Krüger Bloch’a umudun ne olduğunu ve ne olmadığını sorar. Bloch’un yanıtının hayati kısmı şu şekildedir: “Umut, kesinliğin zıddıdır. Naif iyimserliğin zıddıdır.” Bu iyimserlik ki hatalar ve felaketler karşısında çaresizce şaşkınlığa uğrar, Bloch’a göre halkın yeni afyonudur.
SERHAT TUTKAL
Türkiye’de pek çok muhalifin içinde bulunduğu umutsuzluk ortamından geriye dönüp bakalım. Seçim öncesinin tüm kof, abartılı iyimserliğinin içinde “bir şey eksik” değil miydi? Geriye bakıp neyin eksik olduğunu düşünelim. Ben eksik olanın tam da umut olduğu kanısındayım. Mevcut koşulların somut analizinden kaynaklanabilecek bir umuttu eksik olan. Neyle karşı karşıya olduğumuzu, neyin mümkün olduğunu, neyin mümkün olabileceğini bilerek erişebileceğimiz umut.
Bir önceki yazımı Ernst Bloch üzerine aldığım notlardan doğru şekillendirmiştim.[1] Bu yazı da bir Bloch alıntısından yola çıkıyor. 1964 yılında Ernst Bloch ve Theodor Adorno, Horst Krüger’in moderatörlüğünde bir söyleşi yaparlar. “Bir Şey Eksik” (Etwas Fehlt) isimli bu söyleşinin[2] sonunda Krüger Bloch’a umudun ne olduğunu ve ne olmadığını sorar. Bloch’un yanıtının hayati kısmı şu şekildedir: “Umut, kesinliğin zıddıdır. Naif iyimserliğin zıddıdır.”
Nasıl bir iyimserlik burada kastedilen? Bloch’un Umut İlkesi’nde geleceği geçmişin kılığına sokmakla, geleceği çoktan kararlaştırılmış ve sonuçlandırılmış bir şey olarak görmekle eleştirdiği bir iyimserlik. Bu iyimserlik ki hatalar ve felaketler karşısında çaresizce şaşkınlığa uğrar, Bloch’a göre halkın yeni afyonudur. Bu iyimserlik afyondur çünkü mevcut olanın olumlu yönde değişeceğine duyulan sebepsiz bir inanç anlamına gelir. Tam da “ilk seçimde gidiyorlar”a duyulan sarsılmaz inancın, gitmesi arzulananın gitmesini mümkün kılacak siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel dönüşüme yönelik pratiğin önünü kesmesi örneğindeki türden bir halk afyonudur kastedilen.
Bloch, Umut İlkesi’nde sıklıkla “wishful thinking”i eleştirir, kavramı İngilizce kullanarak. Bu kavramı hüsnükuruntu şeklinde çevirebiliriz. Hüsnükuruntu kişinin arzuladığı geleceğin gerçekleşeceği yanılsamasına kapılmasıdır. Kişi gerçekleşmesini çok istediği şeyin gerçekleşeceğine inanır, fakat bu inancın temelinde mevcut koşulların somut analizi yatmaz. Zaten analiz yapmanın sırası da değildir son dönemde sıklıkla hatırlatıldığı üzere. İyimserliğin de kötümserliğin de analizle pek arası yoktur. Ayhan Yalçınkaya hoca Dipnot Yayınları’nın yayımladığı “Küf: Dede Korkut, Said Nursi ve Ali Üzerine” isimli kitapta iyimser insan “gelecekte neyin, nasıl olacağını söyleme cüretini kendinde bulan insandır” der. İyimser de kötümser de geleceği şimdiden bildikleri için analize ihtiyaçları yoktur. Madem ki sonuç zaten bellidir, yola imanı tam olanlarla devam etsek yeter.
“Umut, naif iyimserliğin zıddıdır” diyor Bloch. Benim “kof” olarak adlandırdığım türden bu iyimserlikle umudun yalnızca birbirinden farklı şeyler olduklarını söylemiyor, bunları doğrudan birbirinin zıddı olarak konumlandırıyor. Demek ki ancak bu iyimserlikle mücadele ederek umudu var edebiliriz. Peki neresi bu kadar kötü bu iyimserliğin, “iyi düşünelim iyi olsun”culuğun, her şeyi hayra yorma alışkanlığının, kötüyü mümkün olduğunca akla getirmeme çabasının. Burada Ayhan Hoca’nın kitabı bize yol göstersin.
Ayhan Hoca’ya göre iyimserlik bir işin sonunun iyi olacağına inanmaktır, ama bu inanç meşruiyetini yine kendinden alır. Tam da bu yüzden iyimserlik her an umutsuzluğa dönüşebilecektir der Ayhan Hoca. İyimserin inancı yanlışlandığında iyimserliğin yerini kötümserlik değil umutsuzluk almaktadır. Demek ki umut aşılamak adı altında pompalanan kof iyimserliğin sonucu umutsuzluk olacaktr.
Neden bu türden bir iyimserlik eninde sonunda umutsuzluğa yol açıyor? Çünkü umut mevcut olan koşullardan, nesnenin kendisinden doğarken umutsuzluk insan ilişkilerinden doğar. Yani, umut-umutsuzluk düzlemine doğrudan müdahale etme girişimlerimiz ya etkisiz kalacaktır ya da umutsuzluğa yol açacaktır, çünkü umudu yaratacak olan biz değiliz. “Baharlar gelecek” diye söz vermek de “bu karanlık bitecek” vaadinde bulunmak da insanlara umut aşılayacak şeyler değildir. Aşılanan şey kof bir iyimserliktir, atıl bir bekleme halidir. Her zaman olduğu gibi kışın ardından bahar gelmeyecek midir nasıl olsa? Her gecenin bir gündüzü yok mudur? Madem öyle geleceği de biliyoruz demektir, yeterince beklersek kış biter bahar gelir, yeterince beklersek gece biter gün ağarır.
Peki öyle mi gerçekten? Değil. Gündüzsüz geceler de mümkün, bir türlü yerini bahara bırakmayan kışlar da. Bu zaten biliniyordu, cennetin kapısını açmaktansa cehennemin kapısını kapatmanın gerekliliğinin vurgulanması da bunu gösteriyor. Peki ya cehennem gerçekten de boşsa, kapının ardında bir şey yoksa? Ya kapının ardında bir zamanlar her ne vardıysa nicedir bu tarafa geçmişse? Hatta kim bilir, ya bizimle birlikte cehennemin kapısını kapatmaya çalışıyorlarsa? Gözümüzü ufka dikip “geliyor gelmekte olan” diyerek, geleceğine iman ettiğimiz gelmekte olanın gelişini bekleyeceğimize arkamızı dönüp zaten gelmiş olana mı baksaydık? Sırası değildi, hele bir gelecek olan gelsin sonra bakılırdı. Dünün yarınına geldik işte. Hâlâ gözlerimizi bir sonraki yarına dikip bekleyecek miyiz?
Gerek Bloch’a gerekse Ayhan Hoca’ya baktığımızda şu iddiayı görmekteyiz: umudun yaratılmaya ihtiyacı yoktur, umut kendiliğinden vardır. Buradan devam edelim. Biz, maddi koşulların somut analizini başarıyla yaparsak insanların umut edebilmelerine olanak sunacak zemini inşa etmiş oluruz. Bu yüzden neyin mümkün olup neyin mümkün olmadığının ortaya konması umut için yeterli olsa gerektir. Hiç kuşkusuz, mümkün olan ve arzulanan ihtimal gerçek kılınamadığı takdirde umut, Bloch’un da Adorno ile olan söyleşisinde belirttiği üzere, hayal kırıklığına uğrayacaktır. Fakat mümkün olan bir ihtimal yerine bir başkasının gerçekleşmesinden doğan hayal kırıklığı umutsuzluk değildir, umutsuzluğun yıkıcı etkilerine de yol açmayacaktır.
Bloch’un Adorno ile olan söyleşisine dönelim. “Bir şey eksik”. Bloch’un yakın arkadaşı olan Bertolt Brecht’in “Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü” isimli operasından alınmıştır bu cümle. Bloch bu cümlenin Brecht’in yazdığı en derin cümlelerden olduğunu söyler. Jim ve üç arkadaşı Alaska’da yedi sene çalıştıktan sonra biriktirdikleri parayla Mahagonny kentine gelmişlerdir. Bu kent işçilerin kazandıkları parayı harcamaları için inşa edilmiştir. Jim buradan gitmek ister, arkadaşlarıysa onu kalmaya ikna etmeye girişirler. Bu amaçla kentin nimetlerini sayıp dökmeye başlarlar: ucuz cin ve viski, balık tutabilmek, yüzmek, huzur. İkna olmayan Jim “ama bir şey eksik” der arkadaşlarına. “Ama bir şey eksik”. Ne derlerse desinler Jim’in yanıtı değişmez, bir şey eksiktir. Burada bir şey eksik. Nedir bu şey? Bloch’a göre henüz olmamış ama olmakta olan bir şeydir bu. Demek ki bu şeyin eksikliğinin farkına varmadan, onun bilincinde olmadan o eksiği tamamlamaya, henüz olmayanın olmasını sağlamaya yönelemeyiz. Kof iyimserlik tam da bizim eksik olanı göremememize, hatta görmeye çalışmamamıza sebep olduğu için zararlıdır.
Brecht’in eserini tekrar okuduktan sonra Mahagonny’de eksik olanın umut olduğu kanısındayım. Mahagonny kentinde viski, yemek, eğlence, her şey vardır belki ama umut yoktur. Umut edilebilecek bir şey yoktur. Jim bu yüzden gitmek ister. Fakat sahnenin sonunda Jim arkadaşlarına uyar, onlarla birlikte bara gider. Salt bir şeyin eksik olduğunu dile getirmenin yeterli olmadığını görürüz.
Ne diyordu Ayhan Hoca Küf’te, “Gerçeklik reddedilerek dönüştürülmez; kabul edilerek dönüştürülür”. “Bir şey eksik” tespitini anlamlı kılabilecek bir sonraki adım bu olsa gerek. Peki, bunun için nereden başlamak gerekir? Bloch’un Umut İlkesi’ndeki uyarısını hatırlamak yerinde olabilir. Ressam, manzara resmi çizerken hemen en yakınından başlamaz. Ressamın konumuna fazla yakın olan bulanık görünür, resim bu yüzden biraz öteden başlar. “Şimdi” dediğimiz şey aynı zamanda henüz bitmemiş, olmaya devam eden bir geçmiş değil midir? Ayhan Hoca, “geçmişin içinden gelen şimdiki zamanımıza” bakmayı, boğazına kadar şimdiki zamanın içine dalıp onun içinden geçerek geçmişe uzanmayı öneriyordu. Bu öneriyi Bloch’un tekrar tekrar vurguladığı “yaşanan anın karanlığı”ndan doğru düşünelim. O karanlığa ışık tutabilmek için ne yapmak gerekiyor? Yine Mavi Defter yazılarında bu soruya cevap vermeye çalışacağım. Bu cevabı hep birlikte vermeye çalışırsak içinde bulunduğumuz koşulları arzuladığımız yönde değiştirme imkanımızın da güçleneceği kanısındayım.
DİPNOTLAR
[1] https://mavidefter.net/mucadele/
[2] Bu söyleşinin Türkçe çevirisi U. Uraz Aydın’ın editörlüğünde Habitus Kitap tarafından yayımlanan “Ernst Bloch’la Söyleşiler” isimli kitapta bulunabilir.
RESİM: “The Starry Night Over The Rhone”, Vincent Van Gogh, 1888.