“Devleti ele geçirme” süreci içinde Erdoğan, olağanüstü araçlarla hem bürokrasiyi yeniden yapılandırdı hem de onu anayasayı/yasayı aşan bir meşruiyet çerçevesinde hareket etme serbestisi ile donattı. Yukarıda anlatılan bütün süreçler bürokratların attıkları imzalarla gerçekleşti. Her bir barış için akademisyenin işten atılmasında bir rektörün imzası var. Demirtaş’ın, Kavala’nın tutukluluklarını yargıçların imzası sağladı. Gezi kararının altına yargıçlar imza attılar. TÜRGEV’i, Ensar’ı denetleyen Vakıf denetçileri var. Her sermaye transferinin altında kamu bankalarının müdürlerinin, her koruma kararının kalkmasında koruma kurullarının imzası var.
DİNÇER DEMİRKENT
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bürokratlara ikinci defa “suça bulaşmayın” çağrısı yaptı. Çağrı doğrudan doğruya bürokrasiye yönelikti; yolsuzluk ve suça bulaşmanın halk nezdinde karşılık bulmadığı dolayısıyla bu haliyle etki yaratmayacağı eleştirileri yöneltildi. Bu eleştirilere katılmıyorum. Türkiye’de geçiş sürecinin mümkün olması için doğrudan doğruya “devletin içine” hitap etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. İlk olarak bunun nedenini, sonra da nasılını tartışmaya çalışacağım.
Devleti ele geçirmek ve bürokrasi I
Türkiye son 15 yılda en az iki devlet içi savaş (yaygınlaşmamış birer iç savaş) yaşadı. İlki AKP’nin ikinci seçim galibiyetinin hemen ardından yaşandı. 2007 yılı, siyasal anlamda çatışmanın bütün boyutlarıyla ortaya çıktığı bir yıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimi krizinin ve cumhuriyet mitinglerinin olağanüstü ortamı içinde seçimlere ve anayasa değişikliğine gidilmişti. Seçimleri AKP kazandı, cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi düzenlemesi halk oylamasında kabul edildi. Yargı içinde örgütlenmiş Fethullahçılar ve iktidardaki AKP’nin kolluk, savcı ve yargıç göreviyle yürüttüğü savaşın birinci adımı Ergenekon davalarıydı. Türkiye’de devlet gücü kullanarak yasa dışına çıkan kamu görevlisi olan ve olmayan çetecilerin yargılanması olarak takdim edilen dava muhaliflere de yönelerek genişledi. Sürecin ikinci raundu AKP kapatması davası oldu. Büyük davalar, demokratik meşruiyeti yasa gücünün önüne koymanın aracı kılındı. Erdoğan ve Fethullahçılar bu ilk savaşı kazandılar.
KCK, Balyoz, Devrimci Karargah gibi büyük davalar döneminde devlet örgütü, yasa dışına çıkan güçleri, çeteleri, bürokratları ve sermaye ortaklarıyla yeni çekirdeğe doğru evrilmeye başladı. Devlet içi bu savaş, aynı zamanda bir anayasal siyasetin aracı yapıldı. “Atanmışlar”a karşı “seçilmişler” üstündü; askere karşı sivil üstündü. AKP’nin sermaye yanlışı politikalarına karşı çıkanlar Ergenekoncuydu, devlet içindeki çeteleri deşifre edenler Erdoğancıydı vs. Karşılıklı meşruiyet iddialarının arasında, anayasa ve yasa askıya alındı. 2010 referandumuna bu ortamda gidildi; Erdoğancılar tarafından Ergenekoncu ilan edilen anayasacı Andrew Arato’nun değişikliklerin içeriğine ilişkin tespiti doğruydu. Soğanın halkalarına yerleştirilmiş demokratik öğelere değil, soğanın cücüğüne baktığımızda gördüğümüz yargının bütünüyle ele geçirilmesiydi.
Devlet örgütünün ele geçirilmesinde Fethullahçılar Erdoğan’a kıyasla daha karlı çıktı. Bu arada Erdoğan üçüncü seçimini kazandı. Plebisiter bir diktatörlüğün bütün vasıfları oluşmuştu. Anayasal/yasal meşruiyetin karşısında hükümetin bürokratik vesayeti kaldırmaya ve çevreyi merkeze taşıma iddiası vardı. Anayasal/yasal sınırlar kolaylıkla aşıldı. Bu olağanüstü dönemin, devlet içi savaşın öne çıkan aygıtı Fethullahçı yargı bürokrasisi oldu.
Devlet içi savaşın ilki, Türkiye’ye iki önemli miras bıraktı. Birincisi bürokratların anayasal/yasal sınırları hükümetin “yüce amacı” için aşabilmesi; kanunu yorumlamada bu amaca referans verebilmesi ve her koşulda korunacağını öğrenmesi oldu. İkincisi de her devlet içi savaşta olduğu gibi çatışmanın devlet eliyle topluma yayılmasıydı. Bu, kamu görevlisi olarak hareket edenlerin ellerinin değdiği cinayetler olarak siyasal topluluğumuza yansıdı. 2007 Ocak ayında Hrant Dink öldürüldü.
Bu cinayetin hesabı dönemin devlet içindeki ve dışındaki çetelerinden sorulmadan döneme ilişkin hiçbir hesaptan bahsedemeyeceğimizin nedeni budur.
Devleti Ele Geçirmek ve Bürokrasi II
Devlet içi savaşın ikincisi eski ortaklar arasında gerçekleşti. Türkiye’de 2007’de başlayan yeni meşruiyet iddiasının ve devleti ele geçirme stratejisinin müellifi olan Fethullahçılar ne istemiş de verilmemişti? Verilenleri biliyoruz, devlete girişte esas alınan KPSS soruları verilmişti; orduda örgütlenmelerine göz yumulmuştu, yargı el birliğiyle ele geçirilmişti, emniyet ve mülkiye teşkilatı içinde kritik noktalar sağlanmıştı. Verilmeyen konusundaki uzlaşmazlık devlet içi yeni bir savaşın konusu oldu. Bu savaşın ilk raundu, Fethullahçıların dünyevi-mesianik (bir oksimoron gibi gözükse de kamuda yükselme ya da özel sektörde zenginleşmeyle koşut bir mesianik iddiası olması bakımından tuhaf bir dini-ticari-siyasi teşkilatlanmadan bahsediyoruz) meşruiyet iddiası içinde yasaların ötesine geçerek edindikleri tapeleri deşifre etmesiyle başladı. Başbakan ve Bakanlar hakkında yolsuzluk iddialarının yer aldığı kasetler kamuya açıldı. Erdoğan’ın yanıtı sert oldu. Fethullahçılara yönelik tasfiye başladı. 2015’te seçimler vardı.
2015 Haziranında Demirtaş’ın Türkiyelileşme politikasının başarısıyla HDP’nin barajı aşarak yıktığı 12 Eylül düzeni, bu düzenin bütün partilerince tahkim edildi. Bu tahkimat sırasında Temmuz – Kasım arasında kontrollü bir iç savaş yaşandı. Ankara Garı, Suruç, Diyarbakır… Süreç onlarca yurttaşın katledilmesiyle ilerledi. Barış süreci bitirildi. Kasım ayında Temmuz’da kurulan yeni devlet ittifakı seçimi de kazanmış oldu. Parlamento’nun tasfiyesi CHP’nin anayasa aykırı ama evet oyuyla başlatıldı. Yasal barajın aşılmasının ardından, yeni baraj cezaevlerinde inşa edildi.
2016 yılında ordudaki tasfiyeler öncesi gerçekleşen Fethullahçı darbe girişiminde onlarca yurttaş katledildi. Darbe girişimi yeni devlet ittifakınca bastırıldı. Hemen ardından ilan edilen olağanüstü hal ile bir darbede ne yapılabilirse yapılacaktı. On binlerce insan darbe girişimine katılıp katılmamasına bakılmaksızın kamu görevinden çıkarıldı. Meşruiyetin yeni eşiğinin taşındığı beka söylemi içinde bürokrasi yeniden inşa edildi. OHAL koşullarında, 16 Nisan 2017 gerçekleşen anayasa değişikliği halkoylaması ile siyasal rejim değiştirildi. Devlet bürokrasisi KHK’ler aracılığıyla baştan ayağa yeniden inşa edildi. Belediyelere kayyumlar atandı, haklarında hiçbir yargı kararı olmayan yurttaşların seçilme hakları dahil medeni ve siyasal hakları askıya alındı. Anayasa Mahkemesi’nin OHAL KHK’lerini hiçbir biçimde denetlemeyeceği yönündeki yeni içtihadıyla iki yıl boyunca hüküm süren açık diktatörlük, bütün işlerini kendine bağlı bürokrasiyle gördü.
Bu nedenle 2015 Haziranından Kasımına kadar gerçekleştirilen katliamlara eli değmiş kamu görevlisi ya da kamu görevlisi olmayan çetelerle hesaplaşılmadan, bir hesaplaşmadan bahsedemeyeceğiz.
Peki ya nasıl?
“Devleti ele geçirme” süreci içinde Erdoğan, olağanüstü araçlarla hem bürokrasiyi yeniden yapılandırdı hem de onu anayasayı/yasayı aşan bir meşruiyet çerçevesinde hareket etme serbestisi ile donattı. Yukarıda anlatılan bütün süreçler bürokratların attıkları imzalarla gerçekleşti. Her bir barış için akademisyenin işten atılmasında bir rektörün imzası var. Demirtaş’ın, Kavala’nın tutukluluklarını yargıçların imzası sağladı. Gezi kararının altına yargıçlar imza attılar. TÜRGEV’i, Ensar’ı denetleyen Vakıf denetçileri var. Her sermaye transferinin altında kamu bankalarının müdürlerinin, her koruma kararının kalkmasında koruma kurullarının imzası var vs.
Özel olarak bürokrasiye seslenmenin önemi burada. Her suç bir kenetlenmeyi, suçu örtbas etmek için yapılacak ağız birliğini çağırır. Bu ağız birliğini, suçu örtmek için anayasa/yasa dışına çıkma ihtimalini şimdiden önleme girişimini bu nedenle tek başına önemli görüyorum. -ki bu; seçim sürecinin yönetimi ve denetimi; tabii manipülasyon ve provokasyon ihtimalini önlemek için özellikle önemlidir-
Kılıçdaroğlu’nun bürokrasiye yaptığı çağrı, hesaplaşmanın nasılına ilişkin bir boyut içermiyor. Fakat bu geçiş sürecinin devam edebilmesinin başat koşulu. Cumhuriyetin imparatorluk mirası yargıçlarını düşünün. Ya da Nazilerin iktidarına yol veren Weimar cumhuriyetinin monarşist yargıçlarını, bürokratlarını.
Güçlendirilmiş parlamenter sistem, gerçekçi bir öneriyse meşruiyetini öncelikli olarak anayasa ve yasa dışında herhangi bir iddiadan almayan bürokrasiye ihtiyaç duyacaktır.
Hesaplaşma/Yüzleşme/Helalleşme her koşulda bir yargılama-soruşturma sürecini gerektirecek. Meşruiyeti anayasa/yasa dışı bir iddiada, hükümetin ya da Fethullahçıların anayasa dışı meşruiyet iddiasında bularak karar vermiş her yargıç, her emniyet müdürü, her kamu bankası müdürü, her rektör, her iletişim başkanı bu sürecin konusu olmalıdır…
***
Bir sonraki yazıda, yargı bürokrasisinde nam yapmış bir akademisyen-yargıcın kitaplarını, rejim bürokratları bakımından paradigmatik bir anlatı olarak sunmaya çalışacağım.