf bilinci, sınıf oluşumu gibi kavramlar bununla ilişkisellik içinde gelişir. Diğer taraftan Thompson yapısal sınıf analizlerini görmezden gelmez ve bunu “yapılaşmış süreçler”in tarihsel analizine dahil eder. Başka bir deyişle Thompson, sınıfın yapısal analizini sınıf mücadelesinin baskın göründüğü bir içerikte anlatır. Dolayısıyla “sınıf oluşumları ve sınıf bilincinin keşfi, insanlar bu sınıf durumlarını ‘deneyimledikçe’ ve ‘yaşadıkça’, mücadele sürecinden doğar. İşte bu anlamda sınıf mücadelesi sınıfı önceler” (Wood, 2001: 95).
Burada belirtilmesi gereken bir diğer önemli nokta, sosyolojik tartışmalarda da oldukça karmaşık hale gelen yapı-özne ve yapı-süreç ayrımına yönelik Thompson’ın aldığı konumdur. Thompson, “süreç” ya da “yapı” arasında bir tercih yapmaz, aksine tarihsel metninde sınıf mücadelesinin geçtiği koşulları “yapılaşmış süreçler” (Wood, 2001: 94) etrafında değerlendirir. Bu nedenle
o (Thompson), yapıyı tarihle karşı karşıya getiren ve sınıfa dair “yapısal” açıklamayı nesnel, durağan sınıf yerlerinin şemasını çizmekle özdeşleştirirken, sınıf oluşumu sürecini görünüşte daha önemsiz bir tarihsel ve empirik açıklamaya ayıran kuramsal bir düalizmden yola çıkmaz. Bunun yerine, tarihsel materyalizmin ilkelerini ve maddi olarak yapılaşmış tarihsel süreçler kavrayışını ciddiye alan Thompson, sınıf oluşumu sürecini maddi belirlenimlerin “mantığı” tarafından biçimlenen tarihsel bir süreç olarak görür (Wood, 2001: 96).
İlişki ve sürecin merkeze alındığı sınıf analizi kavramı, karşı hareketleri inceleme konusunda oldukça verimli bir zemin sunmaktadır. Çünkü hem Marksist hem de Polanyici anlamda işçi hareketlerinin tarihsel ve konjonktürel niteliklerini sergilemesinde belirli bir kombinasyon sağlayabilir.
Sonuç
Buraya kadar olan kısımlar, toplumsal hareketlere yaklaşım konusunda sosyolojik bir Marksizmin önemini ortaya çıkarmaktadır. Epistemoloji açısından sosyolojik Marksizm tartışmaları, çeşitli biçimleriyle gündeme gelmiştir. Örneğin Henri Lefevbre (1982), Tom Bottomore (1985) eserleri bu çerçeveden hareket eder. Diğer taraftan Erik Olin Wright (2000) ve Michael Burawoy (2000, 2003) gibi düşünürler ise tartışmayı neoliberal ya da post komünist çağda “Marksizmin yeniden inşası” etrafında ele alır. Çalışmanın genel çerçevesi ve toplumsal hareketler için ikinci yaklaşımın daha uygun olduğu söylenebilir.
Toplumsal hareketlerin, ayaklanmaların ve isyanların giderek yayıldığı bir dönemde sosyolojik Marksizmin nasıl konumlanacağı önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Burada ikili bir çerçeve vardır; sosyolojik Marksizm, bir taraftan karşı hareketlerin oluşum zeminlerini irdeleyip bu hareketlere neden olan tarihsel ve konjonktürel dönüşümleri içerir; diğer taraftan hareketlerin toplumla ve devletle olan genel ilişkisine ya da geri çekilip sönümlendiği noktalara odaklanır. Özellikle Michael Burawoy’un sınırlarını çizdiği bu kavrama biraz daha yakında bakmak gerekir.
Burawoy’a göre Sosyolojik Marksizm ihtiyacını Post-komünist çağ ortaya çıkarır. Sosyalizmin hem tahayyül hem de reel olarak çöküşü, Marksizmin de sonunun geldiğine dair bir tartışmayı ateşlemiştir. “Başka alternatif yok” sloganı etrafında zaferini ilan eden kapitalizm, tüm alternatiflerin ortadan kalktığını belirtir. Ancak çok geçmeden anlaşılmıştır ki kapitalizm uzun erimli oldukça Marksizmin de uzun erimli olmasını garanti etmektedir (Burawoy, 2003, 194). Yine de kapitalizmin kendini inşa ettiği gibi Marksizmin de kendisini yeni inşa etmesi gerekir. Dolayısıyla Burawoy’a göre bu yeniden inşa sürecinde Sosyolojik Marksizm önemli bir rol oynayacaktır.
Burawoy için Sosyolojik Marksizm tartışmaları, temelde toplum analizi ve özelde sosyalist toplum analizi etrafında şekillenir. Başka bir deyişle karşı hareketlerin demokratik bir sosyalizm ile olan ilişkisi etrafında konumlanır. Çoğu Marksist gelenek, analiz çerçevesini devlet ve ekonomi ilişkilerine yöneltmiştir ve toplum analizi, çoğunlukla geri planda kalmıştır. Bu nedenle sosyalist bir toplum tartışması, önemli bir ihtiyaç olarak kendini gösterir. Burawoy bu ihtiyaca Gramsci ve Polanyi’nin yazılarına dönüş yapan bir tür sentez ile cevap verir. Her ikisinin yazıları günümüz dünyasında Marksizmin yeniden inşası için önemli bir temel sağlar.
Gramsci’nin toplum analizi “sivil toplum” tartışmaları etrafında gelişirken Polanyi için piyasa genişlemesi, toplumu tehdit edecek bir noktaya kadar gelir ve beraberinde karşı hareketi ortaya çıkarır. Ancak tam bu noktada karşı hareket, kendisini “aktif toplum” (Burawoy, 2003: 198) olarak yeniden inşa etme olanağını da içerir ve hatta içinde demokratik bir sosyalizmin embriyosunu barındırır (Burawoy, 2003: 193). Buradaki diyalektik ilişki, klasik Marksizmin tartışmasıyla benzer bir nitelik taşır. Toplum, bir yanda piyasa genişlemesi aracılığıyla yok edilirken diğer taraftan bu yıkıntının içinde yeni bir toplumsal ilişki geliştirir. Görünüm itibariyle bu toplumsal ilişkinin meta dışı ya da müşterek bir nitelik taşıması gerektiği söylenebilir. Dolayısıyla karşı hareketler, sürekli olarak meta dışı bir tahayyül etrafında geliştirdikleri toplumsal ilişkiyi, piyasanın toplumsal tahayyülü ile karşı karşıya getirir. Bilindiği anlamıyla toplum çözülürken “aktif toplumu” inşa etme olanağı da tam olarak bu noktadan şekillenir.
Tüm bunlardan hareketle Sosyolojik Marksizmin genel hatlarıyla ikili bir hat izleyeceği söylenebilir: Gramsci aracılığıyla devlet ve toplum, Polanyi aracılığıyla piyasa ve toplum (Burawoy, 2003: 199). Piyasalaştırma, metalaştırma, proleterleştirme, mülksüzleştirme gibi kategoriler karşı hareketlerin oluşumlarını anlama konusunda olanak sağlarken, hegemonya, karşı hegemonya, ortak duyu gibi kavramsal setler de hareketlerin kendi kendilerini sürdürme, devletle olan mücadelesini kavrama noktasında önemli açılımlar sağlar. Ekonomi ve devlet ilişkileri dışında toplum analizi ve özel olarak da toplumsal hareketler açısından bu ikili çerçevenin oldukça faydalı olacağı söylenebilir.
Sonuç olarak toplumsal hareketlere metodolojik yaklaşım ve kuramsal bir katkı hedefleyen bu makale, Burawoy, Silver gibi düşünürlerin geliştirdiği çerçeveye de katkı sunmaya çalışmıştır. Burawoy ve diğer düşünürlerin “Marksizmin yeniden inşası” dedikleri durum için belirli düşünürlere dönmek ve belirli kombinasyonlar sağlamak oldukça önem arz etmektedir. Polanyi ile Marksizm ilişkisi bunlardan biridir. Karşı hareketleri anlamak için meta, ilk birikim, sermaye birikimi, piyasalaştırma süreci ve büyük dönüşüm birlikte ele alınabilir.
– BİTTİ –
[1] Thompson’dan aktaran Wood, bkz, Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, sf. 84.
Fotoğraf: Tobias Nordhausen, “Karl Marx anıtı, Chemnitz, Almanya”, (CC BY-NC-SA 2.0)