En iyi ihtimalle Tolstoy yasaklayan bir uygarlık olma vaadi bu -yani, koca bir vaatsizlik. Hani dünya, kapitalizmin ve liberal demokrasinin el ele kalkındıracağı, gelişkin, medeni, barışçıl bir yer olacaktı?
DUYGU TÜRK
Etkisini yitirdiğini varsaydığımız post-modern düşünce, liberal dünyanın “olabileceklerin en iyisi” olduğu iddiasını normlaştırmaya eşlik ettiği gibi, bütüncül bakışı tahakkümcü gözle özdeşleştirme mirasını da bıraktı. Büyük anlatıların toplumsal gerçekliği kapsayıcı biçimde çözümleme gücü küçümsendi ve radikal dönüşüme duyulan arzu “şiddet” ile özdeşleştirildi. Yaşamı başka türlü organize etmeye dönük devrimci bir kırılma arzusu, telafisi mümkün olmayacak bir yıkım doğurma tehlikesine referansla terbiye edildi -olduğunuz yerde kalın ve şükredin demenin bir başka biçimi. Şöyle tercüme edelim, denilen şuydu: Nerede dünyayı değiştirme arzusu, bir ütopya varsa, orada trajedi vardır.
Öte yandan sol düşüncenin de bu kabulün normalleştirilmesinde payı var: 20. yüzyılın trajik deneyimlerinin ardından sol, gelecekteki ideal amaçlar uğruna bugünün insanlarının hayatlarını araçsallaştırmanın eleştirisine girişti. Bu yolla da geçmiş, şimdi ve gelecek arasında ağırlık merkezini yeniden düzenlemeye, şimdi’nin olanakları üzerine düşünmeye çalıştı ki anlamsız bir çaba olduğu elbette söylenemez. Ne var ki geleceği inşa etme iddiası anlamında ütopyadan vazgeçişin doğuracağı boşluğun distopyalar tarafından doldurulacağının yeterince öngörülebildiği de söylenemez. Dahası, ütopya sözcüğünün öncelikle şimdi’nin gerçekleşmemiş olanaklarına, daha sonra iyi bir gelecek kurgusuna karşılık geldiği hatırlanırsa ve kimi zaman geçmişte varolmuş parlak bir örneğe referans veren, tabiri caizse, zaman-üstü karakteri hesap edilirse eğer, ütopyadan vazgeçişin “şeylerin doğası”na bugünden teslimiyet anlamına geleceği de görülebilirdi. Yani, hem geçmiş anlatısının ve hem de gelecek kurgularının, aslında öncelikle şimdi’deki imkanları belirleme, sınırları çizme işlevi üstlendiğini unutmamak gerekirdi. Tıpkı bugünün distopyalarının insanı geçmişten geleceğe uzanan değişmez bir doğayla resmederek yaydığı “boşunalık” duygusu ve bu duygunun şimdi’de pekiştirdiği trajik çaresizlik gibi: “Dünya hep adaletsiz bir yerdi ve belli ki öyle de olmaya devam edecek”. Dolayısıyla politik konumlanışın geçmişe dair anlatıyı, bugün girişilen eylemi ve geleceğe dair iddiayı aynı anda sunma zorunluluğundan atılan geri adım, sol’u terbiye etmenin aracına dönüştü. Belki bunu da şöyle tercüme etmek gerekir: Teori, tarihe bir erek atfetmekten doğan kehanetvari zorunluluk ile politik bir zorunluluk olarak devrimci kırılmayı bir ve aynı şey sanma tuzağına yakalanmaktan kaçınamadı. Mutlakçı bir yaklaşımın yaratacağı travmatik sonuçlar ile politik ilkelerde ısrar etmeyi birbirine karıştırdı.
Öyleyse soru şu: Solun, uğruna terbiye edildiği “şeylerin doğası”nın bugünkü görünümü ne? Dahası, gelecek vaadi ne? Ütopyadan, radikal dönüşüm arzusundan, devrimci iddiadan vazgeçmeye değdi mi? Sıralayalım: Çöp öğütür gibi insan hayatı öğüten rekabetçi toplumsallığın olağanlaşması. Açık denizlerdeki mülteci ölümlerinin tüm dünyanın seyirlik nesnesi haline dönüşmesi. Henüz sona ermemiş pandemiden gelecek pandemilere gölgesi düşen sınıfsal sürü bağışıklığı yöntemi. Muhtemel bir büyük depremde kendi başımızın çaresine bakmak zorunda kalacağımız bilgisi. Her an faz atlayıp daha kalıcı sonuçlar yaratması beklenen ekolojik kriz. Uzayın şirketler eliyle yeni bir Amerika kıtası muamelesi gören temellükü ve bu sürecin yeryüzündeki eşitsiz güç denklemlerinde yaratacağı olağanüstü derinleştirici etki. Şimdi de üçüncü dünya savaşının ve savaşın doğuracağı nükleer tehdidin giderek daha sık telaffuzu. Bugünün gerçekliği de sonsuz bir tekrardan ibaret gelecek vaadi de bundan ibaret. En iyi ihtimalle Tolstoy yasaklayan bir uygarlık olma vaadi bu -yani, koca bir vaatsizlik. Hani dünya, kapitalizmin ve liberal demokrasinin el ele kalkındıracağı, gelişkin, medeni, barışçıl bir yer olacaktı?
İddianın büsbütün çöktüğü ne kadar vurgulansa az. Radikal değişim arzusu gücünü yitirdiğinde, geriye sadece kapitalist uygarlığın trajedileri olağanlaştırması ve geleceği distopik anlatılarla doldurması kaldı. Realizmin vaatsizliği -tıpkı kendini gerçekleyen bir kehanet gibi- gelecek korkularla insanı ehlileştirirken bugünü de zapt eden hileli bir sopaya dönüştü. Sonuç: Trajedi ve distopyanın berbat birlikteliğiyle baş başa kaldık. İlginç olan, kapitalist uygarlığın bu büyük başarısızlığından şaşırtıcı derecede az söz edilmesidir. Elbette bu büyük vaatsizliği gizleme çabalarının etkisinden söz edilmeli -tıpkı kapitalist dünyanın kendi içkin saldırganlığını, Rusya’dan “sosyalist” bir düşman üreterek perdeleme girişiminde örneklendiği gibi. Ne var ki aslolan, sol siyasetin tanımlayıcı gücünü borçlu olduğu radikal dönüşüm iddiasından vazgeçmiş olmasının yarattığı güçsüzlüktür. Bizzat bu iddianın kaybı -gayet realist biçimde ve yüksek sesle söyleyelim ki- telafisi imkansız yıkımlardan başka sonuç yaratmamıştır, yaratmayacaktır da.
Siyaset üzerine düşünmek, tam da dünyanın trajik bir denkleme mahkum olduğu fikrine -yani adil olmayan bir düzenin sürekliliğine- karşı çıkmayla; henüz olmayanı, adil olanı, yeni’yi hayal etme cüretiyle başlar. Bu cüreti, mevcut realite karşısında naiflik olarak değil, koşulları dönüştürmenin zorunluluğuna ve mümkünlüğüne dair ilkesel bir başlangıç olarak düşünmek gerekir. Dünyayı değiştirmek için hakim kabulleri tersine çevirerek başlamak gerekir: Yani, nerede bir trajedi varsa orada ütopya da vardır, olmalıdır.
Fotoğraf: Trey Ratcliff, “The Sweatbox”, (CC BY-NC-SA 2.0.)