AKP yarın iktidardan düşecek bile olsa, onun ideolojik zaferi çoktan kazandığı son derece aşikâr. Bugün Türkiye’de AKP ideolojisinin, hassasiyetlerinin etkilemediği, şekillendirmediği, değiştirmediği tek bir siyasal odak dahi neredeyse yoktur.
İSMAİL GÜNEY YILMAZ
“Güzelleme” kelimesi Türkiye soluna özgü gibi olan ifadelerdendir. Çoğu kez de bu olumsuz bir içerikle doldurulur: “Güzelleme yapmak.” Tanıdık gelmiştir, kulaklarımızda hâkir gören bir ihtivayla çınlayan bir söz öbeği bu. Hani, olumsuzluklara hiç ilişmeden, coşkulu ve (kendini/ siyasal çevresini) tatmin odaklı bir büyüklenme, yiğitleme gösterisi.
’60’ların sonundan bugünlere gelen uzun, çalkantılı tarihinde solun takdirden çok eleştiriyle, yukarıdan akıl vermelerle, küçümsenmeyle muhatap olduğu aşikâr. Bunca yıllık erimde övülecek, başarılmış, örnek, moral, yol olmuş hiçbir şey yok mudur?
Bizce bu tarihte böyle bir dolu tecrübe var.
Örneğin öyle uzaklara da değil, çok yakın tarihimize baktığımızda Gezi’deki devrimci müdahale, eleştirilebilecek, hayıflanılabilecek birçok diğer hakikate karşın temelde bir başarıdır. Bu sayede Gezi radikalleşmiş, gelişip, genişlemiş ve “uzamıştır”. Oradan geriye hiçbir şey kalmaması ise (öz)eleştiri oklarının asıl yönelmesi gereken odaktır.
Tabii ki bu bir “güzelleme” yazısı olmayacak, hayır. Şu konjonktürde böyle bir şey zaten istenilse dahi mümkün değil. Bu kadar kötü bir durumda olan, hareketsiz ve yönsüz duran, gerilemiş değil neredeyse artık görünmezleşmiş hâle gelen sosyalist hareket elbette hiçbir şekilde eleştiriden vâreste değil. Ama yine de bu kadar çok eleştirilen hareketin olumlanması gereken bazı temel itkileri, duruşu, bir damarı olduğunu da teslim etmek gerekiyor. En azından bir hatırlatma ve o hatırayı güzelleme, güzellenen gerçekle bir motivasyon şansı devşirebilmek için. Bu damar, geleceğe dair bir potansiyeli ve başka coğrafyalardan farklı bir çizgiyi de işaretlediği için önemsenmelidir. Ancak yine buna, potansiyel olarak durdukça paslanma riskiyle karşı karşıya olduğu uyarısı da yapılmalıdır.
Devrimcilik, belki de özellikle Türkiye’de, salt politik bilinçle, teoriyle/ bilimle/ materyalizmle değil, çok güçlü ahlakî bir kodla da şekillenip, vücut bulur. Türkiye devrimci hareketinin sözlüğünde sıkça rastlanan metafizik göndermeler bundandır. Bu gelenek böylece kendi “ilahiyat”ını kurmuş, yeryüzüne indireceği cennete çok sayıda “şehidi” ve “gaziyi” bu halk içinden böylece bulmuştur.
“Sokaktaki insan”ın “devrimci” deyince aklına gelen “çok temiz, iyi, ahlâklı, fedakâr, çıkar gözetmeyen insanlar” mitolojisi buradan hayatın içinde dolaşıma girdi. Devrimcilik, ahlâklı ve temiz olmak da demektir. Faşistin bile bilinçaltındaki referansı budur. Solculuğa en çok karşı duran dahi kalıplaştırdığı “gerçek solcu” tipolojisiyle solculuğun meşruiyetini bilinçsizce onaylar. Ahlâklı ve temiz kalamayan, devrimci de kalamaz. Pratik/ inandırıcı bir özeleştiri sunmadığı (kefâret ödemediği) müddetçe.
Hülâsâ devrimci moralin tuğlalarını koyan bir bilme hâlidir, inanç ve güvendir. İdeolojisine inanç, kavgaya güven. Mücadeleyi sürdürenleri diğerlerinden güçlü kılan da işte bu inançlı ve emin olma hâli. Onlardaki bu moralli olma durumu ve o moralle devam ettirilen kavga; ulaşabildiği sokaklara, mahallelere, köylere de moral pompalar ve devrimciliğin reformculuktan daha fazla insan kazanmasını sağlar. Ve işte bugün eksik olan halka da bu moral ve “bilme” hâlidir.
Devrimci ya da solcu olma anlamında son dönemde değişeduran öz, günümüzdeki birçok başarısızlığın da, mevcut cesaret eksiğinin de, motivasyonsuz ve etkisizliğin de şifrelerini sunuyor.
Muhalefetin sıkışmışlığını, içinde en yıkıcı hâliyle teneffüs ettiği bunalım durumunu, mücadelenin geriye çekilişini, dahası görünmezleşmesini tespit edebilmek için klasikleri hatmetmiş bir entelektüel olmaya gerek yok. Ümmîler dâhil herkesin açık seçik tarif edebileceği bir vaziyet tüm ayrıntılarıyla arz-ı endamda, ahvâlin deşifre bantları meydanda.
Burada mesele, bu olguyla nasıl baş edilebileceği, hâldeki gerçeğin başka bir gerçeklikle nasıl değiştirilebileceği sorununda/ sorusunda düğümlenip kalıyor. Elbette birçok dergide, gazetede, sitede örgütlü, sempatizan, örgütsüz kalem erbabı kendince birtakım çözüm önerileri sunuyor, fakat yazılan çizilenin, boşluktan duvarlara çarpması hakikati ters yüz edilemiyor.
Son yerel seçimlerden, özellikle de İmamoğlu’nun ezici ve küçük düşürücü zaferinden sonra AKP/ Erdoğan cephesinin bir hegemonya sendelemesi yaşadığı hakikati tartışmadan vâreste. Bu kısmî zafiyetin muhalefette en azından psikolojik üstünlük ve yine kısmî bir rahatlama yarattığı da açık. Bu, İmamoğlu’nun arkasındaki gücün bileşenlerinden, onun ideolojik/ siyasi formasyonundan tamamen bağımsız bir gerçek. İmamoğlu, seçimden altı ay sonra gidip AKP’ye üye olsaydı bile, yaşanmış, görülmüş politik vaka, bir veri olarak dipnotlarda yerini alacaktı.
Neticede tüm ipleri elinde tutan, tüm araçları hiçbir “etik” kurala riayet etmeden kullanmaktan çekinmeyen, yılların (tek başına) azametli iktidarı bir kudret sancısını tecrübe etti. Alınan toplam oy, il genel meclisi tablosu (tümüyle haksız bir gerekçe sayılamazsa da) bir avuntu oldu.
Gelin görün ki, tam da bu “zafer”in bileşenleri ve bunun siyasi formasyonu (liberallik, muhafazakâr taklitçilik, itidal kisvesi altındaki uzlaşmacılık) gerçekliğinden hareketle bu psikolojik üstünlük uzun sürmedi. Nihayetinde de, savaşın kuşatıcı ikliminde bugün tamamen bir hiçe evrildi. Hatta mevcut karma muhalefet cephesini parçalayabilecek bir güç, muhalefetin bu bekleme siyasetsizliği, “gidiciler” efsûnlaması vesilesiyle iktidarın elinde toplanmış oldu.
Evet, tam da yönetememe krizinin, ekonomik darboğazın, işsizliğin, pahalılığın ve müstakbel seçimin gündemi yoğun bir biçimde işgal etmeye başladığı safhada. Böyle günlerde “Kürt sorunu”/ “millî seferberlik” burjuvazinin her zaman en iyi tutkalı olur. Kimi can ata ata, kimi “içi kan ağlayarak” da olsa koşar “cephe”ye. Yoksulların aksine burjuvazi için bunun ekonomik bir getirisi bile vardır üstelik.
Aynı şekilde burjuva muhalefetinin ideolojisizlik tercihine karşı iktidarın ideolojiyle durması da erkin elini güçlendiriyor. Tüm diğer ekonomik, siyasal, sosyal olanakların da yine rejimde olması başka bir hakikat.
İşte, bu aymazlık, rahatlık, her şeyi muhayyel ve mükemmel bir geleceğe erteleme vaziyeti ve elbette korku sebebiyle, Kürt kuşatılırken mecliste el kaldıranlar sıranın en munis muhalefete de geleceğini anlamak istemedi. Grup Yorum yasak ve baskılarla kriminalize edilirken “bize ne?” diyenler, saldırının bütün bir kültür hayatına yöneleceğini öngöremedi. Soma’da madenci tekmelenirken bunun tüm halka bir gözdağı ve mesaj olduğuna, kıyametin kopması gerektiğine ikna edilemeyenler oldu.
İktidarın Türkiye tarihinde ilk kez devletle tamamen aynı anlama geldiği şu benzersiz zaman diliminde ve AKP hayatı tümüyle ele geçirme, tek tek kişileri bile kendine göre dizayn etme hayalini, hedefini hiç saklamamışken yaşanan bu sürekli geri çekilme hâlinin bir gafletten kaynaklandığını da asla söylemiyoruz.
Devrimciliğin de bu süreçte objektif ve subjektif koşullardan bu kadar geriye düşmüş olmasıyla AKP için “dikensiz gül bahçesi” hedefine hemen hemen daha şimdiden ulaşılmış olduğu acımasız ama yaklaşılmış bir somutluktur.
Hatta AKP yarın iktidardan düşecek bile olsa, onun ideolojik zaferi çoktan kazandığı son derece aşikâr. Bugün Türkiye’de AKP ideolojisinin, hassasiyetlerinin etkilemediği, şekillendirmediği, değiştirmediği tek bir siyasal odak dahi neredeyse yoktur. Hegemonya meselesinin çokça tartışıldığı şu dönemde buraya bilhassa dikkat çekmek gerekmekte.
“Öncü” ya da “öncüler” işbu durumdayken, meselenin halk ayağı zaten daha kolaydır. Kuruluş mayasında bir kendi gerçeğine yabancılaşma ve dağılmış bir imparatorluğun bakayası olma itkisiyle kompleksli/ tedirgin/ hırçın bir ruh şekillenişi olan bu ülkede milliyetçilikle mobilize edilebilecek milyonların varlığı bir sır değil. Hele bir de işin içine eski/ özlenen bir arzu/ iftihar nesnesi olarak fütuhat da girdi mi tamam. Buna bir de şu ekonomik/ sosyal/ siyasal darboğazda alternatifsizliği ekleyiverin.
Meydan sizindir.
Solun, M-L’lerin bu kadar güçten düştüğü, en asgarî demokratik seslerin bile bastırıldığı, bırakın radikal çıkışların, herhangi bir tepki vermenin dahi kriminalleştirildiği, yığınla gönüllü ihbarcı, linççinin ortalıkta cirit attığı bir tabloda egemenlerin elinin içeride son derece rahat olduğu açık.
Buna bir de, Kürtlerin son sıcak ve yoğun savaştan bugüne aktif bir sosyal tepkiyi örgütleyemiyor oluşu eklendi mi iktidarı zorlayacak pek bir şey kalmamış oluyor.
Bir “biz” var mıdır, bu sahici bir soru olsa da, bunu şimdilik bir kenara bırakıyoruz. Türkiye, büyük gözaltında, kendini tamamen AKP’nin ellerine teslim etmişken, gözaltı aracında slogan atmayı sürdürenler sadece sosyalistlerdir. Kimi daha yüksek perdeden daha sert sloganlar atıyor, kimiyse daha “ölçülüp biçilmiş”.
Günün sonunda güç gerçeği dolayısıyla sonuç çok fark etmiyor. Bir yankı, bir kopuş, bir çoğalma yok. Kimliklerin birbiriyle yumuşak savaşına sıkışan atlasta, sınıf bilinci ve kavgasının gerçek bir varlık olarak sahaya çıkamaması Türkiye siyaseti haritasını çölleştiriyor. Üstelik esasen oligarşi içi kliklerin bir iktidar dövüşü olan muhafazakâr milliyetçi/ laisist milliyetçi çelişmesinde, ittifak için cephelerden birini seçen Kürt çizgisi gündem savaş olunca yalnız kalıyor. Onunla gerçekten dost olabilecek güçlü bir devrimci sınıf hareketinin yokluğu, hem Kürt hareketinin, hem de onunla arası iyi, kötü ya da limonî olan hareketlerin sadece nicel değil, ideolojik konumunda da sarsılmalar, dengesizlikler, yıpranmalar yaratıyor.
Güçlü bir sosyalist solun yokluğu ülke içinde itirazın da sesini kısıyor. Var olan itiraz ehlinin araç, alan yetersizliği koskoca coğrafyayı tekseslileştiriyor.
Elbette ki sosyalist örgütler sözlerini söylemeye devam edecekler. Fakat tek tek kişiler özelinde değerlendirdiğimizde otosansür, kendi sesini kısma, sosyal medyada hesap kapatma/ kilitleme sürpriz olmayan bir biçimde revaçta. Zira güvenlik kaygısı had safhada ve herkesin sürdürmeye çalıştığı bir hayatı var.
“Şövalyelik” için, “Don Kişot’luk” için değer mi diye sorguluyor insanlar.
Sosyalistlerin düşüncelerini açık seçik beyan edememeye başlaması, kendi ideolojisinin meşruiyet algısında kırılma ve hatta zaten zayıflamış olan saflarda kopmalara kadar gidecek riskler barındırıyor.
Gelelim yazanlara. Bu kuşatmadan “entelektüel” de azade değil. Yüz örgütlü enflasyonda kendine örgüt bulamamış/ bunu tercih etmemiş ya da geçmişte bir yapıyla bağı varsa da kopmuş kişiler içinse hâl daha bir yaman.
Hem iç, hem dış denklemin sürekli tepeden buyurduğu suya yazı yazma hissi, “yazmaya gerçekten gerek var mı?” sorusu, kendine sadece “söyledim ve ruhumu kurtardım” sözünden bir yârenlik devşirebiliyor.
Politik bir makale kaleme almakla, politik bir şiir yazmak arasında farkın belirsizleştiği bu tümsekte, belki de yazıp çizdiklerimizi, anlatmamızı, fikir beyanımızı da bir direnme çabası olarak görebiliriz. Haklı olup (şimdilik) kazanamasak da, tamamen çürümekten yahut paslanmaktan bizi kurtaracak şeyi belki sadece sözlerde buluyoruz. Bu toprağın yarattığı devrimci değer, gelenek ve birikime güvenerek, bizden çok daha iyi yapabilecek, bizden çok daha iyi yazabilecek olanlara kendi meşrebi ve enerjisince bir ses/ köprü olabilme gayreti.
Yani “bu meydan o kadar da boş değil”in irade beyanı.
Fotoğraf: 15-16 Haziran direnişi, 1970