ÜMİT AKÇAY & MEHMET BAKİ DENİZ
Türkiye emekçi sınıfları tüketim gücünün çöktüğü bir yoksullaşma yaşıyor. Baştan söyleyelim. Bu krizi basitçe 1990’ların popüler ifadesiyle ‘enflasyon canavarı’ olarak tanımlamanın hatalı olduğunu düşünüyoruz.
Böyle bir tanımlama, en sonda açacağımız üzere Türkiye yönetici sınıflarının yaşadığı iç çatışma içerisinde bizi taraflardan birini savunmaya itecektir. Kısaca sorunu sadece enflasyon olarak tanımlamak; otomatik olarak TÜSİAD ve çevresinde kümelenen sermaye kesiminin taleplerinin arkasına takılmak anlamına gelebilir. Bu yaklaşım, popüler ifadeyle sorunu ‘faizi yükseltmek ve liyakata dayalı bir ekonomi yönetimi kurmak’ basitliğine indirgiyor. Bu yazıda sermayenin iç savaşına taraf olmadan alternatif çıkış yollarını tartışmak, özellikle de sosyalist solun bu krizden çıkış tartışmalarında öne çıkarabileceği konularla ilgili görüşlerimizi sunmak istiyoruz.
Güncel kriz dinamikleri
Türkiye ekonomisi birinci çeyrekte yüzde 7, ikinci çeyrekte yüzde 21 büyürken; IMF’nin Türkiye için açıkladığı son beklenti raporuna göre 2021’de yüzde 9, 2022 için ise yüzde 3 büyüme bekleniyor. Son yıllardaki düşük büyüme oranlarından sonra bu ihtişamlı büyüme oranına rağmen Türkiye’de sağ ve sol muhalefet cephesi haklı olarak bir ekonomik krizden bahsetmektedir. Teknik açıdan bir kriz içerisinde olmasa da Türkiye’nin bir sert bir yoksullaşma sürecinden geçtiğinin altını çizmek gerekir. Yaşadığımız ‘ekonomik krizin’ nasıl hissedildiğinden başlayalım.
Hanehalkının alım gücünün büyük oranda çöktüğü bir dönemden geçmekte olduğunu söylemeliyiz. Bunu iki temel veri üzerinden gözlemleyebiliyoruz. Birincisi artan işsizlik ve ikinci olarak yükselen enflasyon ve yine enflasyonla ilişkili olarak ele alınan kısmi bir kur kriziyle karşı karşıyayız. Resmi işsizlik rakamı 2013’ten beri yüzde 10 seviyelerinden yüzde 14’lere kadar yükseldi ve 2021 ağustos ayı itibarıyla yüzde 12 seviyesinde. Tarım dışı işsizlik oranı yüzde 14 seviyesindeyken, özellikle genç nüfusta işsizlik çok yüksek seyrediyor. 2013 yılında yüzde 17 seviyesinde olan genç nüfusta işsizlik 2019-20 yıllarında yüzde 25’i gördükten sonra Ağustos 2021 verilerine göre yüzde 22 olarak kaydedildi. Geçen yılki COVID temelli kriz sonrası yüzde 7 ve yüzde 21’lik ilk iki çeyrek verilerine rağmen, büyümenin işsizliğe bir çözüm olamadığını görüyoruz.
Enflasyona gelelim. Esasında AKP döneminde enflasyon oranı yüzde 10 seviyesinde seyretti. 2018’deki kur krizi yılında yüzde 20 olarak kaydedilen enflasyon, yine 2021 eylül ayı itibariyle yüzde 20 seviyesine dayandı. Bahsi geçen enflasyon rakamı işçi sınıfının günlük hayatında nadiren satın aldığı ya da almadığı pek çok ürünü de içeren bir sepetin fiyat değişimini gösteriyor. Dolayısıyla işçi sınıfını en çok ilgilendiren gıda enflasyonunun yüzde 30’a dayandığını belirtmek gerekir. Peki tüm bu yüksek fiyat artışlarıyla, yükselen dolar kurunun nasıl bir ilişkisi var?
Türk Lirası’nda yaşanan değer kaybı şimdilik sene başına göre yüzde 21 seviyelerinde olsa da son 1 ayda 8,5 seviyelerinden birden 9,4 seviyelerine gelen dolar kuru tekrar ekonomik gündemin en önemli maddesi haline geldi. Türk Lirası’nda yaşanan değersizleşme hem ithal tüketim ürünlerinde fiyat artışına yol açıyor hem de yerli üretimin ithal girdiye bağımlılığı sebebiyle enflasyonu yukarı yönlü etkiliyor. Dolayısıyla, dolar kurundaki artış işçi sınıfında etkisini yoksullaşma olarak gösteriyor. Fakat burada gözden kaçan önemli bir nokta var. O da AKP hükümetinin sermaye sınıfına kol kanat germesiyle işçi sınıfı ücretlerinin enflasyonun altında kalması. AKP döneminde sendikalaşmanın önündeki engellerin büyüdüğü, TİS kapsamındaki işçilerin oranında Türkiye’nin OECD ve Avrupa ülkelerinin en gerisinde kaldığı ve grev yapmanın zorlaştığı bir ortamda çalışanların ücretleri gitgide enflasyonun altında eriyor. Sorun mal ve hizmetler fiyatındaki artış kadar, işçi sınıfı ücretlerinin bu oranda artmamasındadır. Türkiye ekonomik tarihindeki iki yüksek enflasyon dönemine; 1970’lere ve 1990’lara bakmak meselenin ‘enflasyon canavarı’ olmadığını görmek açısından faydalı olacaktır.
Enflasyon karşıtı politikaların ekonomi politiği
Son yılların enflasyon seviyelerinin çok üstünde bir enflasyonu 1970 ve 1990’larda yaşadık. Enflasyon seviyesi 1970’lerin ikinci yarısında 50’lerin üzerinde seyrederken, 1990’larda ortalama yüzde 70’lerdeydi. Her iki dönem de sendikalaşma oranının yükseldiği, anayasa ve yasayla desteklenen grev hakkının işçi sınıfı tarafından toplu iş sözleşme pazarlığı süreçlerinde sıklıkla kullanıldığı yıllardı. Böyle güçlü sendikal mücadelenin olduğu her iki dönemde de hem kamu hem de özel sektör işçi maaşları enflasyonun çok üzerinde yükselme imkânı buldular. İki dönemde de TÜSİAD çevresinde sermayedarların bu gidişattan hiç memnun olmadıklarını literatürdeki çalışmalardan biliyoruz.
TÜSİAD hem 12 Eylül 1980 askeri darbesi hem de 28 Şubat 1997’deki ordu müdahalesi sonrasında bir taraftan işçi sınıfını sindirirken bir taraftan da Türkiye’nin büyüme rejimini kendi tercih ettiği politik ekonomik çerçeveye yönlendirebilmiştir[1]. Yani her iki dönemde de yüksek enflasyonla mücadele etmek için; yine işçi sınıfı ücretlerini düşürecek yapısal dönüşümlere giriştiler. 1980 darbesi sonrasında sendikal mücadele ordu eliyle bastırıldı. 1997 sonrasındaysa TÜSİAD siyasete tekrar topyekûn hâkim olarak önce DSP-ANAP hükümetleri eliyle sonrasında da AKP eliyle IMF destekli işçi sınıfı tüketimini bastırmayı hedefleyen, anti-enflasyonist bir mali-para politikası çerçevesini iktidarlara uygulatabildi. Bu program çerçevesinde öncelikle işçi sınıfı militanlığının önemli bir parçası olan kamu iktisadi teşebbüsleri 2000’li yıllarda özelleştirildi. Ayrıca gerek emeğin enformelleştirilmesiyle gerekse de bakanlar kurulu kararlarıyla bir taraftan sendikalaşma oranları düşürüldü, bir taraftan da az kalan militan sendikacılığın grev imkânı elinden alındı.
Hâlâ günümüzde kimi zaman sendikaların altında kimi zaman da bağımsız işçi odaklarının çevresinde örgütlenen işçi direnişleri elbette devam ediyor. Fakat pek çoğu sermaye sınıfına topyekûn kol kanat geren AKP’nin kolluk güçleri marifetiyle bastırılıyor. AKP eliyle zayıflatılmış sendikal mücadele ortamında elbette işçi sınıfı enflasyon karşısında eziliyor. Ama burada sorunu sadece enflasyon olarak gösterdiğimizde bu yakıcı örgütsüzleştirilmiş işçi sınıfı gerçeğini gözden kaçırıyoruz. Dahası yine meselenin çözümü için adresi TÜSİAD’ın çizdiği anti-enflasyonist para ve maliye politikası dönüşümü olarak ortaya koymuş oluyoruz. Dolayısıyla TÜSİAD’da örgütlenen sermayedarların neden anti-enflasyonist bir çerçeveyi savunduğunu iyi anlamak gerekiyor.
Sermayenin iç savaşı
Hükümetin son dönemde kuru ve enflasyonu yükselten kararlarının sermaye sınıfı içerisinde yaşanan bir çatışma sürecinin sonucunda oluştuğu pek çok analizde gözden kaçmaktadır. AKP hükümetleri 2002-2012 yılları arasında MÜSİAD ve çevresindeki sermayedarların büyük itirazlarına rağmen, TÜSİAD’ın 1997 sonrasında Türkiye’ye kabul ettirdiği sıkı maliye ve para politikasını devam ettirmişti. Ancak 2013’le beraber rotayı MÜSİAD ve çevresinin 90’lardan beri talep ettiği ekonomi politikalarına büktü. AKP hükümetleri Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) politika faizinin tüketimi kısarak enflasyonu düşük tutmak için kullandığı, Türk Lirası’nın da bu çerçeveyi desteklemek için değerli tutulduğu bir politikadan vazgeçti ve 2013 sonrasında ABD Merkez Bankası’nın yarattığı sıkışık finansal ortama rağmen TCMB’yi yeniden ‘siyasileştirerek’, TÜSİAD’ın 1997’den beri ilmek ilmek ördüğü politik ekonomik çerçeveyi sarstı. TÜSİAD ve çevresinin AKP eleştirilerine başlamasının da bu tarihle örtüştüğünün altını çizmek gerekir.
Artık TCMB faiz oranını yüzde 5’lik enflasyon hedefi doğrultusunda ya da FED’le beraber beş büyük merkez bankasının pozisyonuna göre belirlemiyor. Bunun yerine faiz oranı, Türk Lirası’nı değersiz tutarken bir taraftan da sanayiyi destekleyici ucuz kredi sağlama hedefi doğrultusunda belirleniyor. Bu tercihin arkasında TCMB’nin dönüşümünü yıllardır talep eden MÜSİAD, İTO, TİM ve ATO çevresinde örgütlenen ihracatçılar ve ithal endüstriyel ürünlerle rekabet eden yerli sermayedarlarla, düşük krediye su gibi muhtaç inşaat sektörü sermayedarlarının etkisi oldu. Hükümet bu politika değişimini ‘yerli ve milli’ sanayi dönüşümü olarak pazarlasa da yaptıkları tercihin sermaye sınıfı içerisindeki iki büyük kamptan bir tanesine yönelmek olduğunu söylemek mümkün.
Ancak sermayenin iç savaşının maliyeti geniş toplum kesimlerine çıkıyor. Türkiye kapitalizminin finansal akışlara bağımlılığını göz önünde bulundurursak, AKP’nin yaptığı bu tercih hem işsizliği hem de enflasyonu yükseltiyor. Ancak ana akım muhalefette giderek yaygınlaşan TÜSİAD programına dönüş eğilimlerinin en önemli sonucu, çalışanları bir kısır döngüden diğerine taşımaktan başka bir şey olmayacaktır. Sonuçta her iki yolun da sermayenin farklı işçi sınıfı sömürüsü biçimlerini (mutlak ve nispi artı değer sömürüsü) temsil ettiğini görerek, bu cendereden çıkış için geliştirilebilecek olası stratejileri tartışmaya açmanın önemli olduğunu düşünüyoruz.
Tekrar vurgulayalım: enflasyondan bahsedilen her platformda reel ücretleri de hatırlatmak, önemli bir başlangıç noktası olacaktır. Türkiye kapitalizmi kritik bir dönemecin eşiğinde. Sosyalist solun geniş toplum kesimlerinin güncel sorunları önceleyen alternatif iktisadi modelleri tartışmaya başlaması, her zamankinden daha acil bir gündem haline geliyor.
Dipnot:
[1] Deniz, M. B. (2019). Who Rules Turkey Between 1980 and 2008? Business Power and the Rise of Authoritarian Populism (Doctoral dissertation, State University of New York at Binghamton).
Bu yazı 21.10.2021 tarihinde Sendika.Org sitesinde yer aldı.
Erişim: https://sendika.org/2021/10/guncel-kriz-dinamikleri-ve-sosyalist-stratejiyi-tartismak-634684/