Paranın tabandan yukarı ve yurtdışına emperyalist finans merkezlerine doğru bu hızlı ve anafor yaratan akışı toplumdaki sağcılığı, sağcı tercihleri derinleştiriyor, derinleştirecek.


SÜLEYMAN ALTUNOĞLU

İsviçre yatırım bankası Credit Suisse’in 2022 Küresel Servet Raporu ve ülke verileri yayınlandı.[1] Rapor ülke, bölge ve dünya çapında servet sahipliğindeki değişimleri kayıt altına alıyor.[2] Yetişkin kişilerin paraya çevrilebilir bütün mallarından borçları düşüldükten sonra kalana göre yapılan bir değerlendirme. Gelir hesabına göre yapılan değerlendirmelerden daha gerçekçi sonuçlar çıkıyor ortaya.

Rapora göre Türkiye’de, 2019’dan 2021’e, serveti 10 bin dolar altında olanların oranı %62’den %68’e çıkmış, 10-100 bin dolar olanların oranı %35’ten %29’a düşmüş. 2013’te 11 bin 500 dolar olan medyan servet 6 bin dolara düşmüş. Toplumun yarısının bütün malvarlığı 110 bin lira bile değil. Peki, durum böyleyken 100 bin dolar ve 1 milyon dolar üzeri gruplarda durum ne? Pandemide dolar milyonerleri tüm dünyada artarken bizde azalmış. Bunu Londra ve diğer emperyalist merkezlere servet aktarıldığı haberleriyle açıklayabiliriz.

Pandemi ve AKP’nin yurtdışından finans arayışı politikasının sonucunda ağır, geri dönülemez ve öncesini katlayarak aşan bir servet transferi gerçekleşmiş.

Krizler çağı

Tüm dünyada koronavirüs salgını[3] nedeniyle 10 milyondan fazla insan öldü, yakın çevresinde ya da tanıdıkları içinde bir insanı kaybetmemiş hiç kimse yok.

Buna deklare edilmemiş Üçüncü Dünya Savaşı’na yeni eklenen Ukrayna cephesini de ekleyelim. Bu savaş enerji ve gıda maliyetlerini artırdı. Edebiyatta ve sinemada apokaliptik, büyük bir felaketten sonra ayakta kalanların ayakta kalabilmeyi neye borçlu olduğu teması Hobbes’un “insan insanın kurdudur” önermesi eşliğinde son dönemde sıkça işleniyor ve ilgi de görüyor. Bir felaket yaşanıyor, bunu insanların birbirine düştüğü bir kaos izliyor ve sonrasında otoritenin yeniden kurulmasıyla yeniden huzur geliyor. Otoritenin yeniden kurulması enerjisini bizzat kaostan alıyor. Adeta 12 Eylül sabahı radyolardan duyulan o metalik ses kulaklarımızda çınlıyor.

Gerçekte, evet, büyük felaketler yaşanıyor ancak bunlar “sıfırlayıcı ve kurucu” felaketler değil. Otorite çok da sarsılmıyor hatta pek az sarsılıyor, aslen insanlar sarsılıyor. İnsanlar sarsılmışken bu durum otorite için bir yeniden yapılandırma fırsatı oluyor. Bu artık süreklileşmiş kriz hali içinde, iktidar normal koşullarda kabul ettiremeyeceği pek çok şeyi kabul ettirme şansı buluyor ya da o şansı bizzat yaratıyor. Sonuçta pek çok şey değişirken pek çok şeyi de pekiştiriyorlar.

Böyle dönemlerde toplumun içindeki akıntıları görüp, açığa çıkarmak iktidarların tahmin edilebilir, öngörülebilir politikalarını teşhir etmekten daha açıklayıcı. Dahası o politikalar bu akıntılarla yolunu buluyor. Burjuvazi kendi suretinden bir dünya yaratırken Hobbes’vari kurt dişlerinin açtığı yerlerden ilerliyor. O dişlerin açtığı yerler çok farklı kabullerle, rızalarla, tercihlerle doldurulup, rasyonalize ediliyor.

Servetin yarattığı akıntı

Yaşar Kemal son eseri Bir Ada Hikâyesi’nde yurtlarından edilen halktan insanların dramlarını aktarır. Bir malına ve canına el konularak gönderilenler vardır, bir de gidenlerin yerine gelenler. Hobbes yanılmaktadır. İnsanlar bütün zulümlerin ardından yine, yeniden kurmak için birlikte hareket etmeye hazırdır ancak gönderilenlerden kalan malların en güzellerine, en değerlilerine emval-i metruke yasalarıyla el koyanlar bunu sadece yüksek perdeden nutuklarla değil aynı zamanda bu yağmadan küçük sus payları dağıtarak da başarırlar.

Emval-i metruke, yani terk edilmiş mallar. Sanki yurtlarından edilenler, bir sabah kalkıp, yüzlerini bile yıkamadan kapıyı çekip, arkalarında bırakmışlar o kadar yıllık birikmiş emeği, terk etmişler gibi çınlıyor. Yasa öyle diyor. Sonra onların yerine konanlar birer komisyon kurup, kendi aralarında aslan payını paylaşıp, sus payı dağıtmışlar etraflarına. Gerisi bir suç ortaklığının nesiller boyunca savunulmasıdır. Tabi sürülenler de ‘tarih öncesi köpekler’den[4] kurtulup varabildikleri yerlerde aynı kaderi yaşadılar.

Yine de servetin çekiciliği peşinde koşmak ve sürüklenmek her zaman böyle kaba bir şekilde olmaz. 2015’te Oscar ödülü alan Büyük Budapeşte Oteli’nde Dünya Savaşı arifesinde gözde bir otelde yöneticilik yapan Gustave, 84 yaşındaki aristokrat sevgilisinin ölümünün ardından kadının ailesiyle kanlı bir miras kavgasında bulur kendini. Gustave o kadar naif, sevimli ve ışıltılıdır ki “Bir zamanlar insanlık olarak bilinen şu vahşi mezbahada hâlâ ufak da olsa bir umut ışığı kalmış görüyorsun değil mi” sorusuyla bir tirada başladığında kendimizi bir masal kahramanıyla özdeşleşmiş bir şekilde doğru tarafta hissederiz. Bir olay gerçek olamayacak kadar güzelse gerçek değil masaldır ve biz Marquez’den çok farklı çizilen masalsı bir gerçekliğin niye kara bir gerçekliğe döndüğünü anlamadan, filmin içinde, Gustave’ın peşinde, filmin ilham kaynağı notların sahibi Zweig’ın acı sonunu uzaktan çağrıştıran bir sona doğru ilerleriz.

Gündelik yaşamda servetin, refahın arkasında yarattığı akıntı özellikle toplu hareketin içinde daha görünür olur. Bireysel tercihler çoğu zaman sübjektif duyguların, düşüncelerin ürünü olarak görülebilir çünkü.

Kastamonu Bozkurt ilçesinde geçtiğimiz sene yüzün üzerinde insanın ölümüyle sonuçlanan seli hatırlayalım. İlçenin ortasından geçen dereye sınırlı bir genişlik bırakılmış ve debisi arttığında erişebildiği en geniş sınırlar dikkate alınmadan çevresi imara açılmış. Sonuç? İnsanlar cenazelerini denizden kütüklerin arasından topladı. İktidar insanlara elbette ki kendisine en yakın olanlardan başlayarak derenin kenarındaki toprakları arsa yapıp, dağıtmasa bu kadar büyük bir suçu işleyebilir miydi?

Bir başka örnek yeni açılan Boğaziçi hukuk fakültesinden verilebilir. Bu kurum Türkiye’de en çok tercih edilen ikinci hukuk fakültesi oldu, üstelik kadrosunda sadece tek bir doçent mevcutken. Tek bir doçent olduğu bilinmesine, kolayca öğrenilebilmesine rağmen bu yoğun tercihin tek bir açıklaması var: “İktidar burayı her tür itiraza rağmen açtıysa tercih edenleri yolda bırakmaz, her türlü kolayca mezun edilir ve iş bulmada destekleniriz” düşüncesi.

Boğaz Köprüsünü satmak gibi tarihe geçmiş dolandırıcılık olaylarına imza atan Sülün Osman’ın ünlü bir sözü var. “Hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım” diyor. Yaşasaydı bu türden toplu girişimler için de düşüncesini alma şansımız olurdu.

Akıntıya kapılanlar

Credit Suisse’in raporu 2021 yılını değerlendiriyor. Kuşkusuz 2022 de bu eğilimleri artıran, keskinleştiren bir yıl olarak kayıtlara geçecek. Rapor Türkiye kapitalizminin sınıfsal panoramasını sunmakla kalmıyor, bu panorama içinde egemen blok içindeki değişimi görmek için de veriler sunuyor. Türkiye’deki servetin ciddi bir kısmının (%73) gayrimenkul varlıklar[5] olduğu da raporun kayda geçirdiği bilgilerden.

Paranın tabandan yukarı ve yurtdışına emperyalist finans merkezlerine doğru bu hızlı ve anafor yaratan akışı toplumdaki sağcılığı, sağcı tercihleri derinleştiriyor, derinleştirecek. Halk kitleleri bu kadar mülksüzleştirilir, hayatları ve üretimleri bu kadar değersizleştirilirken daha sayısız tikel ve tümel örnek yaşamaya devam edeceğiz. Toplumdaki ilişkiler daha da kırılganlaşacak ya da bir başka deyişle ilişkilerin bütün o süslü, kutsal havları dökülecek. Bu en azından değerli ve kalıcı olabilenin fark edilmesi için bir kontrast imkânı yaratabilir.

İktidarın 20 yıldır beslediği ve iktidarı 20 yıldır besleyen sağcılığın bir kaynağı da bu.


DİPNOTLAR

[1] Credit Suisse emperyalist finans sektöründe önemli, eski bir banka. Raporları resmi ve özel pek çok veriye dayanıyor.

[2] https://www.credit-suisse.com/about-us/en/reports-research/global-wealth-report.html

[3] Koronanın kaynağı konusunda halen global bir fikir birliği yok. Bu savaş ortamında olması da pek mümkün değil. Çin’in öteden beri gelen iddialarına, Rusya’nın Ukrayna’da işgal ve ilhak ettiği bölgelerden ele geçirdiği belgeler de dolaylı destek sunuyor. Buna en son ABD bilim çevrelerinin önde gelen dergisi Lancet’in Covid-19 Komisyonu Başkanı Jeffrey Sachs’ın iddiaları da eklendi.

[4] Cemal Süreya’nın 1938 Dersim Sürgününü anlattığı şiirden gelen bu dizeyi şaire bütün saygımızla diğer sürgün, mübadele ve tehcir mağdurları için de aklımızda tutalım.

[5] Buradan inşaata dayalı sermayenin yükselen, ev sahipliğinin kısmen yerini koruyan olduğunu çıkarabiliriz.


Fotoğraf: 2007 seçimlerinden sonra asılan bir AKP posteri, Ekim Çağlar, (CC BY-SA 3.0)

Bu içeriği paylaş: