Sınıf perspektifinin siyasal analizin merkezinden dışlanması, siyasal programın merkezine sınıf dışı kavram, özne ve taleplerin konmasına neden olmaktadır. Ne kadar hoşnutsuzluk yaratacak olsa da Gezi’nin mirasına bir de bu gözle bakmak gerekmektedir.


GÖKHAN BULUT

Gezi direnişi ile ilgili en önemli tartışma başlıklarından biri de Gezi direnişine katılanların “kim” olduğuydu. Halen süren tartışmaları çözümlemek ve Gezi’nin şu iki temel karakterini vurgulamak gerekiyor. Bir, Gezi direnişi sınıfsal karakterlidir ve iki, direnişin iki dayanağı bulunmaktadır: Türkiye devrimci hareketinin ve Cumhuriyet aydınlanmasının birikimi. Gezi, Mahir’i Mustafa Kemal’le “tekrar” buluşturmuştur. Hem siyasi iktidar hem de sosyalist olmayan “sol” için temel sorun da asıl olarak buradan kaynaklanmaktadır.

Direnenlerin sınıfı, direnişin sınıfsallığı

Direnişin ve direnenlerin sınıfsal karakterine dönük kafa karışıklığının nedenlerinden biri işçi sınıfının geleneksel kurumlarının direnişte görünür olmamasıydı. Direniş alanları güvenceli, güvencesiz işçiler ile geleceğin işçileri olan öğrencilerle doluydu. Direnişin bu denli uzun ve inatla sürmesinin bir nedeni de sınıfın bu düzenden umudunu kesmiş haliyle “orada” olmasıydı. Bu koşullardaki sınıfın “aktüel” üyeleri olan işçiler (ve işsizler) ile sınav şikeleri ve yüksek işsizlik oranları gibi nedenlerle iş bulma ümidini kaybeden sınıfın “müstakbel” üyeleri olan öğrenciler, direniş alanlarını dolduranların büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. Kendilerinden “beklenen” sınıfsal tepkileri verip vermedikleri tartışması, ideoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin tüm başlıklarını kapsar ve bu yazının sınırlarını oldukça aşar. Özetle söylemek gerekirse işçi sınıfının kendi programı ve örgütleriyle direnişte görünür olup olmadığı gerçeğinden çok daha önemli olan direnişçilerin sınıfsal kimlikleri ve taleplerin sınıfsal niteliğidir.

Direnişin sıcak sokak mücadelesi günlerinde direnişçilerin yaşamı artık “iş ve iş dışı” olarak değil “direniş ve direniş dışı” olarak bölündü. İş dışı saatlerin işin ve emeğin yeniden üretimi için örgütlendiğini gösteren tüm davranış kalıpları değişti; iş (saatleri) artık adeta “direnişin ve direnişçinin yeniden üretildiği” saatler olmaya başladı. Böylece bir yandan geçim faaliyeti sürerken diğer yandan direniş devam etti. Gündelik yaşamın emekçilerce özgür kullanımı önünde engel olan mesai saatleri özgürlük mücadelesi için emekçilerin yeniden anlamlandırarak kullandığı zamanlar oldu. Böylece gündelik yaşamın mesai dışı saatlerindeki tüm algı ve anlayışlar da önemli ölçüde etkilendi.

Kamusal alanlar dayanışmanın ve yeniden anlamlandırmanın mekânı haline geldi; ilişkilere dayanışma ve özveri hâkim olmaya başladı ve düşünce matrislerinde burjuvazinin kültürel kavramlarının yerini eşitlikçi fikirlerin gündelik kullanımları almaya başladı.

“Orta sınıf” ile tanımlamak ne anlama geliyor?

Direnenlerin “orta sınıf”; direnişin “orta sınıfın yaşam tarzı tepkileri” olduğu yorumlarının ağırlık kazandığını da hatırlayalım (Öte yandan “orta sınıf” teriminin anlamı ve analitik değerinin genel mutabakattan yoksun olduğunu da söylememiz gerekiyor). Buna direnişin simgeleşen “kentli” fotoğrafları kadar hatta ondan daha çok “laiklik talebi” neden oldu.

AKP’nin iktidara gelişinden direnişe kadar geçen 11 yılda ve bugüne kadarki 20 yılda düzene ilişkin ilerici ve gerici eleştirilerin birbiri içine girdiğini söylemek yanlış olmaz. Hatta rejime yönelen gerici eleştirilerin ilerici eleştirileri hakimiyeti altına aldığını bile ifade edebiliriz. İslamcıların liberaller ve sol liberallerle girdiği ittifakların amacı yürüklükteki “rejimin ve hegemonyanın” yıkılmasıyla sınırlı kalmayıp yeni neoliberal İslamcı hegemonyanın kurulması amacını da taşıyordu. Laiklik büyük ölçüde “Kemalist resmî ideoloji” sayıldığından, Kemalizm karşıtı tüm düşünce akımları laiklik karşıtlığında birleşti. Bu noktada laiklik savunusu ve talepleri de bu ittifakın elbirliği ile “faşizm” olarak tanımlanmaya kadar götürüldü. Direnişin “orta sınıflar ve onların yaşam tarzı tepkisi” olarak adlandırılmasına neden olan da büyük ölçüde sosyalizm ve aydınlanma karşıtı bu düşünsel ittifakın direnişin içini boşaltma çabasıydı. Gezi’ye dönük sapmış analizlerin temelinde de bu birleşimin mayası bulunuyordu.

Kimdi Gezi’dekiler? veya “Gezi” gölgesinde kalan “asıl Gezi”

Açıkça ifade etmek gerekiyor: Gezi direnişi Gezi parkında başlamış ve park direnişe adını vermiş olsa da “asıl Gezi” bu “park”ın sınırları dışına taşanlardan oluşuyordu: -Park olan- Gezi dışındaki kitleler, Gezi dışındaki talepler, Gezi dışındaki direnişler… Hatta -direniş olan- Gezi Gezi’de kalsaydı, basit bir “orta sınıf ve yaşam tarzı eylemi” düzeyiyle sınırlı kalabilirdi ama direnişin asıl olarak siyasallaştığı ve sınıfsallaştığı yer parkın dışındaki Gezi’ydi ve park dışındaki milyonlarca insanın şikayetleri ile talepleri, “laiklik (Cumhuriyet) ve (geleceksizleştirmeye/güvencesizleştirmeye karşı) liyakat” ekseninde toplanıyordu. Bu talepler Gezi Parkı’nda kurulan “alternatif yaşam”ı oldukça aşan ve asıl olarak direnişi politikleştiren unsurdu. Gezi, parklardaki “alternatif yaşam” talepleriyle kalsaydı, o zaman “orta sınıf” yakıştırmaları daha geçerli ve ciddiye alınabilir olabilirdi fakat asıl Gezi, kent merkezlerinden de çok “mahallelerde” yaşandı. Kentin büyük ve merkezi kamusal alanları/meydanları dışında mahallelerdeki direniş oldukça belirleyiciydi. Buralardaki devrimci kadro, direniş ve refleks direnişin çekirdeğine yerleşmişti ve bu beceri on yıllardır süren mücadele birikiminin sayesinde gösterilebilmişti. Ankara’da özellikle Mamak, Dikmen, Tuzluçayır, İncirli; İstanbul’da Gazi; Antakya’da Armutlu vb. başta olmak üzere semtlerde, merkezlerde ivme kaybederken bile tüm canlılığıyla süren direniş, belirleyici ve sürükleyici olmuştu. Akşama kadar semtlerde direnenler akşamüzeri merkeze doğru hareket ediyor ve ellerindeki devrimci önderlerin yanı sıra ve çok daha ağırlıklı olarak Mustafa Kemal resimli bayraklarla direnişin sürmesini, merkezde tekrar canlanıp tekrar mahallelere yayılmasını sağlıyordu. Gezi’nin karakterini tespit etmeye çalışırken bunları da hesaba katmak; “parkta” oluşmuş olan deneyimin kısıtlayıcılığını tespit etmek ve bu kısıttan analitik olarak kurtulmaya çalışmak da gerek.

Gezi’de yükselen “bayrak” ve barikata çağırılan Mustafa Kemal

Dolayısıyla temel bir tartışma da alana hâkim olan simge ve sembollere ilişkindi. Türkiye Cumhuriyeti bayrakları ve Mustafa Kemal posterlerinin yaygınlığı, kimilerince “sağcılaşma, eylemlerin içini boşaltma, faşizme kayma” olarak algılandı. Bu algıların hakimiyetinin nedeni 1980 sonrası devlet politikaları olduğu kadar yukarıda sözünü ettiğimiz ideolojik ve politik ittifakın siyasal düşünceye hakimiyetiydi.

Yaşamdaki her şey gibi, üzerindeki tüm yüklerle “bayrak” da bir anlam dönüşümüne uğradı, uğrayabilir, uğrayacaktır. O güne kadar egemenin elinde olan bayrak artık direnişçilerin eline (de) geçmiş görünüyordu. Egemenlerin egemenliklerini yeniden kurarken kullandıkları bayrak, direnişçilerin egemeni sorgularken kullandığı bir simge olarak anlamlandırılmaya başlanmıştı. AKP’nin düzenlediği mitinglerde ısrarla bayrak dağıtılması, Erdoğan’ın evlere “sade (=Mustafa Kemal fotoğrafı olmayan)” bayrak asma çağrısı, TOMA’lara bayrak yapıştırılması gibi örnekler o güne kadar egemenlerin “saldırı” aracı olan bayrağın direniş sırasında egemenlerin “savunma” aracı olarak kullanıldığını gösteriyordu.

Mustafa Kemal de yalnızca bir “figür” değildi; anti-emperyalist, laik ve halkçı karakterli Cumhuriyet devriminin önderi olarak o güne çağırılmış, direnişin politik iddia ve taleplerinin simgesi haline getirilmişti. Erdoğan’ın “sade bayrak” talebinin temel nedeni de bu buluşmaydı.

Tabii ki simgelerin ve kavramların üzerindeki tüm yüklerden hemen kurtulmuş; arınmış olduğunu söylemek mümkün değil fakat bu tür göstergelerin değerlendirilmesi bize anlamların ve sembollerin işgal edilebileceğini, savunulabileceğini, yeniden anlamlandırılabileceğini göstermektedir. Önemli olan, tamamlanmış mücadeleleri değil açığa çıkmış potansiyelleri ve dönüşümün mümkünlüğünü öne çıkarmaktır. “O gün sokakta bir kısmımızın sıfırdan öğrendiği, daha çok bilenlere başka türlüsünü öğrettiği ve herkesin çoğalttığı politik eleştiri” hepimiz için oldukça öğreticidir.

Sonuç olarak

Sosyalist solun bugün “sınıf” öznesinden ve sınıfsal karakterden bu kadar uzaklaşmış olmasında “alternatif yaşam” söyleminin ve aktörlerinin siyasete hakimiyetinin payı görmezden gelinemeyecek kadar çoktur. Sınıf perspektifinin siyasal analizin merkezinden dışlanması, siyasal programın merkezine sınıf dışı kavram, özne ve taleplerin konmasına neden olmaktadır. Ne kadar hoşnutsuzluk yaratacak olsa da Gezi’nin mirasına bir de bu gözle bakmak gerekmektedir.

Gezi’yi hatırlarken “bağzı şeylerin” adeta üzerinden atlanması, Gezi’yi anlamaya çalışırken yalnızca “alternatif yaşam”a vurgu yapılarak Türkiye devrimci geleneğinin, Anadolu halkının ilerici birikimin ve gerici saldırılarına karşı savunduğu değerlerin görmezden gelinmesi o kadar da “masum” olmasa gerek.

Çadırlar tabii ki kıymetlidir ama Gezi asıl olarak Dikmen’in ara sokaklarıdır. Flamalardan daha çok Mahir’li, Deniz’li hele de Mustafa Kemal’li bayraklardır. Simgesel önemi büyük olsa da Kırmızılı Kadın’dan ziyade Kızılay Beşlisi’dir. Öldürülenlerdir Gezi.

“Mamak geliyormuş”, “Dikmen iniyormuş”, “Tuzluçayır yola çıkmış”, “İncirli varmak üzereymiş”, söylentilerinin Kızılay göbekte nasıl da heyecan yarattığını hatırlayanlarımız olacaktır. Ve Mamak geldiğinde, Dikmen indiğinde, Tuzluçayır buluştuğunda, İncirli vardığında ne olduğunu da… Gelenlerin “kim” olduğunu da… İşte asıl Gezi, odur.

Kafamızı ne yana çevirip neye bakmayı seçtiğimiz sandığımızdan da önemli ve politik bir tercihtir.

 

 

‘Ne yapmalı’ için hatırlamalı [1]: Ne yapmıştık?

 

Bu içeriği paylaş: